İçeriğe geç

Yaz Düşleri Düş Kışları Kitap Alıntıları – Tomris Uyar

Tomris Uyar kitaplarından Yaz Düşleri Düş Kışları kitap alıntıları sizlerle…

Yaz Düşleri Düş Kışları Kitap Alıntıları

Halk, kitaplarda yazılana hiç benzemiyordu, defterlerdeki adlara da.
Kişinin doğum tarihi pek önemli değil aslında, dünyaya gözlerini açmak daha önemli.
Gerçek öyle çabuk değişiyor ki, adı konulana, içyüzü anlaşılana kadar dış yüzü tanınmazlaşıyor
Ben uzaklığı dakikalarla,saatlerle değil kayıp giden toprak parçalarıyla ölçerim.
ben konuştukça
kıyı eskiyor
azalıyor
resim bitiyor sanki
Diyeceğim, bizim halkımız, sokağa on yılda bir dökülür.İnançları ve parası değer düşümüne uğratıldığında
Birşeylerin bir daha geri gelmemecesine kayıp gittiğini düşündü : adları olmayan yılların, günlerin,birtakım tekdüze mevsimlerin, kışların
Bir şeylerin bir daha geri gelmemecesine kayıp gittiğini düşündü:
Adları olmayan yılların, günlerin, birtakım tekdüze mevsimlerin, kışların..
Ben konuştukça kıyı eskiyor azalıyorum, resim bitiyor sanki..
“Şu kadının yerinden kalkması, çocuklarıyla birlikte bahçeden çıkması, yokuşu inerken ansızın tökezlemesi, yüreğini tutup yere yıkılmasıydı ölüm, o kadardı.”
ben konuştukça
kıyı eskiyor
azalıyorum
resim bitiyor sanki
“Kişi kaç kere göklere kaldırmalı başını
Göğü görmezden önce?”
Ders zili çalıyordu.
Demek yirmi dakika! Topu topu yirmi dakika! Bir bütünlüğü, bir yaşamayı, bir kişiliğin artık ikiye ayrılmış parçalarını toparlamaya, hepsini… bir yirmi dakikacık…
“Şu kadının yerinden kalkması, çocuklarıyla birlikte bahçeden çıkması, yokuşu inerken ansızın tökezlemesi, yüreğini tutup yere yıkılmasıydı ölüm, o kadardı.”
Bir şeyin birdenbire yerinde olmaması, ama aynı tiktakın sürüp gitmesiydi ölüm.
Yanlış anlamayın, dış dünyadan yenilikler çarçabuk erişir bize, ne var ki parıltıları çabuk biter, çabuk aşınırlar. Dün yepyeni olan bir kavram, bir akım, umut veren bir ad, bir yüz, bakarsınız bugün daha süresi dolmadan yıpranmış. Eşelenmemiş, karanlık tarih dilimlerinin arasında bir yere kayıvermiş.
Demin düşünüyordum da, bizim ülkemizde geçmişler ne kadar kısa, ne kadar da kısa süreli. Bizler, tarihimizi hep on ya da on beş yıllarla düşünürüz.
Siz bu güneş nedir bilmeyen izbe otelleri bilmezsiniz, efendi oğlum. Loş sofalarda karşılaşan ihtiyarlar birbirleriyle nasıl utanarak selamlaşırlar. Dünyada kimse onları istemiyor gibidir. Sabah kahvaltısında geceden sağ çıkanların dökümünü nasıl telaşla yaparlar, bilemezsiniz. Biri sofraya gelmese, kimse gidip odasına bakmak istemez. Dünyanın her yerinde bir aileyiz biz.
“Anlaşamıyoruz peki, ama seviyorum seni. Değişmelisin, anlamıyor musun? Değişirsen, düzelirsen, mutlu oluruz.”
“Bir şeyin birdenbire yerinde olmaması, ama aynı tiktakın sürüp gitmesiydi ölüm.”
“Artık içimde eskiyor. Dışarı vuracak sözcükleri bulamıyorum… Her şeyi içiçe, karmakarışık, yaşandığı gibi anlatmanın bir yolu bulunmadı mı?”
