John Berger kitaplarından Yedinci Adam kitap alıntıları sizlerle…
Yedinci Adam Kitap Alıntıları
Adamın biri kafasında var olduğundan korktuğu bir hastalığı ortaya çıkaracak bir makina olup olmadığını soruyor ona: Okuma-yazma bilmemektir bu hastalık.
Marx (1867): Fabrikada işçinin dışında cansız bir çark dönmektedir; işçi bu çarkın sadece bir parçası durumundadır fabrikada çalışmak, ayrıca sinir sistemini son derece yorar, kasların değişik hareketlerini kısıtlar, insanın bedensel ve düşünsel etkinliğini en küçük zerresine kadar özgürlükten yoksun bırakır.
Bu arada, kapitalist sistem kendi ülkesinin işçilerine işlerinin kölesi oldukları gerçeğini unutturmak için onları birer tüketici durumuna sokmuştur. Ford fabrikasında çalışan bir İngiliz işçisi: Burada senin başardığın bir şey yok. Robotlar bile yapabilir bu işi. Gerizekâlılara göre ayarlanmış her şey. Düşünmeni gerektirmiyor. Bunu da söylüyorlar açıkça. ‘Sana düşünesin diye para vermiyoruz,’ diyorlar. Zamanla herkes anlıyor önemli bir iş yapmadığını. Sıradaki yerine bakıyor yalnız. Para için. Kimse başarısız olduğunu kabul etmek de istemiyor elbet. İnsanın kendisini çarkın sadece bir dişi olarak düşünmesi hiç de hoş değil. Onun için aldığı ücrete bakıyor işçi; bu paranın karısı ve çocukları için neler yapabileceğine bakıyor. Başka bir açıklaması yok bunun.
Bir başka insanın yaşantısını anlamak için, insanın dünyayı, kendi bulunduğu yerden göründüğü gibi görmekten vazgeçip, onu, o öbür insanın bulunduğu yerden göründüğü gibi yeniden görebilmesi gerekir. Örneğin, bir başkasının yaptığı seçimi anlayabilmek için, kafasında karşı karşıya kalabileceği seçenek yoksunluğunu, kendisine bir seçim hakkı tanınmayabile ceğini düşünmesi gerekir. Toklar açların hangi seçeneklerle karşı karşıya olduklarını anlama yeteneğinden yoksundurlar. Bir başkasının yaşantısını anlayabilmek için, ne kadar beceriksizce de olsa, dünyanın parçalarının sökülüp yeniden takılması gerekir. Bir başka insanın öznel yaşamına girmekten söz etmek yanıltıcıdır. Bir başkasının öznelliği aynı dış gerçeklere bir başka kişisel yaklaşımdan ibaret değildir. Kendisinin merkezi olduğu gerçekler dünyasıdır değişik olan.
‘Normal’ dediğimiz, bilinen bir durumu tümüyle kavramak güçtür: İnsan böyle bir durumda, daha çok, alıştığı birtakım tepkiler gösterir ki, bunlar tepki olmakla birlikte aslında o durumun bir gereğidir. Tarih, siyasal kuram, toplumbilim ‘normal’ denen şeyin sadece kurallara uygun olduğunu anlamamıza yardım eder. Ne yazık ki, bu bilim dalları daha çok bunun tersini yapmak, yani kalıpların değişmezliğini kutsal yasalarla pekiştirecek biçimde sorular sorup bu sorulara göre karşılık almak için kullanılır. Her gelenek başınıza gerçekten neler geldiği konusundaki belli birtakım soruları sormayı yasaklar.
sınır kendi ülkesinin coğrafi sınırıyla örtüşmüş ya da örtüşmemiş olabilir. Önemli olan coğrafi sınır değildir: Sınır sadece onun durdurulabileceği ve isteklerini gerçekleştirmesinin engellenebileceği yerdir. Sınırı geçtiği zaman, göçmen işçi olur.
Önündeki birkaç günlük geleceği o kadar çok bilinmeyenle doludur ki, zamanın akışı bu bilinmeyen geleceğin önünde durur ya da yön değiştirir.
Düşünüldüğünde, başlamak üzere olan gelecek, içinde dolaşılabilecek bir boşluk değil, bir duvardır. Tarihten kalma bir şehir duvarı gibi bir duvar.
