İçeriğe geç

Yılların İzi Kitap Alıntıları – Mahir İz

Mahir İz kitaplarından Yılların İzi kitap alıntıları sizlerle…

Yılların İzi Kitap Alıntıları

Babamdan müsaadeyi perşembe günü akşam üstü aldım. Ertesi gün cuma olduğundan mektepler ve dâireler tatil idi. Hafta başı olan cumartesi günü sabahleyin mektebe gidip vazifeye başladım. 400 kuruş maaşla ve başmuallim vekili sıfatıyla devlet hizmetine girmiş oldum. Altı ay sonra boşalan muallim kadrosuna asil olarak tayin edildim. İlk maaşımı alınca babama götürdüm, elini öptüm ve parayı yanına bıraktım. Duâ ederek iâde etti. Ben de pazara giderek bir tepsi içinde Ankara balı alarak eve getirdim. Cenâb-ı Hakk bundan dolayı memuriyet hayatımda hiç acı göstermedi.
Ali Faik Efendi gerek terbiye ve zerâfeti, gerek giyinişi, hâl ve tavrı ile nazar-ı dikkatimizi celbederdi. Bütün varlığıyla örnek adamdı. Bana sûret-i husûsiyede teveccühü, onuncu sınıfta iken okuduğumuz Ebu’l Bekâ’nın Endülüs Mersiyesi ndeki bir kelimeden başlar. Manzûmede geçen bir kelimeyi (تیجان) Teyecan diye okumuştu. Sıranın başında oturduğum için manzûmenin tekrarını benden başlattı. Ben, tâc kelimesinin cem’i olan o kelimeyi tîcan diye okudum. Fevkalâde nâzik bir zât olduğu için Teyecan değil midir? dedi. Ben de cevaben Câmiü’s-Sagîr’den hocama okurken bu kelimeyi ‘tîcan’ diye okudum, tashih etmedi, hattâ iki hadîs-i şerif de hatırımdadır. dedim ve hadîsleri okudum. Dikkat ve takdirle yüzüme baktı, devam ediniz dedi. Ertesi ders sınıfa geldiğinde Dediğiniz doğrudur, kelime tîcân’dır” dedi. Kendisinin ilme hürmetini, tevâzuunu, ulüvv-i cenâbını o gün öğrenmiş oldum; hürmet ve sevgim bir kat daha arttı.
Bugün insanlıktan istifa ettik.
O halde iyi düşünürsen, birinci olayım derken ancak kendini oyalıyor ve aldatıyorsun. Şayet hayatta muvaffakiyet ve şeref istiyorsan, ikinci olmamaya bak
YAHYÂ REŞİD EFENDİ

İstanbul’un tanınmış âilelerinden olup, o zaman Ulemâ-i sitte denilen altı büyük âlim arasında adı geçen Mısır Kadısı Yahyâ Rediş Efendi bir fazilet ve istikamet âbidesi idi.

Mısır’da gördüğü dâvâlar arasında büyük ve nüfuzlu şahsiyetlere karşı metânetle dayanıp hakkı koruduğu, hemen hemen bütün Kahire halkı arasında yayılmış idi.

Mısır Kadılığından İstanbul’a dönerken, kendisini teşyi eden büyük halk kütlesi Yahyâ Kaadî Kudât Mısr (Yaşasın! Mısır’ın kadılar kadısı) diye tempo tutup tezahürat yapmıştır.

Zamanında İngiltere’nin Fevkalâde Komiseri bulunan Lord Krammer, Mısır hakkında yazdığı bir kitapta Yahyâ Reşid Efendi’nin fezâiline on bir sayfa tahsis etmiş ve Cübbesinin eteğini kirletmiş olsaydı, İstanbul’a beraberinde milyonlar götürebilirdi. demiştir.