“Birşeylerin bir daha geri gelmemecesine kayıp gittiğini düşündü: adları olmayan yılların, günlerin, birtakım tekdüze mevsimlerin, kışların…”
Bir akşam, annesini sedirde görmediğini anımsıyor. Minderler, örtü, her şeyi yerli yerindeydi ama annesi yoktu. Sonra da hiç olmadı. Ölüm, onun sedirdeki boşluğuydu işte, o kadardı: büyüleyici esritici bir yanı olmadığını o gün anlamıştı. Bir şeyin birdenbire yerinde olmaması, ama aynı tiktakın sürüp gitmeseydi ölüm.
Bazı yabancı kadınlarda, bazı öğrencilerin de birdenbire algıladığı, etkisinde kaldığı dişlik yoktu bu kadında. Daha çok, tükenmeye yüztutmuş bir soyun, genç kuşaklara uzak düşen bir kültürün savunucusu gibiydi.
Bir şeylerin bir daha geri gelmemecesine kayıp gittiğini düşündü: Adları olmayan yılların, günlerin, birtakım tekdüze mevsimlerin, kışların…
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
“Şuramda bir şey sancıyor, dedi.
Yalnızlık, dedim.”
“İhtiyar kentlerden kurtulacaklardı, nice tanrının kendini atıp can verdiği denizlere, o canın kalıcı maviye boyadığı uzak sulara, tanrı- kapatmalarının sürgüne giderken etleriyle kanlarıyla biçim verdikleri kara parçalarına varacaklardı. Nice yarı- ölümlünün bir aşk, bir kaçamak, bir yanılgı uğruna ölümlülüğü seçtiği kıyılarda bir halkların yarattığı düşleri kurmayı öğreneceklerdi.”
Bana göre yapılmamış benim için düzenlenmemiş bir dünyada yaşıyorum, doğru.
“Kişi kaç kere göklere kaldırmalı başını
Göğü görmezden önce?”
Sattıkları hep meta-ı candır
Aldıkları sûziş-i nihandır
“Demek bugün konumuz yine Hüsn ü Aşk.”
“Lütfen, bana bu düşler karşılığında kesintisiz bir uyku veriniz, ayın som kütlesinden gelen ufak çıngırak sesleri dışında bir şey duymayayım. Artık hesap yapmayayım, eski defterleri uykumda karıştırıp bu milletten, içimizden, kanımızdan nelerin kaçırıldığını, nelerin yağmalandığını hesap etmeyeyim, n’olur.
Kırmızı bir belirti verdiniz. Evet?”
“O yüzden diyorum ki, bizim ülkede tarih arayacaksanız Lin bey oğlum, kitaplara bakmayacaksınız. Ama bir insan yüzünde, eski bir yapıda, bir sokakta ya da şu önünüzdeki fotoğraf gibi bir kartpostalda, yüz yılı bir anda kavramanıza yetecek onar yıllık ayrıntılar bulabilirsiniz.”
“Yanlış anlamayın, dış dünyadan yenilikler çarçabuk erişir bize, ne var ki parıltıları çabuk biter, çabuk aşınırlar. Dün yepyeni olan bir kavram, bir akım, umut veren bir ad, bir yüz, bakarsınız bugün daha süresi dolmadan yıpranmış. Eşelenmemiş, karanlık tarih dilimlerinin arasında bir yere kayıvermiş.”
“Demin düşünüyordum da, bizim ülkemizde geçmişler ne kadar kısa, ne kadar da kısa süreli. Bizler, tarihimizi hep on ya da on beş yıllarla düşünürüz.”
“Bir şeylerim bir daha geri gelmemecesine kayıp gittiğini düşündü: adları olmayan yılların, günlerin, birtakım tekdüze mevsimlerin, kışların ”
Ama nasıl hatırlayabilir ki insan uzak yollarda karşılaştığı bütün tanışları?
Yaşaya yaşaya bir çıkar yol buluruz elbet. Hadi ayrılalım artık, git artık.
— Şuramda bir şey sancıyor, dedi.
— Yalnızlık, dedim.
ben konuştukça
kıyı eskiyor
azalıyorum
resim bitiyor sanki
konuşmamayı öğrenmeliyim
ama susamıyorum bir türlü
küçümseseler de
Artık içimde eskiyor. Dışarı vuracak sözcükleri bulamıyorum.
Bana göre yapılmamış, benim için düzenlenmemiş bir dünyada yaşıyorum.
