İrfan Yalçın kitaplarından Yorgun Sevda kitap alıntıları sizlerle…
Yorgun Sevda Kitap Alıntıları
Oynasın diye bazı çocuklar, kesilir mi kanadı kuşların?
Yitirmekten çok acı duyduklarımızı, sanki onlar hiç yitmemiş gibi yaşatamaz mıyız içimizde? Onlarla olan eski ilişkilerimizi, duygusal birlikteliğimizi sanal da olsa kurup yokluklarından gelen acıları söndüremez miyiz?
Nasıl kaçılır bu acılardan; biter mi sanki? Çök üstlerine, ölümü bekle,
Her şey gibi fotoğraflar da rezil oluyor insanlar ölünce. En iyisi çektirmemek.
Sürekli gelen, gelmediler mi, niye? diye kendime sorduğum, gelseler, diye beklediklerim var.
Uykularıma konan küçük kuşların söyledikleri doğru mu? Bilmiyorum. Ama uyandığımda her sabah, bakıyorum ki düşlerle dolu yatağımın içi. Kim getiriyor? Onlar mı, yazlarla gelen o kuşlar mı?
En yakına bile çok uzaklara bakar gibi bakıyor, konuşurken yer yer boşluklar, sessizlikler doluyordu sesine.yorgun, utangaç gülümseyişi bitmiyor, tam biter gibi olurken, daha da hüzünlenip ağlamayı andırıyordu.
En yakınına bile çok uzaklara bakar gibi bakıyor, konuşurken yer yer boşluklar, sessizlikler doluyordu sesine. Yorgun, utangaç gülümseyişi bitmiyor, tam biter gibi olurken, daha da hüzünlenip ağlamayı andırıyordu.
Düşüncelerimin komünist ,davranışlarımın küçük burjuva nitelikli olduğunu söylerken ben, tedirgin ve gülünç bakıyor doktor.
Anlamadım, diyor, hiçbir şey anlamadım.
Anlamadım, diyor, hiçbir şey anlamadım.
Soruyor içimin sesi: En güzel şeyler var olmayanlar mı, gerçekleşmeyenler mi?
Bundan mı düşlerin büyüsü?
Bundan mı düşlerin büyüsü?
Yaralarını öpebileceğim insanlar var, benim acım onlardan.
Bir bir geçerek yaşamın kıvrımlarından, sona yaklaştığımda bir gün, benim de yaralarımı öpebilecek birileri olur mu?
Bir bir geçerek yaşamın kıvrımlarından, sona yaklaştığımda bir gün, benim de yaralarımı öpebilecek birileri olur mu?
Satsan alırım sesini!
Bir tokat bekliyor gibi asimetriktiler, bir marka gibiydi gözlerinde yalnızlık.
Ne yapsam, mektup mu yazsam kendime?
Niye böyleyim?
Niye içimdeki bir isyanı okşar gibiyim?
Niye içimdeki bir isyanı okşar gibiyim?
Kim yapar en kıyağını çayın?
Sen.
Kim çalar en Mozart ‘ını ıslığın?
Sen.
Sen.
Kim çalar en Mozart ‘ını ıslığın?
Sen.
Anılar ne çok geliyor akşamları ! Ne zaman, neredeyim? Bulamıyorum.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ne kadar mutlu görünsek de uzun bir hüznü sustuğumuz belliydi
Ne yapsam, mektup mu yazsam kendime?
Benim özgürlüğümden kim sorumlu olabilir, benden başka?
Issız bir yaşamın birden devinip coşması; donuk, sıkıntılı bir dünyadan gerçeküstü büyülü bir dünyaya geçmek değil de ne bu?
Güzel oluyorsun gülünce, gül hep
Kafam altüst, onu düşünüyorum. Bir gelse, diyorum, çıkıverse bir yerden. Sorsam ‘Noldu? Nerdeydin?’ Konuşmasın, yüzüme bakmasın isterse. Her zamanki gibi başını eğip dursun öyle, yeter!
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Nasıl kaçılır bu acılardan; biter mi sanki? Çök üstlerine, ölümü bekle,
Hiçbir gerçekliği olmayan, düşlerle örülü bir masalda gibiyim, ordan bakıyorum.
Dışarıda bitse de kış, bende bitmiyor; güneş arıyorum güneş varken bile.
Yitirmekten çok acı duyduklarımızı, sanki onlar hiç yitmemiş gibi yaşatamaz mıyız içimizde? Onlarla olan eski ilişkilerimizi, duygusal birlikteliğimizi sanal da olsa kurup yokluklarından gelen acıları söndüremez miyiz?
hastanenin çamlarla çevrili yolunda, babamla yağmur altında yürürken, unutmuş gibiyim bütün yaşadıklarımı. Durmadan içime akan bir boşluğu duyumsuyor, kağıttanmışım gibi düşünüyorum kendimi. Diri bir rüzgarın havalandırdığı eteklerimi tutuşum, bir an babama bakıp gülüşüm, ağzımdaki yağmurun değişik tadı bir düş izlenimi veriyor bana, Bitmese diyorum.
Burada bambaşka insan yüzleri, insan gülüşleri, belki de insan ölümleri. Öyle ki, gölgenin gölgesi her şey; her şey iç çeker gibi.
Ağır bir yalnızlık duygusuyla irkiliyorum; gülme tutuyor. Öyle ki, bitmeyecek sanki hiç, sanki hep güleceğim; korku bürüyor içimi.
Nah bok gelir güzel günler, diye söyleniyor, Ne işi var güzel günlerin cehennemde?
Yıllarca sonra bir akşam, ömrümün en üşüyen yerlerinden birini, o sabahı düşünüyorum karlı bir kentinde Anadolu’nun; onlar yine ordalar, karşımdalar ve hiçbir şey demeden yüzleriyle konuşuyorlar: O gitti! Öyle bir şey ki, yüzlerindeki; bitmiyor, donmuş bir acı gibi duruyor.
Her şeyi bir şeyle geçeriz de, nasıl geçeriz ölümü?
Öldü.
Ölüm ona ağaçları, yolları yağmurlar yıkarken; çiçekler ve kuşlar uyurken gelmeliydi! Öyle istiyordu çünkü, diyorum, ama olmadı, dileği gerçekleşmedi; güneşli, ışıl ışıl bir gök altında gömdük.
Ölüm ona ağaçları, yolları yağmurlar yıkarken; çiçekler ve kuşlar uyurken gelmeliydi! Öyle istiyordu çünkü, diyorum, ama olmadı, dileği gerçekleşmedi; güneşli, ışıl ışıl bir gök altında gömdük.
Yaşamın özeti ne? Ölüm mü?
O ki, uzun ölünen bir yerde, demir bir kafeste, uzun bir ölümün uzun bir parçası gibi.
Ona kadınlar akıyor; sözleriyle ve gözleriyle değil yalnız, alabildiğine büyümüş yalnızlıklarıyla.
Öyle ki, trenlerin arada bir uğradığı sönük bir istasyonda gibiyim artık. Ama korkmuyorum; içimi serinleten bir rüzgar esiyor hâlâ Lunapark’tan, anılarımın en güzelinden.
Kanayan sözler vardır, diyor Baba Cemal, uykudan uyanır gibi yapıp, az kanar kimi, kimi çok. Az kanayanlardan biri gurbettir mesela. Çok kanayan, mapusane. En çok kanayan, Anadolu.
Çoktandır duyumsuyorum; anılar da eşyalar gibi eskiyor kullanıldıkça; soluyor renkleri, ufalanıp dökülüyorlar. Ama olsun, onarıp oynuyorum yine de; bir film şeridi gibi akıp giderken onlar, dondurup uzun uzun bakıyorum; sonra bir geriye, bir ileriye alıp arıyorum; unuttuğum günler geliyor.
Gün bittiğinde başlıyorum çok kez, o saatlerde tam. Korkunç güzel bir düş çiziyorum içime; güneşli, ışıl ışıl bir gök altında, insan dolu yollarda, geniş caddelerde, sinema ve tiyatro önlerinde, otobüs duraklarında yan yana yürüyoruz ikimiz. Içeriği aynı, biçimsel ayrıntıları az buçuk değişik o kadar çok düş resmi çiziyorum ki, yani o kadar düş kuruyorum ki, yoruluyorum.
Yaralarını öpebileceğim insanlar var; benim acım onlardan. Bir bir geçerek yaşamın kıvrımlarından, sona yaklaştığımda bir gün, benim de yaralarımı öpebilecek birileri olur mu?
O kadar güzel ki, çiçek dolu bakışları.
Dilediğimce yaşamanın yollarını kesen ne varsa ölümden başka, yok umursadığım.
Başkalarının karşısında içimizi doldurmanın, başkalarının karşısında içimizi boşaltmaktan ne farkı var?
Rabindranaht Tagore (Hintli bir yazar)
Bizi uzaklara, dağlara taşısalar; yalnız ikimiz olsak; çoban ateşleri yakıp türküler çağırsa; coşup coşup durulsak; çimenleri, ağaçları, taşı, toprağı öpsek; bize güneş verecek günleri beklesek!
Yanıma gelip otursa, diyorum, susarken ben, o konuşsa; bilmediğim şeyler söylese, elimi tutsa, sonra kalkıp birden ve demeden bir şey, gitse; unutmasam hiç!
Anne bugün bayram; bugün kandan bir bayram, hayvanlar boğazlanıyor.
Hep o birileri boğazlıyor, o cennet tutkunları, çünkü yaşamıyorlar,
Nereye dönsem, nereye baksam açılmış bir yürek.
Sonra bir şey daha var, ölü kuşlar dökülüyor ağaçlardan; korkuyorum.
Anne bugün bayram, kapılarda küçük dilenciler.
Anne bugün ben senden çok onu düşünüyorum, küsme bana sakın.
Sakın ‘Kim o?’ deme, dün yine gördüm, ölümü sordum, bilmiyor.
Anne bugün bayram, kandan bir bayram, bugün ben çok yoruluyorum.
Hep o birileri boğazlıyor, o cennet tutkunları, çünkü yaşamıyorlar,
Nereye dönsem, nereye baksam açılmış bir yürek.
Sonra bir şey daha var, ölü kuşlar dökülüyor ağaçlardan; korkuyorum.
Anne bugün bayram, kapılarda küçük dilenciler.
Anne bugün ben senden çok onu düşünüyorum, küsme bana sakın.
Sakın ‘Kim o?’ deme, dün yine gördüm, ölümü sordum, bilmiyor.
Anne bugün bayram, kandan bir bayram, bugün ben çok yoruluyorum.
Belleğimdeki solmayan fotoğraflardan birinde, çocukluğumu doğruyor bir adam. Kan her yer, her yer kan.
Bir deli var içinde ağlayıp gülen, kuduz bir bayramın salyaları!
Yoksul her şeyi; gülüşü, sesi, soluk alıp verişi; gözlerinin en içi. Çünkü o bir kurban ve o gün, o bana, eski bir Bayram’da, içimi donduran ağır bir ‘cinayet’i çağrıştırıyor.
Onlar hep yalnızlar, çünkü çok kalabalıklar, çünkü en dip basamağındalar toplum merdiveninin; biliyorlar.
Kan günü bugün; kan yağmurları yağacak; kana boğulacak yaşamın şiiri.
Her şey gibi fotoğraflar da rezil oluyor insanlar ölünce. En iyisi, çektirmemek.
Uzun sürmüyor, belki bir an; kedi çağırır gibi ölümü çağırıyorum camdan üç gece. Gelmiyor. Onlar ki, çok soğuk geceleri ömrümün, ama gittiler, yoklar artık. Dönerler mi? Bilmiyorum. Öyle bir duygu ki, sanki birden tam ayaklarımın dibinden bir deniz başlayacak, boğulacağım.
Biliyorum, öyle ağrılı ve buruşuk duruşunda ben varım. Ama niye?
biliyor ki, çocukluğumun içinden geçen o büyük yangının alevi vuruyor hala içime ve küçük, kirli bir ses, Deliydi annen, diyor kulağıma. (Yürürken, uyurken, konuşurken. Belli olmuyor, ansızın geliyor.)
Durgun bulutlar altındaki yolları, ağaçları ve evleriyle kentler de insanlar gibi ağlar mı?
bir marka gibiydi gözlerinde yalnızlık.
Unutmadım. Solgun bir fotoğraf gibi içimde.
Küçük kentten büyük kente gelip üniversiteye başladığımda, içimi bir süre kaplayan ışık sönüyor az az sonra; uzun bir boğulmanın içinde gibiyim.
sonunda sıradışı şeyler düşünüyor, tuhaf meraklara sarılıyor, benim ve benim gibilerin alabildiğine uzağındaki ayrıksı yaşamlara yanaşarak avunmaya çalışıyorum. Evet, bunlar hep; başkalarının yadırgayıp ürktüğü. Derin hüzün kuyularına inip oralarda dolaşmak, en diplere sıkılmışlara yakından bakmak iyi geliyor. Bir morgda, bir yaşlılar yurdunda ya da bir genel tuvalette çalışmanın, genelev kadınlarıyla arada bir de olsa arkadaşlık yapmanın, dahası ölü yıkayıcılığının bile ilginçliklerin düşünüyor, düşlüyorum.
En özlediğin ne? dediğimde bir gün, Unuttuğum günler, diyen Baba Cemal niye ağlıyor? Söyle gece kuşu, Niye?
Bilmem ki, çocukluğumu üşüten o üç yıl mı gölgeliyor babama olan duygularımı?
Sararan çocukluğum şimdi yaşadığım günlere sızıyor.
Ne kadar mutlu görünsek de uzun bir hüznü sustuğumuz belliydi.
Deliliği düşündüm o gün hep. Düşünmek istemedikçe geliyor. Bulur gibi oluyorum sonunda, Düşüncenin kendi kendini ısırıp bağırtması, diyorum ve gülüyorum.
Günlerdir ağır bir telâşı saklıyor gibiyim; her an bir şey olacak, yırtılacak yaşamım sanki.
Yıllarca yaşanılan bir yerden itilmek, geri gelinemeyecek dönüşsüz yollara girmek, bildik bütün ilişkilerden koparılmak; soğuk ve karanlık bir yalnızlıkta yaşamın nasıl savunulacağını bilememek; uzaklara bırakılmış hayvanlara dönmek ve Iyi ki, ölüm var, diye avunmak
Bu derin ürperti benimle sokaklarda, caddelerde dolaştı, dükkanlara girdi, eve geldi, yatağa yattı ve beni uyutmadı; didikleyen, dalayan tensel bir tadın içine batırılmış gibiyim. Ilk oluyor bu; her yerimde nabız gibi atan bir dişilik.
Eli elime değince başlıyor; kalın, uzun parmaklarında kalıyorum; tenimi saran ıslak bitmiyor; elimin sevinci koluma, omzuma ve ordan çok uzaklarıma gidiyor; ürperiyorum; sürekli çakan bir şimşeğin içinde gibiyim; kemiğim, iliğim kamaşıyor, tenim kabarıyor ve yanıyor gibi bir duyguyla yanına oturuyorum
Anlıyorum ki, hangi sınıftan, ne tür olursa olsunlar, insanlarla olmak eğlendiriyor ve öğretiyor. Hemen hepsi oyuncaklarım gibi.