Ama üzerinde zamanın ve çalışanların izleri olan bir duvar değil de, zamanı yadsıyan ve televizyon ekranına benzeyen bir duvar. Arada bir üzerinde birtakım görüntüler beliren, ama boş olduğu zaman, arkasına hiçbir şey geçirmeyen donuk bir bulut. Yarı uykulu haliyle duvara yaklaşır ve kendisine bir giriş yeri arar. Sonra, sırtını duvara döner, geçirdiği son birkaç gün de olanları anımsar.
Şehirleşmiş ülkelerin ekonomisi bakımından göçmen işçiler ölümsüzdürler; ölümsüzdürler çünkü sürekli olarak yerleri başkalarıyla doldurulabilir. Göçmen işçiler doğmaz, yetiştirilmez, yaşlanmaz, yorulmaz, ölmezler. Bir tek işlevleri vardır onların: çalışmak. Hayatlarının bütün öbür işlevleri geldikleri ülkelerin sorumluluğu altındadır.
Azgelişmiş olmak yalnızca soyulmak ve sömürülmek demek değildir: Aynı zamanda yapay bir durgunluğun pençesine düşmek demektir.
Göçmen işçiyse yaşamak ister. Onu göç etmeye zorlayan yalnızca yoksulluk değildir. O kendi kişisel çabasıyla içine doğmuş olduğu durumda eksik olan bir dinamizmi elde etmeye çalışmaktadır.
Yurtsuz olmak adsız olmak demektir. O, adı sanı olmayan bir göçmen işçi.
Hayal edildiği için, hiç gerçekleşmemesi bakımından da masalsı bir yanı vardır kesin dönüşün. Çünkü kesin dönüş diye bir şey yoktur aslında.
Sözcüklerin bulanıklığından ötesini görebilme olanağı var mıdır?
Bir başka insanın yaşantısını anlamak için insanın dünyayı, kendi bulunduğu yerden göründüğü gibi görmekten vazgeçip, onu, o öbür insanın bulunduğu yerden göründüğü gibi yeniden görebilmesi gerekir.
Her şey bir başka şeyin parçasıdır.
Şehirleşmiş ülkelerin ekonomisi bakımından göçmen işçiler ölümsüzdürler; ölümsüzdürler çünkü sürekli olarak yerleri başkalarıyla doldurulabilir. Göçmen işçiler doğmaz, yetiştirilmez, yaşlanmaz, yorulmaz, ölmezler. Bir tek işlevleri vardır onların:çalışmak. Hayatlarının bütün öbür işlevleri geldikleri ülkelerin sorumluluğundadır.
Düşünüldüğünde, başlamak üzere olan gelecek, içinde dolaşılabilecek bir boşluk değil, bir duvardır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Adamın biri kafasında var olduğundan korktuğu bir hastalığı ortaya çıkaracak bir makina olup olmadığını soruyor ona : Okuma-yazma bilmemek bu hastalık.
Kış mevsiminde, uykuyla uyanıklık arasındaki tek ayrım soğuktur.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Yağmur altındaki bir çocuğun fotoğrafı; ne sizin, ne de benim tanıdığımız bir çocuk. Karanlık odada kağıda basarken, ya da bu kitabı okurken gördüğümüz zaman, tanımadığımız bir çocuğun varlığını canlandırıyor gözümüzde bu görüntü. Babası içinse çocuğun yokluğunu tanımlıyor.
Düşümde bir dost geldi beni görmeye. Çok uzaklardan. Sordum kendisine düşümde : Fotoğrafla mı geldin, yoksa trenle mi? Bütün fotoğraflar bir ulaşım biçimi, yokluğun bir dile gelişidir.