Kendi hikâyemi kendime anlatmaktan, durmaksızın aklımdan geçirmekten bıktım Lin bey oğlum. Artık içimde eskiyor. Dışarı vuracak sözcükleri bulamıyorum. Sizinle konuşuyorum ya, bir yandan eski anılar kayıyor dilimin altından.
Diyeceğim, bizim halkımız, sokağa on yılda bir dökülür. İnançları ve parası değer düşümüne uğratıldığında.
Artık içimde eskiyor. Dışarı vuracak sözcükleri bulamıyorum.
Bir şeylerin bir daha geri gelmemecesine kayıp gittiğini düşündü: adları olmayan yılların, günlerin, birtakım tekdüze mevsimlerin, kışların
Şuramda bir şey sancıyor, dedi.
Yalnızlık, dedim.
Bir şeylerin bir daha geri gelmemecesine kayıp gittiğini düşündü: adları olmayan yılların, günlerin, birtakım tekdüze mevsimlerin, kışların
Gerçek öyle çabuk değişiyordu ki, adı konulana, içyüzü anlaşılana kadar dış yüzü tanınmazlaşıyordu.
Bana göre yapılmamış benim için düzenlenmemiş bir dünyada yaşıyorum, doğru…
Öyle bir boşluk var ki ama, ölümü bile düşünmüyorum. Korkmuyorum.
Ben uzaklığı dakikalarla, saatlerle değil kayıp giden toprak parçalarıyla ölçerim.
Halkların belleği zayıf olur derler ya, doğruydu.
Ağaçlara asılı kalan bu sis, içini sıkıyordu belki. Sabahları ağlayarak uyanıyormuş, gün boyu gizleneceği bir oyuk arıyormuş. Toplumun dışına mı düştüm ne? diye bir soru daha sordu. Belki de yaşdönümü belirtileriymiş bunlar. Ama yalnızlık artık ağır geliyormuş.
Bana göre yapılmamış, benim için düzenlenmemiş bir dünyada yaşıyorum.
Ben hep sancı çekiyordum sen resim yaparken.
Zavallıcık, at üstünde çıktığı sabah gezintilerinin, uzun yürüyüşlerin sonu gelmeyecek sanmıştı.
Bizim ülkede tarih arayacaksanız Lin bey oğlum, kitaplara bakmayacaksınız. Ama bir insan yüzünde, eski bir yapıda, bir sokakta ya da şu önünüzdeki fotoğraf gibi kartpostalda, yüz yılı bir anda kavramanıza yetecek onar yıllık ayrıntılar bulabilirsiniz.
— Şuramda bir şey sancıyor, dedi.
— Yalnızlık, dedim.
Yaşaya yaşaya bir çıkar yol buluruz elbet. Hadi ayrılalım artık, git artık.
Sevgi, oyunun kuralları gereği, içinin yandığını gizler
Kendi hikâyemi kendime anlatmaktan, durmaksızın aklımdan geçirmekten bıktım
Artık içimde eskiyor. Dışarı vuracak sözcükleri bulamıyorum.
Diyeceğim, bizim halkımız, sokağa on yılda bir dökülür. İnançları ve parası değer düşümüne uğratıldığında.
Diyorum ki kişinin doğum tarihi pek önemli değil aslında, dünyaya gözlerini açmak daha önemli.
Kendi hikâyemi kendime anlatmaktan, durmaksızın aklımdan geçirmekten bıktım.Artık içimde eskiyor. Dısarı vuracak sözcükleri bulamıyorum.
Sizinle konusuyorum ya, bir yandan eski anılar kayıyor dilimin altından. Her seyi içice, karmakarısık, yasandığı gibi anlatmanın bir yolu bulunmadı mı?Hiç bekletmeden, dil altında eskitmeden? Sıralamalara gitmeden? Kendime tarafsızlık parantezleri koymadan?
“Kişi kaç kere göklere kaldırmalı başını göğü görmezden önce ?”
– Şuramda bir şey sancıyor, dedi.
– Yalnızlık, dedim.
Bu ülkede yaşanmaz canım!
Ben böyle yalnızken mutluyum.
Bana göre yapılmamış, benim içim düzenlenmemiş bir dünyada yaşıyorum.
Artık içimde eskiyor. Dışarı vuracak sözcükleri bulamıyorum.
Kişinin doğum tarihi pek önemli değil aslında dünyaya gözlerini açmak daha önemli.
Yüzü, denizin haritası gibiydi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir