Arda Erel kitaplarından Yüz yüze kitap alıntıları sizlerle…
Yüz yüze Kitap Alıntıları
İnsan insana iyi gelirdi ama başka birinden kalan yarayı önce kişi kendi kendine tedavi etmeliydi.
İnsanın yaşamı boyunca tanık oldukları, istemeyerek ve sessizce de olsa karakterini oluşturan etkenlerden biridir Yüz Yüze
“Bir çocuk babasının evden gidişini izlemekten hiç hoşlanmaz ki…”
İnsandı insana kötülüğü yapan.
“Dünya kötü bir yer ama sen benim için iyi bir yersin.”
Bu ülkeye acilen bireysellik inşa edilmeli!
Görünenle, görünmeyen farklıydı ve yaşam bu farkı bilen insanların üzerlerine hep ağırlık yüklerdi.
İnsan böyleydi: “Hiç”ti önce, sonra anlamını bulurdu.
Bazı duygular, bazı zamanlar sessizdirler.
Yaşamdaki küçük anlar bazı insanlar için sıradan bir şekilde akıp giderken, başka bir insan için ne kadar önemli olabiliyordu.
Eğitim her zaman okulda değildi, çoğu zaman yaşamın içindeydi.
Öfke doğru yaşandığında sadece bir duygu durumundan ibaretti, hatta yaşamda gerekliydi de. Asıl öfkenin hiç yaşanmaması kötüydü. İnsan öfkesini de kusmalı ve onu ne zaman gerekirse, o zaman ortaya koymalıydı.
Hayat, olaylara kulak asmazdı. Sanki hiçbir şeyi umursamayan küçük bir çocuk gibiydi. Ölüm de olsa, doğal afetler de yaşansa, kötülükler de ortaya çıksa; o akmaya, yaşatmaya devam ediyordu.
“Birinin seni sevdiğini söylemesiyle seni sevdiğini sana hissettirmesi beraber yürüdüğünde mutlusun demektir bence, daha önemli bir şey var mı?”
“Eksiklerimizi hissedip oraları tamamlayan insanlara mı âşık oluyorduk?
“Bazı insanlar hayat sahnesinin bir oyuncusuydu, bazıları da o oyunun yönetmeni. Aynı anda hem oyuncu hem de yönetmen olunabilir miydi bu hayatta?”
“Ben bazı şeyleri kendim yapmadan , zaman kendisi getirip çoktan önüme koymuştu.”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İkimiz de sessizce denizi izledik, denizin sesini dinledik. Denizdeki dalgalar arada bir kabarıyor sonra tekrar sakinleşiyordu. Sanki uzaktan bakınca denizler de hayatın kendisi gibiydiler. Bazen dalgalı, fırtınalı; bazen sakin, telaşsız, durağan Hayat, deniz ve insan. Birbirlerine ne çok benziyorlardı.
Tarihe hep onlar yazılmamış mı? Biz de bir gün kazanırız elbet; bir yerlerde yazılır ,çizilir ,anlaşılır “mecbur “hikayelerimiz..
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Sanki kadın için yaşlanmak bir suçtu günahtı..
Bazı çocuklar babalarından kim olmaları gerektiğini değil, kim olmamaları gerektiğini öğrenirler.
Kaç acı vardı, ayrı evlerde birbirinden habersiz odalarda aynı hüzünleri paylaşan?
Birbirine kardeş kaç duygu vardı, sessizce evrende var olan ama sanki dili yokmuş gibi hiç konuşamayan
Kaç anı vardı, insanların hafızalarında söylenmeyen, birbirinden habersizce pervane misali dönüp duran?
Birbirine kardeş kaç duygu vardı, sessizce evrende var olan ama sanki dili yokmuş gibi hiç konuşamayan
Kaç anı vardı, insanların hafızalarında söylenmeyen, birbirinden habersizce pervane misali dönüp duran?
İnsandı insana kötülüğü yapan ve birileri müsaade edince kötülük bir virüs gibi yayılıyordu..
Hayal kırıklığı değil de acı kırıklığı yaşıyordum sanki.
O halde aşkı acıdan özgürleştirmek için, herkes birbiriyle yüz yüze gelmeli nihayetinde.
İnsanlar fark etmeden birbirlerine önemsizmiş gibi görünen, ne kadar da önemli şeyler söylüyorlardı
Dünya kötü bir yer ama sen benim için. iyi bir yersin Derin
Yanlış düşünceleri kendimizden korumak için onlara da kemerler takmalıydık..
Bir insan eğer kendi yaptığı kötü şeylerle yüz yüze gelirse, aslında kendisini öldürürken yaptığı kötü şeyleri öldürmeye çalışır. Hedef kendisi değil, mutlaka yaptıkları veya hissettikleridir.
Birinin seni sevdiğini söylemesiyle seni sevdiğini sana hissettirmesi beraber yürüdüğünde mutlusun demektir bence, daha önemli bir şey var mı?
Aşk, birlikte ısınmaktı biraz da
Aşk, sevdiğini dinlemekti biraz da
Eğer bazı acıları acıtanlar sahiplenseydi, masumlar belki de hiç üzülmezdi.
Benim acımı zihnimin en arkasına koyup yok saymam değil; ortaya çıkarmam gerek. Yapmam gereken, onu oldugu yerden yavaşça çıkarmak önüme koymak ve yüzleşmek..
Eğer birinin hatası sevgisinden büyükse zaman da size yardım eder, unutmanızı kolaylaştırırdı. Büyük hatalar affedilmemeli, insanları unutmaktan korkulmamalıydı. Büyük hatalar insana sadece büyük acılar değil, sonrasında mutlaka büyük hediyeler de getirirdi.
Başkasının inancını kendi inancı doğrultusunda belirlemeye çalışanlarsa en zorlu olanlardı çünkü kul ile Yaradan arasına girip hadlerini aşıyorlardı.
Aslında suskun olmak, konuşmak istememek değildi; belki konuşacaklarını paylaşacak birini bulamamaktı, zamanını belirleyememekti.
Bazı insanlar hayat sahnesinin bir oyuncusuydu, bazıları da o oyunun yönetmeni. Aynı anda hem oyuncu hem de yönetmen olunabilir miydi bu hayatta?
Ne çok kavramın içinde sırf başkalarının zihnindekilere uyacağız ve bu yüzden yargılanmayacağız diye çabalayarak yaşıyoruz.
Acılarını komikleştirip hafifletmeye çalışanlar da vardı bu dünyada. Umursamıyorum, deyip kanaya kanaya umursadığı şeyden kurtulmak isteyenler
İnsan aradığı cevapları başka bir insanın içinde bulabilir mi?
Eğer insan duygularını başkaları sayesinde yeşertebiliyorsa, biri diğerine bu kadar muhtaçsa, belki cevaplar da birbirleri aracılığıyla insandan insana tanışabilir.
Eğer insan duygularını başkaları sayesinde yeşertebiliyorsa, biri diğerine bu kadar muhtaçsa, belki cevaplar da birbirleri aracılığıyla insandan insana tanışabilir.
İnsanların dini inançları aslında hangi bilginin içinde ruhlarını daha rahat hissettikleriyle alakalı olmalıydı.Çünkü bilgi cennet gibi de hissettirebilirdi,cehennem gibi de.Seçim kişinin olmalıydı,anne babanın,toplumun ya da bir psikoloğun değil.
Kadının gelişiminden korkan erkekler dünyanın en tehlikelileri,en acizleriydi çünkü kendi bilgisizliklerinden güç alıyorlardı.Eğitimli kadınlar onlara tehditti.Başkasının inancını kendi inancı doğrultusunda belirlemeye çalışanlarsa en zorlu olanlardı çünkü kul ile Yaradan arasına girip hadlerini aşıyorlardı.
Giysilerle yürüdüğümüzü zannetmemiz ne acizlikti.Daha çok kafamızdakilerle birlikte yürümüyor muyduk?
Ebeveynler genelde kendi hatalarını görmez,çocuklarını suçlarlardı.Oysa çocukların,ebeveynlerinin bir aynası olduklarından haberleri olmazdı.Bir çocuk herhangi bir şeyin suçlusu olabilir miydi hiç?
Kendi yüreğine doğru koşabilir mi insan? Ya da acıdan kaçarak değiştirebilir mi yolunu?
Çünkü ben şimdi kendime doğru koşuyorum,son sürat.
Ve düşünüyorum,eğer cehennem dünyada değilse başka nerede olabilir?
Üzerinde yürüdüğüm bu ıslak toprak alev alev Cehennemi acıdan başka yerde aramaya lüzum yok.Cehennem tam da budur;acıdır.