Şu dünyada düşeceksen yollara,
İyisi mi yedi kez doğmaya bak
Bir kez, yangın çıkan bir evde doğ,
Bir kez, buzdan soğuk sellerde,
Bir kez, azgın deliler arasında,
Bir kez, olgun bir buğday tarlasında,
Bir kez de kimsesiz bir manastırda,
Bir ağızdan ağlayan altı bebek, yetmez:
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Canını kurtarmak için dövüşeceksen,
Karşısında yedi kişi görmeli düşmanın,
Biri, pazar günü dinlenen bir işçi olmalı,
Biri, pazartesi sabahı işe başlayan,
Biri, para düşünmeden bir şey öğreten,
Biri, boğularak yüzme öğrenen,
Biri, koca bir ormanın tohumu olan,
Biri de yiğit atalarının koruduğu bir torun,
Ama onların bu hünerleri de yetmez,
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Bir kadın mı bulacaksın kendine,
Yedi erkek birden düşmeli o kadının peşine,
Biri, güzel sözlere kanan,
Biri, başının çaresine bakan,
Biri, kendini hayalci sanan,
Biri, eteğinin altından kadını okşayan,
Biri, hiçbir numarayı yutmayan,
Biri, kadının düşürdüğü mendile basan;
Sinek gibi vızıldasınlar kadının çevresinde,
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Yazmak geliyorsa elinden,
Yedi kişi birden yazmalı şiirini,
Biri, mermerden bir köy kuran,
Biri, uykusundayken doğan,
Biri, göğün haritasını çizen,
Biri, adı sözcüklerle anılan,
Biri, ruhunu yetkinleştiren,
Biri, diri fareleri kesip biçen,
İkisi yiğit, dördü akıllı;
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Ve her şey yazıldığı gibi olursa,
Yedi kişi için öleceksin,
Bir, beşiği sallanıp emzirilen,
Bir, diri genç bir memeyi kavrayan,
Bir, boş tabakları fırlatıp atan,
Bir, kazansın diye yoksula omuz veren,
Bir, yıkılıncaya kadar çalışan,
Bir sadece durup aya bakan kişi için.
Dünya mezar taşın olacak;
Sen kendin yedinci olmaya bak..
Attila Jozsef
“Adamın biri kafasında var olduğundan korktuğu bir hastalığı ortaya çıkaracak bir makina olup olmadığını soruyor ona: okuma yazma bilmemek bu hastalık. “
Devrimci bir partinin önderliği olmadan,kırsal yoksulluğu yaratan ve sürdüren ekonomik ve toplumsal ilişkiler değişmeyeceğe benzer.Bu yüzden en girgin olanlar kendilerine umut verici görünen tek şeyi yaparlar: Köylerinden ayrılırlar.
Az gelişmiş olmak yalnızca soyulmak ve sömürülmek demek değildir: Aynı zamanda yapay bir durgunluğun pençesine düşmek demektir.
Köyden ayrılıp şehirde başarı kazandıktan sonra köye dönenlere kahraman gözüyle bakılır.O da vaktiyle konuşmuştur onlarla.
Düşümde bir dost geldi beni görmeye.Çok uzaklardan.Sordum kendisine düşümde: Fotoğrafla mı geldin,yoksa trenle mi? Bütün fotoğraflar bir ulaşım biçimi,yokluğun bir dile gelişidir.
Eşitliğin yetenek ya da görevle hiçbir ilgisi yoktur: Eşitlik varlığın tanınması demektir. Kilise dünyayı ve cenneti hiyerarşiye göre düzenlemiştir.
Fakat ruh düşüncesini inandırıcı kılmak için de, herkesin Tanrı önünde eşit olduğu ilkesini kabul etmek zorunda kalmıştır.
Karamazof daha da ileri giderek, “ Bütün insanlar kurtulmayacaksa, bir kişinin kurtulmasının ne önemi var?” diye sormuştur.
Müzik şimdiki zamanı kısaltır, onu parçalara bölüp onunla insan ömrüne ulaşan köprüler kurar. Şarkıyı dinleyen de, söyleyen de müziğin belli bir amaca yönelişimini benimser ve onda geçmişin, şimdiki zamanın ve geleceğin yitirilmiş bir karışımını bulur. Müziğin devam ettiği sürece kurduğu
köprü üzerinde geriye ve ileriye doğru gidip gelir. Müzik sona erince zamanın anlamsızlığı kendini yeniden duyurur. Şimdiki zamanın insana anlamsız gelmesi kendisini ölü gibi, mahkûm edilmiş gibi hissetmesi demektir.
Ölüm geçmişi dondurur, geleceğiyse ortadan kaldırır.
‘Normal’ dediğimiz şey ancak onun karşıtı olan bir eylemle, yani ‘anormal’, ‘aşırı’, ya da devrimci bir eylemle karşı karşıya geldiği zaman tam olarak ortaya çıkar. Normal ‘normalliği’nden böylece sıyrılınca, insanın kuraldışı olduğu duygusu kendisini aşar ve içinde yaşadığı tarihsel anın tümüne ulaşır.
Ford fabrikasında çalışan bir İngiliz işçisi: Burada senin başardığın bir şey yok. Robotlar bile yapabilir bu işi. Geri zekâlılara göre ayarlanmış her şey. Düşünmeni gerektirmiyor. Bunu da söylüyorlar açıkça. ‘Sana düşünesin diye para vermiyoruz,’ diyorlar. Zamanla herkes anlıyor önemli bir iş yapmadığını. Sıradaki yerine bakıyor yalnız. Para için. Kimse başarısız olduğunu kabul etmek de istemiyor elbet. İnsanın kendisini çarkın sadece bir dişi olarak düşünmesi hiç de hoş değil. Onun için aldığı ücrete bakıyor işçi; bu paranın karısı ve çocukları için neler yapabileceğine bakıyor. Başka bir açıklaması yok bunun.
Bir başkasının yaşantısını
anlayabilmek için, ne kadar beceriksizce de olsa, dünyanın parçalarının sökülüp yeniden takılması gerekir. Bir başka insanın öznel yaşamına girmekten söz etmek yanıltıcıdır. Bir başkasının öznelliği aynı dış gerçeklere bir başka kişisel yaklaşımdan ibaret değildir. Kendisinin merkezi olduğu gerçekler dünyasıdır değişik olan.
Bir başka insanın yaşantısını anlamak için, insanın dünyayı, kendi bulunduğu yerden göründüğü gibi görmekten vazgeçip, onu, o öbür insanın bulunduğu yerden göründüğü gibi yeniden görebilmesi gerekir. Örneğin,
bir başkasının yaptığı seçimi anlayabilmek için, kafasında karşı karşıya kalabileceği seçenek yoksunluğunu, kendisine bir seçim hakkı tanınmayabileceğim düşünmesi gerekir. Toklar açların hangi seçeneklerle karşı karşıya olduklarını anlama yeteneğinden yoksundurlar.
Tekelci sermaye, bir yandan (kendi egemenliğinden kopmayı başaranların dışında) bütün sınıfları ve ulusları bilinen çeşitli biçimlerde sömürürken, bir yandan da bu toplumlar arasındaki ayrımları sürdürmek ve arttırmak için her çabayı gösterir.
Azgelişmiş olmak yalnızca soyulmak ve sömürülmek demek değildir:
Aynı zamanda yapay bir durgunluğun pençesine düşmek demektir.
Her pazar biz çocuklar ayine katılmadan önce kilisenin dışında oynar, birbirimize şöyle derdik: Ayinden sonra, köyün girişindeki haçın oraya gidelim, bir çukur açıp cennete varıp varamayacağımızı görebilecek miyiz bakalım
Şu dünyada düşeceksen yollara,
İyisi mi yedi kez doğmaya bak.
Bir kez, yangın çıkan bir evde doğ,
bir kez, buzdan soğuk sellerde,
bir kez, azgın deliler arasında,
bir kez, olgun bir buğday tarlasında,
bir kez de kimsesiz bir manastırda.
Bir ağızdan ağlayan altı bebek, yetmez:
sen kendin yedinci olmaya bak.
Geçmiş ve gelecek zamanın öğeleri şimdiki zamanla bir karışım meydana getirme özgürlüğü içindedir.
Göçmen işçi kendi iradesinden daha güçlü bir akımın farkına varırsa, bunun ne olduğunu ayrıntısıyla anlamaya çalışmadan, onu hayatın akışı olarak yorumlar. Başına gelenlerin bütünlüğü ve anlaşılmazlığı onda gizli bir kaderciliğe yol açar ve özel bir dayanıklılığın ve korkusuzluğun oluşmasını sağlar. Bu onun direnmeyeceğini, her türlü haksızlığa göğüs gereceğini göstermez. Sadece içinde yaşadığı trajedinin kendisine yapılan her türlü açıklamadan daha gerçek olduğu anlamına gelir. Ama onun bilmediği ve öğrenmek için çaba göstermediği tarih oradadır: Bu tarih onun durumunun bir parçasıdır, onun yaşantısına karışmış, onun trajedisinin bir parçası olmuştur.
Normal dediğimiz, bilinen bir durumu tümüyle kavramak güçtür: İnsan böyle bir durumda, daha çok, alıştığı birtakım tepkiler gösterir ki, bunlar tepki olmakla birlikte aslında o durumun bir gereğidir. Tarih, siyasal kuram, sosyoloji normal denen şeyin sadece kurallara uygun demek olduğunu anlamamıza yardım eder. Ne yazık ki bu bilim dalları daha çok bunun tersini yapmak, yani, kalıpların değişmezliğini kutsal yasalarla pekiştirecek biçimde sorular sorup bu sorulara göre karşılık almak için kullanırlar. Her gelenek başınıza gerçekten neler gediği konusundaki belli birtakım sorular sormayı yasaklar.
Bu arada kapitalist sistem kendi ülkesinin işçilerine işlerinin kölesi oldukları gerçeğini unutturmamak için onları birer tüketici durumuna sokmuştur. Ford fabrikasında çalışan bir İngiliz işçi: Burada senin başardığın bir şey yok. Robotlar bile yapabilir bu işi. Geri zekalılara göre ayarlanmış her şey. Düşünmeni gerektirmiyor. Bunu da söylüyorlar açıkça. ‘Sana düşünesin diye para vermiyoruz’ diyorlar. Zamanla herkes anlıyor önemli bir iş yapmadığını. Sıradaki yerine bakıyor yalnızca. Para için. Kimse başarısız olduğunu kabul etmek de istemiyor elbet. İnsanın kendisini çarkın sadece bir dişi olarak düşünmesi hiç hoş değil. Onun için aldığı ücrete bakıyor işçi; bu paranın karısı ve çocukları için neler yapabileceğine bakıyor. Başka bir açıklaması yok bunun.
Geçmişteki insanlık dışı davranışların birer rastlantı olduğunu kanıtlamak için yaşama ve çalışma koşullarının düzeldiğinden, toplumsal refahtan, parlamenter demokrasiden, çağdaş teknolojinin nimetlerinden söz edilir. Büyük şehir merkezlerinde bu iddiaya genellikle inanılır da. Sömürünün en açık biçimleri Üçüncü Dünya’nın gelişmiş toplumlarda uzantıları olan bölgelerde gerçekleştiği için, bu sömürü büyük şehirlerde göze çarpmaz. Üçüncü Dünya’yı temsil eden bu bölgeler, coğrafi olduğu kadar kültürel özellikler de taşır. Paris’in hemen dışındaki bir gecekondu mahallesi bu dünyanın bir parçasıdır. Mahzenlerde yatıp kalkan göçmen işçiler bu dünyanın bir parçasıdır. Oradadırlar, ama onları kimse görmemektedir.
Bir başka insanın yaşantısını anlamak için insanın dünyayı, kendi bulunduğu yerden göründüğü gibi görmekten vazgeçip, onu, o öbür insanın bulunduğu yerden göründüğü gibi yeniden görebilmesi gerekir. Örneğin, bir başkasının yaptığı seçimi anlayabilmek için, kafasında karşı karşıya kalabileceği seçenek yoksunluğunu, kendisine bir seçim hakkı tanınmayabileceğini düşünmesi gerekir. Toklar açların hangi seçeneklerle karşı karşıya olduklarını anlama yeteneğinden yoksundurlar. Bir başkasının yaşantısını anlayabilmek için, ne kadar beceriksizce de olsa, dünyanın parçalarının sökülüp yeniden takılması gerekir. Bir başka insanın öznel yaşamına girmekten söz etmek yanıltıcıdır. Bir başkasının öznelliği aynı dış gerçeklere bir başka kişisel yaklaşımdan ibaret değildir. Kendisinin merkezi olduğu gerçekler dünyasıdır değişik olan.
Yağmur altında bir çocuğun fotoğrafı; ne sizin ne de benim tanıdığımız bir çocuk. Karanlık odada kağıda basarken, ya da bu kitabı okurken gördüğümüz zaman, tanımadığımız bir çocuğun varlığını canlandırıyor gözümüzde bu görüntü. Babası içinse çocuğun yokluğunu tanımlıyor.
Düşümde bir dost geldi beni görmeye. Çok uzaklardan. Sordum kendisine düşümde: Fotoğrafla mı geldin, yoksa trenle mi? Bütün fotoğraflar bir ulaşım biçimi, yokluğun bir dile gelişidir.
Yurtsuz olmak, adsız olmak demektir. O, adı sanı olmayan bir göçmen işçi.
geçici bir süre için yurdundan ayrılan göçmen işçi, duvarsız bir zindanda hapis cezası çeker gibi hisseder kendisini.
Ölüm, geçmişi dondurur, geleceği ise ortadan kaldırır.
Geçmişteki insanlık dışı davranışların birer rastlantı olduğunu kanıtlamak için yaşama ve çalışma koşullarının düzeldiğinden, toplumsal refahtan, parlamenter demokrasiden, çağdaş teknolojinin nimetlerinden söz edilir. Büyük şehir merkezlerinde bu iddiaya genellikle inanılır da./ Paris’in hemen dışındaki bir gecekondu mahallesi bu dünyanın bir parçasıdır. Mahzenlerde yatıp kalkan göçmen işçiler bu dünyanın bir parçasıdır. Oradadırlar, ama onları kimse görmemektedir.
Bir başka insanın yaşantısını anlamak için insanın dünyayı, kendi bulunduğu yerden göründüğü gibi görmekten vazgeçip, onu, o öbür insanın bulunduğu yerden göründüğü gibi yeniden görebilmesi gerekir. Örneğin, bir başkasının yaptığı seçimi anlayabilmek için, kafasında karşı karşıya kalabileceği seçenek yoksunluğunu, kendisine bir seçim hakkı tanınmayabileceğini düşünmesi gerekir. Toklar açların hangi seçeneklerle karşı karşıya olduklarını anlama yeteneğinden yoksundurlar. Bir başkasının yaşantısını anlayabilmek için, ne kadar beceriksizce de olsa, dünyanın parçalarının sökülüp yeniden takılması gerekir.
Göç, /insan emeğinin yoksul ülkelerden zengin ülkelere aktarılması anlamına gelir./
Makinaları olanlara insan da verilir.
Göçmen işçi, emek gücü eksikliği olan bir yere emeğini satmak için gelir. Kendisi o ülkeye belli bir işi yapmak üzere kabul edilmiştir. Bu işi yerine getirmekten başka bir hakkı ve gerçekliği yoktur. Gösterilen bu işi yerine getirdiği sürece kendisine ücreti ödenir ve kalabileceği bir yer verilir. O işi yapmasına gerek kalmadığı anda, geldiği yere geri gönderilir. Böyle göç edip gelenler insan değil, makina gözcüleri, süpürücüler, kazıcılar, harç karıcılar, siliciler, deliciler, vb.’leridir. Geçici göçün anlamı budur işte. Bir göçmen işçinin yeniden insan (koca, baba, yurttaş, yurtsever) olabilmesi için yurduna dönmesi gerekir. Ona hiçbir gelecek vadetmediği için terk etmek zorunda kaldığı yurduna.
Düşümde bir dost geldi beni görmeye. Çok uzaklardan. Sordum kendisine düşümde: Fotoğrafla mı geldin, yoksa trenle mi? Bütün fotoğraflar bir ulaşım biçimi, yokluğun bir dile gelişidir.
Bir göçmen işçinin yeniden insan (koca, baba, yurttaş, yurtsever) olabilmesi için yurduna dönmesi gerekir. Ona hiç bir gelecek vaat etmediği için terk etmek zorunda kaldığı yurduna
Yurtsuz olmak adsız olmak demektir. O adı sanı olmayan bir göçmen işçi.
Ölüm geçmişi dondurur, geleceğiyse ortadan kaldırır.
Göçmen işçilerin düzenli bir hayatları yoktur, yalnızca işleri vardır: Onlar için insan gibi yaşama koşulları değil, yalnızca çalışma koşulları söz konusudur.
Gökyüzü döğüşüyor bugün
sağ kalan görünmez kişilerle
Biz el sallıyoruz maden kuyusundan.
Göğün öyle yüksek bir yerinden düşmüş ki altın, toprağa vurduğu zaman, çok çok derinlere gitmiş.
Makineleri olanlara insan da verilir.
Doğanın yeterince ürün vermesi için ona rüşvet verilmesi gerekmektedir.
Bütün fotoğraflar bir ulaşım biçimi, yokluğun bir dile gelişidir.
Bu şehir bir gök icat eder
kendine
bir top kumaş gibi açar bu göğü
Gelecek için bugünden fedakârlıkta bulunmak aslında insanca bir davranış, insanlığın ana koşullarından biridir. Masallar, öyküler bunun örnekleriyle doludur. Bu bakımdan, söz konusu göçmen işçinin öyküsü tarihteki ilk gurbetçinin öyküsü kadar eskidir. İnsanın kendi ailesinin geleceği için para biriktirmesi, başkasından yardım beklememeyi ödev sayan kapitalist ahlâkın başlangıçtaki temel ilkelerinden biriydi. Bu ilkeyi örneklerle açıklayan binlerce on dokuzuncu yüzyıl masalı ve öyküsü vardır.
‘Normal’ dediğimiz şey ancak onun karşıtı olan bir eylemle, yani ‘anormal’, ‘aşırı’, ya da devrimci bir eylemle karşı karşıya geldiği zaman tam olarak ortaya çıkar. Normal ‘normalliği’nden böylece sıyrılınca, insanın kuraldışı olduğu duygusu kendisini aşar ve içinde yaşadığı tarihsel anın tümüne ulaşır.
Helâlleşmek demek kadere boyun eğmek demektir.