Seyyid Kutub kitaplarından Yoldaki İşaretler kitap alıntıları sizlerle…
Yoldaki İşaretler Kitap Alıntıları
İslam düşüncesinde toprağın değeri, üzerinde Allah’ın hakimiyetinin ve koyduğu yöntemin geçerli olmasındandır. Bu anlamda toprak, akidenin barınağı, yöntemin ekileceği bir tarla, daru’l-İslam ve insanlığı kurtarma harekatının karargahı konumunda olur.
Hiç şüphesiz, bu Kur’an en doğru olana ulaştırır.
Hakimiyet yanlız Allah’ındır, anayasa ise Kuran’ı Kerim’dir.
Evet, “Onların müminlere kin gütmeleri sadece Aziz ve Hamid olan Allah’a inanmalarından dolayıdır.”
Çünkü onlara yönelen düşmanlığın tek hedefi, “Aziz ve Hamid olan Allah’a inanmak“, itaat ve boyun eğişi sırf Allah’a yöneltmektir.
Demek ki mesele inanç meselesi, savaş inanç savaşıdır. Müminlerin, nerede bir düşmanla karşılaşsalar bu gerçeği kesinkes bilmeleri gerekir.
Müşriklerin ileri gelenleri Peygamberimize (s.a.v.) sadece bir tek şey karşılığında mal, mülk ve mevki teklif ediyorlardı. Bu şey, O’nun inanç mücadelesinden vazgeçmesi, bu davayı savsaklaması idi. Eğer yaptıkları tekliflere müsbet cevap vermiş olsaydı, onlarla arasında hiçbir mücadele kalmazdı.
Dünya ile ahiret, birbirinin devamı olan iki tekâmül merhalesidir.
 Müsteşrikler, İslâmiyet’i, inanç sistemini zorla benimsetmeyi amaçlamış bir kılıç hareketi olarak tanımlamışlardır. Oysaki bu mikroplar, bu iddianın doğru olmadığını iyi bilirler. Fakat bu şekilde, İslamî cihadın itibarını zedelemeye çalışıyorlar.
Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın (Bakara, 190)
Bunu takiben, müşriklere topyekün savaş açmaları emredildi: ( ) Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın (Tevbe)
Bugün insanlık, bir uçurumun kenarında duruyor.
Şirin görünmek için İslam’ı onlara asla olduğundan başka göstermeyeceğiz.
İslam, bir toplumda uygulanmadan yani bir ümmet tarafından temsil edilmedikçe fonksiyonunu yürütemez. Çünkü insanlık-bilhassa içinde yaşadığımız günlerde- pratik ispatını yaşanan hayatta görmedikçe, soyut bir inanç sistemine kulak asmaz
Yine bu medeniyet (İslam medeniyeti), ırka değil, her zaman için akideye dayanmıştır.
Davetimizi kabul etmeyenlerle de cennete girinceye ya da zafere kadar savaşırız.
Beşerin emelleri ne olursa olsun sonuçta Allah’ın dilediği olur.
Sosyalist düzenlerde insanın genellikle horlanması, kapitalist düzenlerde sermayenin baskısı ile fertlerin ve milletlerin emperyalizmin sömürüsü altında zulme maruz kalması, Allah’ın hakimiyetine el koymanın ve onun buyruğu olan insan haysiyetini koruma ilkesinin hiçe sayılmasından başka bir şey değildir.
“Ey Rabb’imiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma, bizi katından rahmet bağışla , hiç şüphesiz bağışlayıcı Sensin. Ey Rabb’imiz, geleceğe şüphesiz bir günde tüm insanları bir araya toplayacaksın.Hiç şüphesiz Allah vaadinden caymaz.”
Âl-i İmran 8,9
Bu Zafer, başka sancaklar altında değil, inanç sancağı altında kazanılan zaferdir.Başka amaçlar uğruna değil , Allah’ın dininin , O’nun Şeriatının zaferi için girişilen bir cihaddır.Herhangi bir yurt için değil , belirtilen şartları taşıyan “ İslam Yurdu” korunmasın uğruna verilen bir cihad.Ne ganimet ve ne şöhret için… Ne belirli bir toprağı ve ne de bir kavmi korumak için… Ne aile ve çocuk savunması için… Yalnız onları Allah’ın dinine karşı belirecek bir fitneye karşı korumak için.