Çünkü ben şimdi kendime doğru koşuyorum,son sürat.
Ve düşünüyorum,eğer cehennem dünyada değilse başka nerede olabilir?
Üzerinde yürüdüğüm bu ıslak toprak alev alev Cehennemi acıdan başka yerde aramaya lüzum yok.Cehennem tam da budur;acıdır.
Mutlu olabiliyorlardı. Bu yüzden grinin için de taşıyorlardı hayatlarını.
Neden kadınlara dini hep erkekler öğretiyordu?Neden kadınlar başka kadınlardan ya da kendi başlarına değil de erkeklerden öğreniyorlardı dini?Ailede babadan,abiden;televizyonda ise hep erkeklerden.
Kadının gelişiminden korkan erkekler dünyanın en tehlikelileri,en acizleriydi çünkü kendi bilgisizliklerinden güç alıyorlardı.Eğitimli kadınlar onlara tehditti.Başkasının inancını kendi inancı doğrultusunda belirlemeye çalışanlarsa en zorlu olanlardı çünkü kul ile Yaradan arasına girip hadlerini aşıyorlardı.
Deprem olmayacak bir yere gitmeyi istemek gibi, acı olmayan bir yere gitmeyi istemek mümkün müydü ki?
“Bütün bu yolculuk, kendimden kendime imiş.”
Mutluydum mutlu olmasına ama yaşam var oldukça acının olmaması mümkün müydü?
Sanırım, “şimdilik” yeterliydi.
Belki de bu “şimdi” dedikleri, mutluluğu asıl gizlendiği yerdi. 
Ve ben de mutluluğun gizlendiği yeri artık bulmuştum onunla yüzyüzeydim. 
Sanırım, “şimdilik” yeterliydi.
Belki de bu “şimdi” dedikleri, mutluluğu asıl gizlendiği yerdi. 
Ve ben de mutluluğun gizlendiği yeri artık bulmuştum onunla yüzyüzeydim. 
Bir insan eğer kendi yaptığı kötü şeylerle yüzyüze gelirse, aslında kendisini öldürürken yaptığı kötü şeyleri öldürmeye çalışır. Hedef kendisi değil, mutlaka yaptıkları veya hissettikleridir. Derinlerde saklanan ama yüzeye çıkması gereken yüzleşme duygusu, bu yüzden bazıları için dehşet vericidir. Sırf bu yüzden bazısı gerçekleri duyunca Hiddetlenir, sağır olmak ister, ayağa kalkar, gözlerini büyütür ve bir aslan gibi pençelerini çıkarıp, “yalan söylüyorsun!” der. İçindeki güçsüzlüğü yoksayan insanlara dönüp ikinci kez bakmak gerekir. Yani içinde hiç zayıflık taşımayan yoktur aslında. En güçlü duranlar, güçsüz yanlarını en iyi gizlemeyi bilenlerdir sadece.
“Duyuyor musun beni? Sen artık benim ailemsin,”dediğinde, bu kelimeye ne kadar yabancı olduğumu fark etmiştim. Bu kelimenin, soğukta kalmış tarafımın üzerini battaniye gibi örtüp beni ısıttığını ve okşadığını da
Belki de sadece anlık sahnelerin toplamıydı hayat dedikleri şey, merhaba ile elveda arasında geçen zamandaki sayısız olasılık
Tüm insanların içinde var olan çocukların da benim içimdekiler kadar mutlu olmalarını diliyorum, herkesin ortak olduğu, tarihi bir duayla…
Neden hep mutluluk bulutlarla, gökyüzüyle bağdaştırılmıştır? Neden mutluyken havalara uçarız da mutsuzken kendimizi yerin dibine girmiş hissederiz? Neden dünya başımıza yıkılır, vücudumuzun bile en tepesine zarar vermekten korkarız? Nedir tepelerle, yükseklerle derdimiz?
Bilemedim hiçbir zaman yükseğin, alçaktan neden bu denli değerli olduğunu. Sormadım da hiç kimseye. Belki yoktu henüz cevabı, yaşamdaki çoğu şeyin cevapsızlığı gibi…

Bilemedim hiçbir zaman yükseğin, alçaktan neden bu denli değerli olduğunu. Sormadım da hiç kimseye. Belki yoktu henüz cevabı, yaşamdaki çoğu şeyin cevapsızlığı gibi…

Çocukken karşıma çıksa, “Özür dileyin,” derdim. Büyüyünce, “Neden?” sorusuna taşımıştım yüzleşme sahnemi. Çocukken daha affedici, büyüdükçe daha sorgulayacı oluyordu insan dedikleri.