Memdûh ise de herkes için sa’y ü amel,
İfratı eder neşvene îras-ı halel ;
Dãru-yı kanaatle müdãvat eyle,
Kalbinde uyuz illetidir tûl-i emel

(Çalışmak herkes için makbuldür.Fakat çoğuna gidersen neş’en kaçar.İçindeki sonsuz istekler uyuz hastalığı gibidir ; onu kanaatkârlık ilacı ile iyileştirmeye bak)

Oldu olacak, olmayacak olmadı asla
Hırs u tama’û meyl-i sülûke ne lüzum var?
Geçti o demlerde geçen rüzgãr
Kaldı hazin hatıralar yadigar
Muy-i siyah ak saça oldu bedel
Bak neler etti bana leyl ü nehãr
O ganiyim ki bu bãzãr-ı cihanda feleğe
Metelik vermek için bende bozukluk yoktur (Hafız Cemil Ararat)

Görmedim kimselerden rûy-i vefã
Sen görürsen selâmımı söyle (Hakim Senai)

Ey kerim ü rahim olan Allah!
Dergahında penãhımı(sığınak) bulayım
Şeyh ü rinde beni esir etme
Kul’um, ancak senin kulun olayım
Öyle bir kãfir-i mutlak ki yezid oğlu ayı,
Gûş i vicdanına Allah sesi kurşun gibidir.
Erbain olsun İlahî dilerim eyyamı
Gömdü tarih onu artık yeri gayyâ dibidir.
Eli boş gidilmez gidilen yere

Mevlâm boş gelmedim suç getirdim

Dağlar çekemezken o ağır yükü

İki kat sırtımda pek güç getirdim

Derdi kim bulsa, bulur azm ile dermana vüsûl,
Vermeyen can, bulamaz vuslat-ı canana vüsûl
Evvela düşmelidir ateşe manend-i Halil
İsteyen Hızır gibi çeşm-i hayvana vüsûl

Derde düşen dermanını da bulur.Canını vermedikçe canana kavuşamaz.Evvela İbrahim Halilullah gibi ateşe düşmelisin ; sonra Hızır gibi abı hayata kavuşursun.