İnsanın kâinata, hayata, insanî gelişmelere, sosyal statülere, değer ölçülerine, ahlâka, geleneklere ve bunlar gibi insan psikolojisi ile ondaki gelişmelere bakış tarzını etkileyen inanç kavramlarına ilişkin ilimlerin tümünde İslâmiyet , “ ilim başka, âlim başka” şeklindeki basmakalıp görüşü tanımaz.
O, varsayımlarla uğraşan bir düşünce ya da görüş değil, pratik ile uğraşan bir yöntemdir. Bu bakımdan öncelikle lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur) , Hâkimiyet yalnızca O’na mahsustur. akîdesini kabul ile başkalarının hâkimiyetini ve bu ana esasa dayanmayan tüm düzenleri, oluşumları reddeden bir Müslüman toplumun kurulması şarttır.
Fertlerinin bir kısmının kanun koyan rabbler, diğerlerinin de onlara uyan kullar olduğu bir toplumda, insanın gerçek manada ne hürriyeti ne de değeri vardır.
İslam’ın ana temeli olan ‘Lâ İlâhe İllallah, Muhammedun Resulullah ‘ şehadet cümlelerini gerçekleştirmek üzere , tek Allah’a kul olma ilkesine ihlasla sarılmaksızın ve bu kulluğun nasıl olacağı hakkındaki rehberliği sırf Peygamberimize (s.a.a) dayandırmaksızın hiç bir ferdin ve hiç bir cemaatin hayatında İslâm var olmaz.
İslâm’ da cihat, savunma savaşı değildir; zira ilk harekete geçen taraf olmak, hakikati temsil eden İslâm’ın hakkıdır.
Allah’ın pazarında revaçta olan mal imandır.
Mümin; değerlerini, düşüncelerini insanlara dayandırmaz ki, insanlar beğenmediğinde üzülsün. Bunları yalnızca Rabbinden alır. O ona kâfidir. Değerlerini, düşüncelerini yaratıkların arzularına dayandırmaz ki, arzularıyla birlikte bunlar da değişsin. Onları yalnızca; değişmeyen, sapmayan hakkın ölçüsünden alır.
Bir toplumda hüküm süren değer, ölçü, ahlak ve davranış kuralları, doğrudan bu toplumda egemen olan düşünceyle ilişkilidir.
Allah’ın kullarına yönetilen düşmanca saldırı, işte Allah’ın otoritesine böylesi bir saldırıdan doğuyor. Sosyalist düzenlerde insanların topluca ihanete uğraması, kapitalist düzenlerde bireyin ve toplumun sömürge ve sermayenin baskısı altında kalarak zulüm görmesi, Allah’ın otoritesine saldırının ve Allah’ın insana bağışladığı kutsallığı yadırgamanın ortaya çıkardığı sonuçtan başka bir şey değildir.
gerçekten bilenler, fikirlerine hayat veren şeyin, o fikirlerin gerektiğinde kanla sulanması olduğunun bilincinde olanlardır.
Teorik açıdan Müslüman bireyler, canlı bir cahili topluma entegre olmaları halinde her zaman için o toplumun isteklerine tabi olmak mecburiyetinde kalacaklardır.
İslam’da yöntem, öz ile eşdeğerdir. Bu ikisi arasında herhangi bir ayrılık yoktur. İslam’ın kendi yöntemi dışındaki hiçbir yabancı yöntem sonuç itibariyle İslam’ı hâkim kılamaz.
Şüphesiz ki bu Kur’an, en doğru yola iletir
(İsra/9)
Kur’an’ın kısım kısım indirilmesi gibi, dura dura okunmasındaki maksat, teorik biçim değildir; aksine bunda amaç, akideden meydana gelen canlı bir varlık şeklindeki yapısının tesis edilebilmesidir.
İslâm’a göre vatan,akidenin hâkim olduğu, Allah’ın koyduğu şeriat ve hayat biçiminin uygulandığı herhangi bir bölgedir.Zira insana yaraşan vatan kavramı da ancak budur.
Aralarında akide bağı olduğu zaman başka bağlara gerek yok,bütün müminler kardeştir.Çünkü Ancak müminler kardeştir. İlkesi,bu prensibi kesin bir yapıya kavuşturmuştur.
‘Cahiliyye toplumu;inançta,ibadette,yasama ve yürütme ile ilgili düzenlemelerde varlık kazanması,yaşanılır kılınması gereken tek Allah’a kulluk etme temeline dayanmayan her toplumdur.Bu özlü tanıma göre,günümüzdeki toplum türlerinin tümü cahiliyye toplumudur.’
‘Müslüman cihada çıkmadan önce en büyük savaşı,kendi nefsinde şeytana,şehevi duygularına,bitmek bilmeyen ihtiraslarına,menfi yöndeki eğilimlerine;şahsi,ailevi,kabilevi ve ulusal çıkarlarına,kısaca İslami değerlerin dışında kalan tüm değerlere karşı en çetin savaşı,başarı ile verir.’
‘Sözle mesaj ulaştırma ve lisanen tebliğ,ancak İslami akide ile fertler arasındaki manaların tamamen ortadan kaldırılıp,insanlar kendi özgür iradeleri ile o akide ile baş başa kalabildiği,söz konusu manaların etkilerinden tamamen kurtuldukları zaman ve mekanlarda mümkündür.’
‘İslam,sadece Arap uyruğu taşıyan insanları kurtaran ve yalnızca onları özgürlüğüne kavuşturan bir bildiri;sadece Araplara özel bir mesaj değildir.O’nun konusu ‘nevi beşer’,ilgi alanı ise tüm dünyadır.
‘Kuran sadece insanın ‘fıtratına’ sesleniyordu.Kendi varoluş bilincine varan ve çevresindeki oluş sistemini algılayabilen insan fıtratına.’
‘Başlangıçta teslimiyeti kabul etmek imanın bir gereğidir.Böylesi bir teslimiyet sayesinde benlikler,daha sonra İslam’ın yasama ve yürütme ile ilgili düzenlemelerini gönül hoşluğu ile kabul eder;herhangi bir yükümlülükle karşılaştıklarında ona karşı çıkmaz,yürütmeye sokulmasını engellemezler.’
İmanın ötesinde yalnızca küfür, İslam’ın ötesinde de sadece cahiliye vardır. Bir şey İslami değilse cahilidir. Hakkın ötesi yalnızca dalalettir.
İslam, insanları göğe uzansınlar diye toprak bağlarından; yüceler yücesine yükselsinler diye de kan prangalarından kurtarmıştır.
Kuşkusuz Kur’an ancak, eylem için bilgi edinme ruhu ile kendisine yönelen ruha açar, bütün zenginliklerini.
Zira akide meselesi varlık ve insanlık meselesidir.
Zira akide meselesi,insanın hiç bir zaman değişime uğramayan temel sorunudur.
ilk Müslüman neslinin izinden gitmek istiyorsak, o zaman nefsimize hükmetmeyi öğrenmek zorundayız.
kendi değer ve fikirlerimizden az da olsa taviz vermeyeceğiz.
Bizim ilk hedefimiz kendimizi değiştirmektir ki daha sonra toplumu değiştirebilelim.
duydukları şeyi hemen hayatlarına uygulamak için yaklaştılar. Kur’an-ı Kerim’in çok sayıda ayetini bir seferde öğrenmediler çünkü bunun omuzlarına kaldıramayacakları bir görev ve sorumluluk yükleyeceğini anlamışlardı. Bir seferde en fazla on ayet okuyor, onları ezberliyor ve hayatlarına geçiriyorlardı.
Bu anlayış; manevi olgunluk ve ilme ulaşma yolunu açık tutuyordu. Eğer Kur’an’ı öğrenmek, tartışmak ya da bilgi edinmek için okusalardı, bu kapılar açık kalmazdı. Ayrıca harekete geçmek daha kolay, yükler daha hafifti ve hayatlarında ve karakterlerinde eriyip karışan Kur’an ahlaklarının bir parçası olmuştu; böylece imanın birer yaşayan örneği haline geldiler. Akıllarda ya da kitaplarda saklanmış bir iman değil, kendini dinamik bir şekilde ifade eden ve koşulları, olayları ve hayatın akışını değiştiren bir iman.
Peygamberimiz (sav)ve dostlarının beslendiği kaynak Kur’an-ı Kerim’di.
Kur’an-ı Kerim susuzluklarını dindirdikleri tek kaynaktı ve yaşamlarını biçimlendirdikleri tek kalıptı. Onların tek rehberiydi ve bunun nedeni medeniyetten, kültürden, bilimden, kitaplardan ya da okullardan yoksun olmaları değildi.
İhtiyacımız olan şey karalılıkla yola koyulacak ve bu yolda yürümeye devam edecek, tüm dünyayı saran cahiliye denizini aşacak bir öncü koldur. Bu süreçte her yanı saran bu cehaletten hem kendini bir dereceye kadar uzak tutmalı, hem de onunla bir şekilde bağlarını koparmamayı başarmalıdır.
İslam’ın önerdiği yaşam tarzı eşsizdir. İslam haricindeki sistemlerde insanlar o ya da bu şekilde ibadet edebilirler, ama sadece İslami yaşam tarzı insanları birbirlerinin kölesi olmaktan kurtarır ve sadece Allah’a kulluk etmelerini, sadece onu rehber edinmelerini ve sadece ona boyun eğmelerini sağlar.
Batı sistemi kendi döneminin sonuna geldi çünkü insan ırkının lideri olmasını sağlayan hayati değerleri kaybetti.
Allah’ın nûrunu ağızlarıyla(üfleyip) söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.
Zira son hüküm merciinin insan olduğu, otorite kaynağı olarak insanın alındığı tüm sistemler, rejimler; beşerin ilahlaştırıldığı, insanların Allah Teala dışında birbirlerini Rab edindiği düzenlerdir.
İlke olarak kalpler, şeriatın kendilerine hoş gelen hiçbir hükmüne muhatap olmaksızın sadece Allah Teala’ya yönelip boyun eğmeli, onun şeriatını kabulle diğer tüm sistemleri reddetmeli ve O’ndan başkasına kul olmamayı haykırmalıdır.
İlke olarak kalpler, şeriatın kendilerine hoş gelen hiçbir hükmüne muhatap olmaksızın sadece Allah Teâlâ’ya yönelip boyun eğmeli, onun şeriatını kabulle diğer tüm sistemleri reddetmeli ve O’ndan başkasına kul olmamayı haykırmalıdır.
İslâm nizamının dışındaki düzenlerin tümünde insanlar, şu veya bu biçimde birbirine taparlar.
İslâm davetçilerinin vazifelerinden biri de bu yolda karşılarına çıkarılabilecek hilelere, dolaplara aldırmamaktır. Yine hareket ve dinleri ile uyuşmayan yabancı bir yöntemin dayatılmasını reddetmek ve iman etmeyenler tarafından küçük düşürülmemek de İslâm davetçilerinin vazifelerindendir.
Kur’ân-ı Kerîm, akîde tesis etme uğruna koskoca bir on üç yılı, kesinlikle ilk kez indiği için sarfetmiş değildir. Eğer Allah Teâlâ dilemiş olsaydı Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını bir kerede ve toptan indiriverir, sonra da İslâm düşüncesinin anlaşılabilmesi için Müslümanları on üç yıl -bu süre daha az ya da daha çok olabilir- onu araştırmak üzere serbest bırakabilirdi.
Bugün biz de İslâm’dan evvelki cahiliyenin aynısı, hatta belki de daha koyusu içinde bulunuyoruz. Etrafımızdaki şeylerin tümü cahiliye damgası taşımaktadır. İnsanların bakış açıları, inançları, yaşama biçimleri, gelenekleri, kültür kaynakları, sanat ve edebiyatları, kanun ve hukuk düzenleri ve hatta İslâm kültürü, İslâmî kaynaklar, İslâm düşüncesi ve felsefesi saydığımız şeylerin pek çoğu bu cahiliyenin ürünüdür.
Zira son hüküm merciinin insan olduğu, otorite kaynağı olarak insanın alındığı tüm sistemler, rejimler beşerin ilahlaştırıldığı, insanların Allah Teâlâ dışında birbirlerini rab ittihaz ettikleri düzenlerdir.
İslam tebliğinin anlamı, zorla el konulmuş ilahî otoriteyi alıp tekrar Allah’a iade etmektir.
İslâmiyet; yeryüzünün kula kulluktan, insanlarınsa kula kulluğun bir değişik şekli olan nefsin hevalarına tâbi oluşundan kurtuluşunu hedefleyen alemşümul bir tebliğdir.
İslâmiyet’te cihad meselesi üzerine yazı yazan, akıl ve ruhca yılgınlığa kapılmış bazı şahıslar, kendilerince İslâm’ı bu suçlamadan (!) temizlemeye kalkışırken, onun inançlara baskı yapılmasını meneden lâ ikrâhe (zorlamanın olmaması) esası ile, üzerlerinde tahakküm uygulayarak birtakım manialar koymak suretiyle insanları Allah’a ubudiyetten kula kulluğa zorlayanlara karşı muamelesini birbirine karıştırmaktadırlar.
İslâm’ın kasdettiği barış, yalnızca İslâm akîdesine bağlı insanların yaşadığı muayyen bir toprak parçasının emniyeti biçimindeki ucuz barış değildir. O, dinin tamamının, tüm yeryüzünde sadece Allah’ın olduğu bir barışı hedefler.
İslâm’ın cihad anlayışını mutlaka bir müdafaa hareketi olarak isimlendireceksek bu durumda müdafaa mefhumunu; insanı, hürriyetini kısıtlayıp kurtuluşuna mâni olan her çeşit etkene karşı savunma olarak değiştirmeli ve genişletmeliyiz. Hem akîde ve düşüncelerinde ortaya çıkan etkenlere, hem de ekonomik, sınıfsal ve ırkçı temellere istinad eden siyasî düzenlerde temsil bulan etkenlere karşı insanın kurtuluşunu müdafaa
O’na göre köleliğin en büyüğü, insanların, yine kendileri gibi insanlar tarafından uydurulan hükümlere, sistemlere tâbi olup boyun eğmeleridir. Bu selahiyet Allah’tan başkasına tanınmaması gereken bir ubudiyet fonksiyonudur.
Sapık akîde ve bâtıl görüş açısı biçiminde tezahür eden manialara tebliğ ile karşı konulurken, bu akîde ve görüşlerin karmaşıklaştırdığı ırkçılığa, sınıfçılığa, ictimaî ve iktisadî yapıya sırtını dayamış mevcud siyasî otorite başta olmak üzere, maddî engellere de hareket ile karşı konulur.
Zira ortaya atıldığı ilk dönemlerde, insanî bir takım ideolojik ögeler taşıyan Marksist düşünce, hem Doğu hem de Batı dünyasından büyük kitleleri çekmeyi başardı. Ancak daha sonraki dönemlerde, Marksist düşüncenin temel ilkelerinde başgösteren bozulma, onu temel ilkelerden uzaklaşmış, totaliter bir devlet düzeni şekline dönüştürdü.
Bu dinin gereklerinin yerine getirilmesi karşısında bir tek şey vaad edilmişti. Bu vaadin içinde üstünlük ve egemenlik yoktu. Hatta bu dinin kendi elleriyle galip geleceği hususunda bir şey vaad edilmemişti. Dünya ile ilgisi olmayan tek bir şey vaad edilmişti onlara evet biricik vaad, cennet idi
Allah Resulüne güç gösterisi, milliyetçilik veya şan ve şöhret uğruna savaşan kişinin bütün bunları Allah yolunda yapmış olup olamayacağı sorulunca şu karşılığı verdi:’ ‘Kim ilayı kelimetullah için savaşırsa, işte o Allah yolunda savaşmış olur. ” Sadece bu amaç uğruna savaşılırsa şehid olunabilir; bu tek amaç dışında yani yalnızca Allah için savaşmadan başka bir hedefe ulaşmak için savaşılırsa şehid olunamaz.
Zira akide meselesi, insanın değişmez meselesidir. Çünkü akide, insanın varlık âlemindeki mevcudiyeti ve akıbeti, hemcinsleriyle ve diğer canlılarla olan ilişkisi, varlığın ve canlıların yaratıcısı ile olan ilişkisi meselesidir. O, değişmez bir meseledir; çünkü o, varoluşun ve insanın meselesidir.