Eğer zenginlik diye bir şey varsa hayatta, o ancak güce tapanları, kendi ezikliğinden sadece para vasıtasıyla kurtulacağını zannedenleri etkileyebilirdi.
Ailelerin, içlerine başka aileden gireceklere uyguladıkları filtreleri ve süzgeçleri vardı. Önce filtreler devreye girerdi. İlk karşılaşma, dış görünüşünü beğenme.(Kadınlar özellikle güzel olmaya mecburdu ya da güzellerse bir sıfır daime öndeydiler.) Daha sonrasında oturup kalkmasını, konuşmasını bilme filtresi. (Kadınlar mutlaka zarif, bakımlı ve kibar olmalıydılar. Muhafazakar ailelere göre muhafazakar düşünceleri, modern ailelere göre modern anlayışları olmalıydı.) Ardındansa süzgeçler girerdi devreye. Ekonomik süzgeç, kültürel süzgeç, dinsel süzgeç ve bir kez daha fiziksel süzgeç.
Yaşa, cinsiyete, statüye hürmet etmek, gerçekten hürmet miydi? Hayatta ne çok yaratılmış hürmet vardı.
Hiçbir şey mi değişmezdi aile olmanın tarihinde? Hala mı aynıydı iktidar, iktidar göstergeleri, ailedeki erkeğin yerleşimi?
Aile duyguların hem gizlendiği, hem izlendiği hem de apaçık sergilendiği, çelişkilerle dolu bir kurumdu.
Her gücü zayıflatacak bir kelime, her buzu eritecek bir sıcaklık varken dünyada kimse birbirinden daha yukarıda ya da daha aşağıda olamazdı.
Oğlunu içine sinen bir kadınla gören anneler meleklere bile nasıl daha iyi olabileceklerini öğretecek kadar iyi olurken, oğullarını istemedikleri bir kadınla gören annelerin yanında şeytan masum kalırdı.
Hayatta bir durumdan neden kaçtığının sebebini bulan yüzleşmesine gecikmezdi. Kaçışlar mutlaka bir korkuyu gerektirirken, yüzleşmeler daima cesaret işiydi.
Okul sadece bilgi öğreten değil, aynı zamanda acımasız ailelere ayna olan çocukların da içinde olduğu, hayatın acımasızlığıyla tanıştığım ilk yerdi.
O gün, kötü bir şey yaşamanın kötü bir hayat anlamına gelmeyeceğini anlamalıydım. 
Peki ya yüzleşme? Ne zaman isterdik yüzleşmeyi? Hazır olduğumuzda mı, mecbur olduğumuzda mı? Nasıl karar verirdik yüzleşmeye, acımızı, kaçtığımızı karşımıza alıp pürdikkat dinlemeye?
Ne zaman başlardı bir şeyden kaçmamız? Neydi ilk kaçışımızın sebebi, kaynağı? Bize hep oradan oraya koşturan acı mıydı? Kaçışlarımız, mekan terk etmelerimiz, ülke değiştirmelerimiz, şehirlere kızgınlıklarımız, sırt dönmelerimiz, yüz çevirmelerimiz nedendi? Belki de mekanlardan değil, daima duygulardan ve hislerden kaçardık da bilmek istemezdik. Çünkü bilmemenin cennet bahçesi, bahanelerimizi doğrulamaya en müsait yerdi.
Uyandığımda içim içime sığmıyordu. İçi içine sığmamak genelde hep olumlu, tatlı bir heyecanı hatırlatırdı ama bugün benim sözlüğümdeki anlamı öyle değildi.
İnsanları iki yerde çok iyi tanırdık nasılsa: öfkeli anında ve aile yanında. 
Benim gibiler için yeni bir yaşam istemek, imkansızı istemekti. Bir de insanlar “imkansız yoktur” diye geveleyip duruyorlardı hep. Hangi aşk, hangi dua, hangi doktor, hangi öğretmen silebilirdi acının zihindeki hıçkırıklarını? Nasıl bir umut merhem olabilirdi acının kanamasına? Belkide sadece aşktı bazı şeylerin merhemi; sadece içten bir aşk yaklaşabilirdi bir kalbi kurtarmaya…