Yãrab! bana sen ălemi zindan etme,
İdrãkimi hem hãlet-i nirãn etme,
Mădem ki iman ile ettin ãbãd,
İklim-i dili küfr ile viran etme
İcãb-ı kaza hükmünü eyler icra,
Tağyirine yok kimsede kudret asla
Mechul ise şayet bu hakikat sence
Malûm ola ki, kimseye kalmaz dünya
Cefa çekmez idim bundan ziyade,
Eğer bir hãr veyãhud kãv(öküz) olaydım,
Yaşardım ben de mesud u müreffeh,
Bunaklar hizbine savlãv(milletvekili) olaydım. Ömer Ferid Kam
Medeniyette çok terakki var,
Galiba müntehãsını bulacak.
Bu terakki devam ederse eğer,
Beşeriyet belasını bulacak
Ağlayan, bil ki bu alemde gülenden çoktur,
Ezeli cilve-i ma’kûsu budur devrãnın.
Duyduğun kahkahalar bezm-i ekãbirde bugün,
Mün’akis nevhasıdır zümre-i bedbahtãnın.
Ömer Ferid Kam
Bu alemde ağlayanlar gülenden çoktur.Bu dünyada eskiden beri böyle olagelmiştir.Büyüklerin, zenginlerin meclislerinden işittiğin kahkahalar, bahtsızların akseden feryadıdır.Yani herkes kendi zevkine bakıyor.Istırap ve felaket içinde çırpınanları düşünen yok
sefaletle geçer ömrün muhakkak
pederden yoksa şayet mal-i mevrus (miras)
sefaletten halas olmak istersen
tereddüt yok ya meb’us ol ya deyy..
Çekilmez bir beladır ihtiyarlık,
Hele munzăm olursa bir de darlık.
Serir-i izzetinde be-karar ol,
Senin olsun İlahî böyle varlık
Ömer Ferid Kam
Ne müselmãna müşãbihdi o, ne küffara
Okumak ruhuna İncil-i muharref lazım
Ömer Ferid Kam
Rızk için hiçbir ferde yoktur minnetim
Kendi sa’yimdir veliyyü’n nimetim
Ömer Ferid Kam
Geçti alemden adamlık devresi
İtimad et sen bu kavli răciha
Şimdi hayvanlıktadır feyz ü revaç
Rûh-ı ihsaniyyete El – Fatiha
Ömer Ferid Kam
Sağlığında nice ehl-i hünerlerin
Bir tutam tuz bile yokdur aşına
Öldürürüp evvel onu açlıktan
Sonra bir türbe yaparlar başına
Uğradık zannederim bir gönülün ăhına biz
Nereden düşdük İlăhi bu bela çăhına biz
(Çah : Kuyu). Ömer Ferid Kam
Zat-ı Hakk’dan taleb vukuunda
Kalbden masiva silinmelidir,
Her dua müstecăb olur amma
Talebin sûreti bilinmelidir(Talat Bey)
Kadı ola davacı, muhzır (mübaşir) dahi şahid, ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet.
İstanbul’da müsteşrik konferansına gitmiştim.Osman Rascher’e Bu şark ilmî bilginleri arasında bir adam bana tanıtınız ki, edebiyatı Arabiyeden müşkil beyitleri kendisine sorayım O.Rascher : Bunlar arasında garp metodu ile yetişmiş alimler arasında öyle bir adam bulamazsın.Soracağın beyitin kimin olduğunu söylersen, onlar sana o zatın divanının kimler tarafından şerhedildiğini söylerler Sen gidip onlara bakıp öğrenirsin demişti.İşte Şark bunun aksine bir metot ile yetişti.Herşeyi hafızasına almak istedi.
İlim insanın kendisindendir.Kitaplarda değil derdi Şark.Garp tamamıyla bunun aksini iltizam etmişti.
Osman Rascher bir gün derste bana Ben şaşıyorum.Öyle şeyler biliyorsunuz ki, nasıl bildiğinize hayret ediyorum.Fakat öyle şeyler bilmiyorsunuz ki, nasıl bunu bilmediğinize şaşırıyorum. demişti.Bende: İşte buna metotsuz Şark usulü derler dedim.
Süleyman Nazif bey merhum bir gün Hüseyin Kazım Bey’e Ferid Bey’den (Kam) bahsederken derya gibi adam demiş.O da Ne içilir, ne geçilir cevabını vermiş ve gülüşmüşler.Sonra Süleyman Nazif bey vakayı Ferid beye anlatmış, Ferid bey Murdar da olmaz, demedin mi? diyerek parlak zaman zekasını ortaya koymuştur.
Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır
Bu ne güzel bir sözdü, demokrasinin ruhu idi.Hak ancak böyle korunurdu.Bu, kuvvetli bir iman eseri idi.İnanan adam önce hakkı korumakla mükelleftir.Hoca efendilerimiz de halka bunu öğretmekle mükelleftir.Nasıl olurda kendileri tatbik etmezdi.Bu sükût neden.İkinci seçimi garantiye almak için mi idi? Hadiseleri görmeyen ve muhitini bu kadar tanımayan kimse nasıl ikinci seçimden ümit edilebilirdi? İşte bu iman zaafı, bir milletin ruhunu tereddiye sürüklemek için kafi idi.
Mecliste bazı konularda Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey ve emsali bir kaç kişiden başka cesaretle konuşacak kimse çıkmamıştı.Ben tahammül edemiyordum. Üstadın huzurunda aynı heyecanla konuştum.Akif Bey(Ersoy) : İşte adam onlar, Avni Beyler, Selahaddin Beyler.. Bize şeytan-ı ahres(dilsiz) derler dedi.Ben mahçup oldum.Kendisini hiç hatırımdan geçirmemiştim.Çünkü o gerektiğinde hiç sözünü sakınmazdı.Her ne kadar alenî celselerde konuştuğu görülmediyse de hafi(gizli) celselerde icap edince çok konuşmuştu.
Münir Bey ile M.Akif Bey (Ersoy) Hafız divanı okuyorlardı.Münir bey durakladıkça Akif bey gazeli kaldığı yerden alıyor ezberden devam ediyordu.Elinde kitap yoktu.Akif bey’in hafızasına hayran kaldım.Sabahleyin Münir’e onsekizinci okutuşumdur.Daha önce onyedi kişiye okutmuş
Akif Bey ya okur, ya okutur, ya yazar, yahut fıkra söyler veya dinlerdi.Abes ve manasız sözlerden sıkılırdı.Uzatmadan keser, başka lakırdıya geçerdi.
