Yukio Mişima kitaplarından Yaz Ortasında Ölüm kitap alıntıları sizlerle…
Yaz Ortasında Ölüm Kitap Alıntıları
Genç olduğumda ben önce dostluk dedikleri şeye inanmakta güçlük çektim. Arkadaşım diyebildiğim insanlar hep aptallardı ve onlara karşı sabır gösteremezdim. Okul Bu aptal örgütlenme türü, bizi gündüzleri orada yaşamak, bize lütfedilen onlarca aynı sınıf öğrencisi içerisinden arkadaş seçmek zorunda bırakır.
Bizleri çıldırmaktan koruyan nedir? Yaşama gücü müdür? Egoizm midir? İnsanın sinsilikten sıyrılmasını sağlayan yegâne güç müdür? Yoksa, insanoğluna bireysel mutsuzluklardan başkası verilmemiştir de, yaşamla ilgili en sert cezalar bireysel yaşam gücünün dayanma sınırlarına göre mi verilmektedir? Her şey birer sınavdan mı ibarettir? Fakat yalnızca anlayıştaki kırılmalar bu bireysel mutsuzluk içerisinde sık sık anlamayı imkânsızlaştıran hayaller mi yaratmaktadır?
Farkında olmadan inleyivermiştim. Dönüp bana baktınız. Fakat o an içimde kopan fırtınayı hiçbiriniz anlayamadı
Miyo nihayet aydınlık caddeye ulaştı. Göğsü gevşemiş, içini gülme isteği kaplamıştı.
Herkesle aynıyım. Hiçbir farkım yok. Artık sırtımda hiçbir şey yok.
Beni düşünmeyin, yaşamamla ölmem arasında hiç fark yok.
Ölüm, yaz mevsiminin görkemli saltanatında daha derinden etkiliyor bizi.
Sonra bakar ben buna mı âşık oldum dersin. Benim gibi güzeller güzeli olsa neyse. Öylesini ara bul. Gerçi Japonya’da benim benzerim yoktur herhalde.
İnsanların yüreklerine yatırım yaparak servetine servet eklemişti.
Okul Bu aptal örgütlenme türü, gündüzleri orada yaşamak, bize lütfedilen onlarca aynı sınıf öğrencisi içerisinden arkadaş seçmek zorunda bırakır.
Koşuşturmaca içerisinde geçen gençlik yıllarımı bir türlü eğlenceli, güzel yıllar olarak anımsamayı beceremiyorum. “Her yere düşerken güneş ışıkları,” diyor Baudelaire, “tükendi gençliğim zifiri karanlık fırtınalarda.” Gençlik anıları tuhaf ölçüde trajedi haline getirilir. Neden büyümeye, o sürece ait anılar trajedi haline geliverir acaba? Bunu şu an bile anlayamıyorum. Kimse de anlayamaz herhalde. Yaşlılık yıllarındaki durgunlaşan bilgelikle, sonbahar bitimlerinde sık sık görülen o kuru aydınlığı yanında getirerek üzerimize dökülen güneş gibi, belki de aniden anlayıveririm. Yine de, anlamasına anlarım belki, ama o sırada bunun artık hiçbir önemi kalmamış olabilir.
Günler çözümsüzlükleriyle geçip gider.
Aslında savaşta ölmemiz gerekirdi ama yaşamak zorundaydık.
O gece uyuyamayıp da yatağımın içinde dönüp dururken o yaşımda düşünebileceğim her şeyi düşündüm. O mağrur halim nereye gitmişti acaba? Hep kendimden başka bir şey haline gelmemek için çabalamamış mıydım? Artık, içimde kendimden başka bir şey olma isteği güçlenmiyor muydu? Bir bakışta çirkin olduğunu düşündüklerim, güzelliklere dönüşüyor gibiydi. Çocuk olmanın lanetlenmişliğini ilk kez öylesine hissediyordum
Ayrılalım, sözünü söyleyebilmişti. Tek başına mavi gökyüzünü ikiye ayırmaya yetecek bir söz.
Ağlamaklı yüzünü annesine çevirerek, “Sandığımdan da güçlü bir insanmışım dedi.
Doğa, ölümden beslenerek güzelliğini arttırmıştı sanki.
Merhametsizce davranışlar karşısında güçlü durabilen insanları ne kadar sevdiğini ise çok az insan bilirdi.
Arkadaşım diyebildiğim insanlar hep aptallardı ve onlara karşı sabır gösteremezdim.
…, normalde uzak durmaya çalıştığımız mutsuzluk bizden intikam alır. …
… insanların ihtirasları arasında en sivri olanın, yani mutluluğun başkalarıyla aynı olma isteği olduğunu anlamaya başlamıştım.
… O gülüşmelerden sonra kırılgan, cam gibi bir sessizlik oluşuverdi. İki genç bu sessizliğin ne anlama geldiğini biliyordu.
… Yalnızca birbirine benzemekle bile, o iki insanın arasında sözcüklere gerek kalmayan anlayış, söylemeden anlaşılan düşünceler, sakin bir güven oluşuverir. …
Pencerenin ardından tuhaf sesler geliyor, dedim.
Irmağın sesi. Irmakla birlikte birçok şey akıp gidiyor.
Köpekler tam olarak yalnız insanlardan başkasına gerçek anlamda ısınmazlar.
Sabah oldu deyip gülebilmek, binadan aşağı atlamış biri diyerek gülebilmek isterdim.
Sıradan bir dostluk aşk gibi gelebilir, aşksa dostlukla karıştırılabilir. Herkesin, diğerinin gösteriş için taktığı maskeleri birer birer çıkarana kadar, şeytan maskenin omuzlarına ve dudaklarına kimsenin anlamayacağı çizgiler bırakır
insanı çılgınlığa sürükleyip ölümüne yol açacak bir olayın daha ne kadar ağır olması gerekiyordu? yoksa çılgınlık özel bir ilahî alana aitti de, insanoğlu asla gerçekten çıldırıyor muydu acaba? bizleri çıldırmaktan koruyan nedir? yaşama gücü müdür? egoizm midir? insanın sinsilikten sıyrılmasını sağlayan yegâne güç müdür? yoksa, insanoğluna bireysel mutsuzluklardan başkası verilmemiştir de, yaşamla ilgili en sert cezalar bireysel yaşam gücünün dayanma sınırlarına göre mi verilmektedir? her şey birer sınavdan mı ibarettir? fakat yalnızca anlayıştaki kırılmalar bu bireysel mutsuzluk içerisinde sık sık anlamayı imkânsızlaştıran hayaller mi yaratmaktadır?
çevresindeki yaşama yeni bir gözle bakmaya başladığında hemen her yerde terkedilmişliğin izlerini rahatça görebiliyordu. kendini uzun bir yolculuktan dönmüş gibi hissediyordu.
birkez daha çevresine baktı
her şey çok açık, çok netti. bu yalın ve acımasız yaşamın tadı, insanın içinde kaybolup gidebileceği ölçüde huzur yüklüydü.
her şey çok açık, çok netti. bu yalın ve acımasız yaşamın tadı, insanın içinde kaybolup gidebileceği ölçüde huzur yüklüydü.
Tomoko ilk kez gördüğü Tama Mezarlığı’ndaki manzaranın öylesine iç rahatlatıcı olmasına şaşırdı. ölülere bu kadar geniş bir alan mı ayrılmıştı? göz alabildiğine aydınlık, mavi bir göğün altında yeşil çimenlikler, iki yanı ağaçlıklı geniş yollar uzanıyordu. ölülerin kenti, yaşayanların kentinden daha düzenli ve daha temizdi.
bir kişi öldüğü zaman da, on kişi öldüğü zaman da, ardından aynı şekilde ağlanması ona mantıksız geliyordu. gözyaşı dökmek, ağlamak hangi duygunun yüze vuran ifadesiydi? insanlar onun hakkında ne düşünüyorlardı acaba?
sırtında kocaman bir leke taşıyan bir insanın kimi zaman haykırası gelebilir: hiçbiriniz bilmiyorsunuz ama benim sırtımda kocaman bir mor leke var!
Güzel bir kadınla baş başa yürüyen bir erkek hayranlık uyandırır ama iki kadının arasında yürüyen bir erkek gülünmeyi hak eder.
benzer gülümsemeler, benzer mahcup bakışlar, benzer mutluluktan havalara uçmalar. bunları gördükçe insanların ihtirasları arasında en sivri olanın, yani mutluluğun başkalarıyla aynı olma isteği olduğunu anlamaya başlamıştım.
Neyi beklediğimin çok iyi farkındaydım. Fakat onu bana verecek olan kişiliğime güvenim de yoktu. Kendi kuyruğunun peşinde dolaşan bir kedi gibi dönüp duruyordum.
Dil ile anlaşamadığından, derdini anlatmak için sürekli sahibinin gözlerine bakan bir koyun gibi dalgın gözlerler İmura’ya baktım Her şeyden kaçmak istiyordum.
Oğlan bir sigara daha çıkarıp yaktıktan sonra, zorla elime tutuşturup, İçmezsen söner, dedi. Ben de içtim. Az önceki birikintiyi andıran ateş kokusuyla beraber, bir an alev alev yanan bir ağaç hayali görüverdim.
Arkadaşlarım çoğunlukla, sıradan insanların arasına konulacak olsalar abartılı ve gölgelerle örtülü suratlarıyla hemen dikkat çekecek insanlardı. Kitap falan okumaz, cehalet timsali olarak dolaşırlardı. Trajedi onların ilgisini çekmezdi. Küçüklüklerinden beri acı ve coşku gibi yelpazenin uç kısımlarında yer alan duygulardan kaçmakta ustalaşmışlardı.
Ben, dostum diyebildiğim dostlarımın bana olan sevgisini erittim. Onların yaptıklarının tersini ama hep tersini yaptım.
Her yere düşerken güneş ışıkları, diyor Baudelaire, tükendi gençliğim zifiri karanlık fırtınalarda.
Genç olduğumda ben önce dostluk dedikleri şeye inanmakta güçlük çektim. Arkadaşım diyebildiğim insanlar hep aptallardı ve onlara karşı sabır gösteremezdim. Okul… Bu aptal örgütlenme türü, bizi gündüzleri orada yaşamak, bize lütfedilen onlarca aynı sınıf öğrencisi içerisinden arkadaş seçmek zorunda bırakır. …
Çocukluğun sımsıkı mühürlenmiş bir sandığı vardır. …
… Her yere düşerken güneş ışıkları, diyor Baudelaire, tükendi gençliğim zifirî karanlık fırtınalarda. …
Gelip geçiciliğin ağır havası ve zarif bir hiçlik duygusu, özellikle o devasa vazoların çevresinde yoğunlaşmış gibiydi.
Boşuna bir gösterişle yalnızlık içerisindeymiş gibi bir hali vardı.
Tükendi gençliğim zifiri karanlık fırtınalarda.
Söz konusu yağmur olduğu sürece, yanakları da , kirli beton zeminler de aynıydı.
Benzer gülümsemeler, benzer mahcup bakışlar, benzer mutluluktan havalara uçmalar. Bunları gördükçe insanların ihtirasları arasında en sivri olanın, yani mutluluğun başkalarıyla aynı olma isteği olduğunu anlamaya başlamıştım.
Yaratma sevinci gibi katıksız bir sevince, kendini daha güçlü bağlaması gerekirdi…
Daha iyi şeyler hep loş karanlıkta, hep boz bulanıklık içerisinde, bilinmez bir sisin arasında gizlenmeliydi.
Bu iki insanın gözlerinden taşan sular dünyayı kaplayacak olsa, dünya kirlilikten tamamen arınmış olurdu.
Sanki sürekli bütünleşmeyi arzuladığım, bir sürü şey tarafından sürekli engellenen, önceki yaşamımdan bana doğru akan özlem duyduğum büyük dinginliğe kavuşmuş gibi hissetmiştim kendimi.
Benzer gülümsemeler, benzer mahcup bakışlar, benzer mutluluktan havaya uçmalar. Bunları gördükçe insanların ihtirasları arasında en sivri olanın, yani mutluluğun başkalarıyla aynı olma isteği olduğunu anlamaya başlamıştım.
Ayrılalım, sözünü söyleyebilmişti.
Tek başına mavi gökyüzünü ikiye ayırmaya yetecek bir söz..
Tek başına mavi gökyüzünü ikiye ayırmaya yetecek bir söz..
“Yaz bir bitseydi. Yaz sözcüğü bile çürümüş ölüm havası taşıyordu sanki. Akşam güneşinde çürütücü bir sıcaklık hissediyordu.”
“Doğa ölümden beslenerek güzelliğini artırmıştı sanki. Savaşın son dönemlerinde gökyüzünün öylesine duru olmasıyla, mezarlıklardaki yeşilliklerin öylesine canlı olması birbiriyle ilgisiz olabilir miydi?”
Yaşamımız yalnızca uyarıcı şeylerle kuşatılmış değildir. Yaşam bazen insanı uyutuverir. İyi yaşamayı başarabilen insanlar sürekli uyanık olanlar değildir. Arada sırada kararlılıkla uyuyabilen insanlardır.
Bizleri çıldırmaktan koruyan nedir? Yaşama gücü müdür? Egoizm midir? İnsanın sinsilikten sıyrılmasını sağlayan yegâne güç müdür? Yoksa, insanoğluna bireysel mutsuzluklardan başkası verilmemiştir de, yaşamla ilgili en sert cezalar bireysel yaşam gücünün dayanma sınırlarına göre mi verilmektedir? Her şey birer sınavdan mı ibarettir? Fakat yalnızca anlayıştaki kırılmalar bu bireysel mutsuzluk içerisinde sık sık anlamayı imkânsızlaştıran hayaller mi yaratmaktadır?
Sonra aynaya baktım, net olarak, âşık bir insanın aptal suratını gördüm.
Bir bakışta çirkin olduğunu düşündüklerim, güzelliklere dönüşüyor gibiydi. Çocuk olmanın lanetlenmişliğini ilk kez öylesine hissediyordum.
Gençlik ebediyen sürmelidir ve gerçekten sürer de. Öyle olduğu halde onu nasıl küçük görebiliriz?
Hep kendimden başka bir şey haline gelmemek için çabalamamış mıydım? Artık, içimde kendimden başka bir şey olma isteği güçlenmiyor muydu? Bir bakışta çirkin olduğunu düşündüklerim, güzelliklere dönüşüyor gibiydi. Çocuk olmanın lanetlenmişliğini ilk kez öylesine hissediyordum.
Kendi kuyruğunun peşinde dönüp duran kedi gibi dönüp duruyordum.
Kanatlarını tam açıp kapatarak uçuşan iki kuş vardı; sanki ne havaya ne de yere aittiler.
Haruhide doğanın tesadüflerinin güzelliğini, kendi soğuk duygularıyla süzüp özümsemeyi denemişti. Onun için soğuk tuval ya da resim kâğıdı kendi yüreğiydi ve oraya yapışıp kalamayan şeylere karşı aşk hissedemiyordu. Dış dünyanın ısısını koruması, seslendiği zaman yanıt verecek durumda olması karşısında huzursuzluk hissediyordu. Dış dünyadaki nesnelerden ancak kendi duygularının yansıması gibi olanları kabul edebilirdi. İnsanın bu huzursuzluktan kurtulması gerekirdi.
Yaşamımız yalnızca uyarıcı şeylerle kuşatılmış değildir. Yaşam bazen insanı uyutuverir. İyi yaşamayı başarabilen insanlar sürekli uyanık olanlar değildir. Arada sırada kararlılıkla uyuyabilen insanlardır.
Günler çözümsüzlükleriyle geçip gider. Böylesine can sıkıcılık gençlik çağlarında dayanılmaz olur. Evet doğrudur, gençlik çağlarında çocukluğun sinsiliği kaybolur, hatta bu artık kötü bir şeydir. O her şeyi en baştan düzeltmek niyetindedir. Fakat âlem bu çabayı her zamanki soğukluğuyla karşılar. Onun yelken açışını fark eden tek bir kişi bile olmaz. Ona gösterilen tavırlar genelde olması gerekenden farklı olur. Bazen yetişkinmiş, bazen de bir çocukmuş gibi davranırlar. Bunun nedeni onda özlü bir şeylerin yokluğundan mı kaynaklanır acaba? Hayır, sanırım gençlik çağlarında onda kolay kolay bulunamayacak bir şeyler vardır ve o yalnızca bunun ne olduğunu adlandırmakta güçlük çeker. Bu, büyümedir. O nihayet adlandırmayı başarır. Başarı ona huzur verir, göğsünün gururla kabarmasını sağlar. Ancak, bir ad konulduğu anda o özlü şey, adlandırılamadığı zamankinden farklı bir şeye dönüşüverir. Üstelik bunun bile kendisi farkına varamaz. Yalnızca yetişkin olmuştur. Çocukluğun sımsıkı mühürlenmiş bir sandığı vardır. Genç insan bir gayret o sandığı açmaya çalışır. Kapağı açtığında içinin boş olduğunu görür. Bunun üzerine anlar ki, hazine sandığı dedikleri, her zaman böylesine boştur. Sonrasında artık kendi yargılarını önemsemeye başlar. Ancak, sandık gerçekten de boş mudur acaba? Sandığı açtığı anda, göremediği çok önemli bir şey uçup gitmiş midir yoksa? –
Koşuşturma içerisinde geçen gençlik yıllarımı, bir türlü eğlenceli, güzel yıllar olarak anımsamayı beceremiyorum. ‘Her yere düşerken güneş ışıkları,’ diyor baudeleira, ‘tükendi gençliğim zifiri karanlık fırtınalarda. ”’
İnsanların önüne çıktığında o anki haruko’yu değil geçmişte kalan haruko’yu anımsarlar. Üstelik kendisi geçmişte kalan hâline sıkı sıkıya bağlıdır ama geçmişte kalan Haruko onun uzağından yakınından geçmez.
O mağrur hâlim nereye gitmişti acaba ? Hep kendimden başka bir şey hâline gelmemek için çabalamamış mıydım ? Artık içimde kendimden başka bir şey olma isteği güçlenmiyor muydu ? Bir bakışta çirkin olduğunu düşündüklerim güzelliklere dönüşüyor gibiydi.
O anki şehir ertesi günkü şehir değildi. Ertesi günkü şehir de, bir sonraki günkü şehir olmayacaktı.
Ben dostum diyebildiğim dostlarımın bana olan sevgisini erittim. Onların yaptıklarının tersini ama hep tersini yaptım.
Hiçbir yerde insandan eser yoktu.
Irmakla birlikte birçok şey akıp gidiyor.