Talat Paşa’nın altın saatini nezaket odacısına rehin verip iki altın ödünç aldığını söylerler ve istikametine bu hadiseyi örnek gösterirler. Talat Paşa’nın şahsen dürüst olması, sade bir hayat yaşaması, servet temin etmemesi gibi ferdi fazileti, kendisini, Hükümet ve Cemiyetin en nüfuzlu üç unsurundan biri olarak, tarih, millet, kanun ve amme vicdanına karşı taşıdığı mesuliyetten kurtarabilir mi? Mamafif, siyasi ve idari suçların cezası ekseriyetle MAHŞERE kalmaktadır
Milleti uyandıracak iki unsur vardı.Biri ilim diğeri adalet .Bunlar ne ilme ehemmiyet verdiler, ne de bütün icraatlarında adil oldular.Kendilerine uymayan fikirleri ezdiler.En büyük rehberleri Ziya Gökalp idi.Onun dışındaki her fikir ve her mütefekkir onlarca hiçbir kıymeti haiz olmadığı gibi, ezilip yok edilmeye mahkumdu.Hürriyetin icabı serbest seçime müsaade ediliyordu ; memleket bir zümre tarafından idare ediliyordu.Milletin istediğini değil, kendi isteklerini yapmak emelinde idiler
Talat Paşa’nın altın saatini nezaket odacısına rehin verip iki altın ödünç aldığını söylerler ve istikametine bu hadiseyi örnek gösterirler. Talat Paşa’nın şahsen dürüst olması, sade bir hayat yaşaması, servet temin etmemesi gibi ferdi fazileti, kendisini, Hükümet ve Cemiyetin en nüfuzlu üç unsurundan biri olarak, tarih, millet, kanun ve amme vicdanına karşı taşıdığı mesuliyetten kurtarabilir mi? Mamafif, siyasi ve idari suçların cezası ekseriyetle MAHŞERE kalmaktadır
Siyasette hakikati bulmak cidden zor şeydir.Siyaset zafere giden yolu aramaktan ibarettir.Siyaset adamı muzaffer devlet adamı demektir ; hak ve hakikat zaferden sonra aranır.
Buna răzî değil ukûl elbet,
Haktadır, hakdır en büyük kuvvet.
Fakat dünya kuruldu kurulalı tek düstur : Hüküm galebe çalanındır Tabiî, galiplerin durumu daima geçici olmuştur.Fakat onlar : Bir günün beyliği beylik derler.
Aldırır, gelmek için hak, yerine,
Birinin sărını bir diğerine.
Hak, yerine gelmek için, birinin intikamını ötekine aldırır
Takdire inananlar, zulmü def etmeye güçlerinin yetmediği yerde, sabretmesini bilirler.Hakiki zafer işte onlarındır.Hak tarafından beşarete mazhar olanlar, ancak o săbirlerdir.Düşünülecek vecizedir : Sabır : İnsanın bu ikinci şecaati birincisinden daha büyüktür Herşeyin hükmü herkesçe bilinmediğinden ve her istenmeyen şeyi herkes izale edemeyeceğinden, insanların birbirine sabrı tavsiye etmesi en hakimăne yoldur.Nefsine sabır telkin etmeyenler, binbir ıstırap içinde kıvranırlar.Uluhiyet davasına kalkanlardan, papuç tamircisine kadar bütün beşeriyet kaderin zebûnudur.
Hayretler içinde kaldım evvel
Hayret’de karar kıldım ahir.
Sen ne diyorsun? Bir kelime için bir hafta düşündüğüm olur. diye cevap verdi, donup kaldım. İşte o zaman Cenab’ın Tiryaki Sözler’ indeki bir cümlesini hatırladım. O zamanın eşsiz nesir üstadı, ince şairi Cenab Şehabettin Bey: Eserine uzun ömür dileyen, uzun zaman sarfeder. demişti. Safahat’ın bir mısraını değiştirmek mümkün olmadığıma göre, bu söz mahz-ı hakikattir.
Bir de fedailer zümresinin başı olan Kara Kemal, Küçük Tal’at, Abdülkadir Beyler gibi Rica’lül gayb dedikleri kimseler vardı. Bunlar pek dışarda görünmezlerdi; Üçler’den ve Kara Kemal’den direktif alırlardı.İç yüzleri belki, kendi içlerinden doğru olarak hatıra yazanlardan öğrenilecektir. Dışardan görünen ve işitilenler bunlardı.
Okuyucularım beni mazur görsünler, şimdi burada İttihat Terakki devri hakkında yine bir istitrat yapmak sırası geldi. Meşrutiyet inkılabında gördük ki, devletin başı olan padişahın otoritesi, Cağaloğlu’ndaki İttihat Terakki Fırkası Merkezi-i Umumisi olan, Şerefefendi sokağında oniki kişinin; ve onların da en kuvvetlileri bulunan Enver, Tal’at ve Cemal paşaların eline geçmişti. Yani milletin istikbali, altı asırlık bir saltanat ve kudretli bir elden çıkmış, bir partinin mes’uliyetsiz şahıslarının eline geçmişti. Bunlar hesaplarını birbirlerine vermekle mükelleftiler.
İlk maaşımı alınca babama götürdüm, elini öptüm ve parayı yanına bıraktım. Dua ederek iade etti. Ben de pazara giderek bir tepsi içinde Ankara balı alarak eve getirdim. Cenab-ı Hakk bundan dolayı memuriyet hayatımda hiç acı göstermedi.
Babam oturmamı işaret etti. Kapının yanına oturdum, yan cephesine müteveccihtim. Hiç yüzüme bakmadan Allah’tan gelen nimet reddedilmez dedi. Bu muvafakat cümlesi bugüne kadar hiç hatırımdan çıkmadı. Bütün memuriyet hayatımda hiç bir zaman bir işe talip olmadım; daima matlup oldum ve vazifeye davet edildim. Cenab-ı Hakk’a bundan dolayı ne kadar şükretsem azdır.
Hocalar, çalışkanlar kadar tembelleri de tanırlar, orta halliler iz bırakmaz.
İnsanlar şekil bakımından birbirinin eşidir. Babaları Adem, anaları Havva’dır.
Bu dünya, dersi bitmeyen hakikatler mektebidir. Orada en olgun muallimler bile birer talebe gibidir.
– Menkıbe –

Eski devirde paşanın biri dalkavuğunun zekâsını, kudretini misafirlerine göstermek için huzuruna çağırır, sonra da patlıcanı medhetmeye başlar. Hiçbir sebzenin bu kadar çeşitli yemeği olmadığını, hepsinin ayrı lezzette bulunduğunu, her yemeğin kendisine göre olan güzelliğini birer birer sayarken, dalkavuk da aynen iştirak ile Paşa’yı teyid eder dururmuş.

Aradan bir çay faslı gelip geçtikten sonra, Paşa, sözü yine yemekten açarak patlıcana getirmiş ve bu defa patlıcanın şeklinin biçimsizliğinden, çekirdeğinden bahsedip, hatta acı patlıcanı kırağı vurmayacağı darb-ı meseleni öne sürerek, Böyle bir söz hangi sebze için söylenmiştir? Doğrusu hiç hoşlandığım şey değildir! diye patlıcanın aleyhinde söze devam etmeye başlamış. Dalkavuk da: Doğrudur efendim, hakikaten bir kere acısına tesadüf ederseniz, ömrünüzde bir daha patlıcan yemezsiniz gibi yâveler savurunca, Paşa birden kızıp: Yarım saat evvel patlıcanı medhettim, iştirak ettiniz; şimdi beğenmediğimi söylüyorum, yine beni tasdik ediyorsunuz. Bu ne biçim mizaçtır, nasıl karakterdir? deyince, dalkavuk hemen şu cevabı vermiş: Paşam! Ben zât-ı âlinizin dalkavuğuyum, patlıcanın değil!

(Mahir İz, Yılların İzi, sh. 140, İstanbul, 1990)

Bir gün sâde kahvesini getirmeye gitmiştim. Dönüşte elinde tashih edilmekten beyazı kalmamış bir sahifeye baktığını gördüm. Kahvesini verdikten sonra, ben de dikkatlice baktım. Bir de ne göreyim? Asım’ın bir tashih sahifesi. Ben birdenbire hayrette kaldım. Safahât’i okurken bize öyle gelirdi ki, Üstâd sânihalarını hiç düzeltmeden sahifelere geçiyor, çünkü ifâdeler o kadar tabiî ve selis ki, mısraların bir düşünce mahsûlü olduğu kať’iyen hatıra getirilmiyor. Kendisine bu husûsu söyleyince: “Sen ne diyorsun? Bir kelime için bir hafta düşündüğüm olur. diye cevap verdi, donup kaldım. İşte o zaman Cenâb’ın Tiryaki Sözler’indeki bir cümlesini hatırladım. O zamanın eşsiz nesir üstâdı, ince şairi
Cenâb Şahâbeddin Bey: Eserine uzun ömür dileyen, uzun zaman sarfeder. demişti. Safahât’ın bir mısrasını değiştirmek mümkün olmadığına göre, bu söz mahz-ı hakikattir.
İcâb-ı kaza hükmünü eyler icra,
Tağyîrine yok kimsede kudret asla.
Meçhul ise şayet bu hakikat sence,
Malum ola ki, kimseye kalmaz dünya

Allah’ın takdiri yerini bulur, kimse onu değiştiremez. Eğer bu hakikati bilmiyorsan, bu dünyanın kimseye kalmayacağı malumun olsun.

Ne sendendir, ne bendendir, ne çarh-i kîneverdendir,
Bu derd-i ser hümâr-ı neşve-i câm-o kaderdendir.
Nefsine sabır telkin etmeyenler, binbir ıstırap içinde kıvranırlar.
Ahmed Midhat Efendi, damadı Muallim Nâci vefat edince Ahmet Rasim’e demiştir ki:

Oğlum Râsim! Biliyor musun ne kaybettik? Hazîne desem, hazîne yanında tamtakır kalır.

Dersi bitmez bir debistân-ı hakayıkdır cihân
Onda en kâmil muallimler sebak-handır bütün.

Bu dünya,dersi bitmeyen hakikatler mektebidir.
Orada en olgun muallimler bile birer talebe gibidir.

İnanmak istemeyeni hiçbir kuvvet inandıramıyor.

Hidâyet senden olmazsa,dirâyet neylesin yâ Râb!
Arabça bilse de Bûcehl’e âyet neylesin yâ Râb?

*Bûcehl:Ebû Cehil

Montesquieu’nun Her millet layık olduğu idareye mazhar olur sözünü söyleyişinden bin sene evvel,en büyük hikmet ve hakikatleri bütün hakikatleri bütün cihana ilan eden son Peygamber Hz.Muhammed a.s Siz nasılsanız ona göre idare olunursunuz düstûrunu vaz’etmişti.

Montesquieu’nun menbaı da o idi.Fakat Şark kültüründen bihaber Garp hayranları,bütün sosyal kaideleri Garp medeniyetinin vaz’ettiğine inanıyorlardı.

Eserine uzun ömür dileyen,uzun zaman sarfeder.
Birincilik istersen sana bir gurur gelir,başkalarını küçümsersin,bu bir ahlâki zaaftır.
Sonra gayen tamamlandığı için olduğun yerde kalırsın,başkaları yine seni geçer.

Halbuki ikinci olmayacağım dersen,dâima birincilerin arasında bulunursun.Nerede birinci varsa ona yetişmeye çalışırsın,bu suretle dâima ilerlersin.

“Harf bir milletin şiârıdır. Harf değişirse millet hüviyetini,tarihini kaybeder, böyle bir şey olmaz.”
O kadar mâilim ki uzlete ben
Kaçarım, yaklaşırsa gölgemden .

**Yalnızlığa o kadar istekliyim ki gölgem bana yaklaşsa ondan bile kaçarım .

Kusurlarımın afvını, yanlışlarımın tashîhini okuyanlarımdan bilhassa rica ederim. Muvaffakiyet hâsıl olursa, Hakk’ın lûtfudur;şükrederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir