İçeriğe geç

Yaşama Sanatı Kitap Alıntıları – Ayhan Aydın

Ayhan Aydın kitaplarından Yaşama Sanatı kitap alıntıları sizlerle…

Yaşama Sanatı Kitap Alıntıları

Sonra dedim ki, söz ver kendine
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin.
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin.
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım.
Öyle çok değerliymiş ki zaman
Hep acele etmem bundandı,
Anladım
Nietszche’ye göre Tanrı, insanı acı ve sıkıntılarla dolu bir dünyaya bırakmış ve bu bırakılmışlık içinde kendini yeniden yaratmanısını beklemiştir.
Bu durum bize insanın doğası niteliği konusunda bilgi vermekte hem de Heidegger’i biraz olsun anlamamızı kolaylaştırmaktadır. İyimser bir yorumla duruma şöyle yaklaşılabilir: Şiddet karşısında savunmasız kalan insan, öfkenin hedefi olmamak için boyun eğmeyi seçebilir. Dışlanma, aşağılanma veya yok edilme gibi tehditler karşısında ise, mazlumların yanında zalimlerin yanına geçerek bireyin kendini güvence altına almak istemesi doğal dır. Hatta bir süreç sonra tüm varlığıyla güçlüden yana olmak daha çok erdemli olmak anlamına gelir. Böylece birey hem kendi korkularını bastırmış olur hem de bireysel değersizlik duygusundan da kurtulmuş olur.
Fromm’a göre ortalama insan kısaca yaşadığı toplumun ürünüdür. Kendi ürünü olan tek insan, yapıcı karakterli insandır.
Şöyle diyor Fromm: İnanıyorum ki her birey bütün insanlığın bir parçasıdır ve onu temsil eder. Zekâ, sağlık ve yaratıcı yeteneklerimiz yönünden farklı olduğumuz halde, hepimiz aslında biriz ve benzeriz. Hepimiz hem aziz hem günahkâr hem ergin hem de toyuz. Birbirimize bilgiçlik ya da yargıçlık taslayacak bir üstünlüğümüz yok. Buddha tarafından uyarıldık, İsa peygamberle birlikte çarmıha gerildik, Cengiz Han, Stalin ve Hitler tarafından soyulduk ve ezildik. İnsanoğlunun son dört bin yıllık tarihi, kişiye hem korku hem de hayranlık veriyor.
İnsanın inanç konusunda yanıtlaması gereken soru şudur: Tanrı’ya mı inanıyorsun, yoksa Sezar’a mı? Tanrı’ya inanmak, Tanrı’yı bir güç ve korku kaynağı olarak algılamak değildir. Tanrı’yı kuvvet ve ceza figürleriyle özdeşleştirdiğimiz zaman onu Sezarlaştırmış oluruz. Ne var ki insanoğlu yüzyıllardan beri bunu yapmaktadır. Tanrı sevgisi yerine Tanrı korkusu yerleştirmiştir. Şeytan azabı ve cehennem ateşinden korkarak insanın iyileşebileceği, en azından kötülüklerden uzak duracağını düşünmek, insanı ve dini hiç anlamamak demektir. Tanrı’yı ağır bir ceza hakimi veya ilker bir kabile reisi gibi algılamak, ona inanmamak demektir. Oysa insanlar öteki dünyadan ve Tanrı’nın gazabından korkmasalar neredeyse inanma zahmetine de katlanmayacaklar.
Yanlış yolda adım attıkça geri dönmek güçleşir. Üstelik bu yol, insanların büyük çoğunlu tarafından paylaşılıyorsa en trajik yanlış bile insana doğru gibi görünür.
Çünkü insan, hâlâ içinde yaşadığı toplumdan daha iyidir.
İnsanlar arası ilişkilerde kural hâline gelen herkes kendine, Tanrı hepimize sözünün, başkalarıyla dayanışma içinde olma ve onların sorunlarını paylaşma anlayışı ile açıkça çeliştiğine dikkat çeken Adorno, bireyi eyleme geçiren gücün kişisel çıkarları olduğunu savunuyor.
Kısaca söylemek gerekirse, insanın değerini algılama biçimi, her zaman kendi dışındaki etkenlere, pazarın güvenilmez, sürekli değişen koşullarına ve değer ölçülerine bağlıdır. Bu gelgitler içinde değer yitiren ürünler kategorisine girmekten daha ürkütücü bir şey yoktur. Ama toplumsal yaşam neredeyse borsa oyununa dönmüştür. Borsada bir hisse senedinin yükselmesi, genellikle bir diğerinin aleyhine olur. Ya da şöyle diyelim: Alçalışlar ve yükselişler borsanın kaderidir. Burada kazananlar da kaybedenler de aynı oyunun içindedir. Birileri olmadan diğerleri olmayacağına göre, bazen avlarla avcılar yer değiştirir. Fakat usta oyuncular hep kazanırlar. Çünkü onlar oyunun kuralarını diğerlerinden daha iyi bilirler. der yazar ve ben ise bu oyunun hep kaybedeni olacağım.
***Sonuçta onlar eylemlerin öznesi değil, nesnesi haline gelmiştir.***
Ötekiler yaşamlarını sürdürebilmek için analarına, babalarına, soylarına, ırklarına, uluslarına, paraya ve putlaştırdıkları Tanrı’ya göbek bağıyla bağlı kalmak zorundadırlar. Bu yüzden asla tam olarak doğdukları, yani insan oldukları söylenemez. Çünkü onlar için yaşam, bir üstünlük arayışından başka bir şey değildir. Başka insanlardan üstün olduklarını iddia ederken, bazen paralarının çokluğundan, bazen soylarının büyüklüğünden, bazen de inançlarının kutsallığından dem vururlar. Fakat asla insanı sadece insan olarak görmezler.
Elbette insanın kendini tanıması ve özgün bir kimlik geliştirmesi için, içinde yaşadığı topluma onun değerlerine gereksinimi vardır. Ancak bu, herhangi bir toplumun salt sahip olduğu etnik köken ya da inanç sistemi nedeniyle diğerlerinden üstün olduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde bireyin cinsiyeti, ırkı, sosyal sınıfı vb. özelliklerini ileri sürerek diğerilerinden üstün olduğunu savunması, akılla açıklanamaz. ~Gerçekte birincil bağlar denen soya, topluma ve etnik kökene bağlılık duyguları azaldıkça insan özgürleşir ve olgunlaşır. Buna göre bireyin topluma yararlı ve üretken hâle gelmesi için öncelikle kendini yeterli özerk bir kişi hâline getirmesi gerekir. Bunun için, öncelikle kişisel varlığının bilincine varması gerekir. Böylece kendini keşfeder sürekli yeniden doğar ve salt ait olduğu toplumun değil insanlığın bir parçası hâline gelir.~
İnsan yaşamın sorumluluklarından kaçarsa, seçme hakkından ve özgürlükten de kaçıyor demektir. Bu gidişin doğal sonucu, fareli köyün kavalcısının sürüsüne katılmaktır.
İnsanın en büyük sorunu kendini, yaşamı ve diğer insanları severek, gelecekten korkmadan ileriye doğru adım atmaktır. Yaşamın amacı, kendini inşa etmek ve bu özgün bütün içinde diğer insanlarla sevgi ilişkileri kurabilmektir.
Nasıl kalsiyum eksikliği kemik gelişimini olumsuz yönde etkiler, kişiyi zayıf ve güçsüz bırakırsa, sevgisizlik de insanı edilgen, kırılgan ve sayrılıklı yapar.
Bahçıvan bir gül fidanını besleyebilir de, kurutabilir de; ama onun gül fidanı değil de, bir meşe palamudu olmasına karar veremez.
Sahte benlik, bireysel çıkarlarına uygun bir araçtır.
Özgürlük kendimizi şekillendirme, üretme ve yaratma deneyimidir.
Anne-babaların ve eğitmenlerin görevi, çocuğa kendini tanıma ve özgürce gelişme bilinci kazandırmaktır. Bahçıvan bir gül fidanını besleyebilir de kurutabilir de; ama gül fidanı değil de bir meşe palamudu olmasına karar veremez. diyor Maslow
”Başka insanlar olmadan yaşamın anlamını bulamayız. Onlarla kurduğumuz üretici, paylaşımcı ve insancıl ilişkiler yaşamı güzelleştirir. ”
”Bireysel yalnızlık ve kopukluk duygusu hayvanlar için doğal bir durumdur. Ancak düşündürücü olan birbirlerinden uzak durmayı modernlik sayan bazı insanlarında aynı yolu seçmiş olmalarıdır. ”
“Biz daha yaşamın ne olduğunu, nerede bulunacağını bile bilmiyoruz. Neye sarılacağımızı, neye tutunacağımızı, neyi sevip neden nefret edeceğimizi, neye saygı duyacağımızı, neyi aşağılayacağımızı bilemiyoruz. İnsan olmak, hem de kanlı canlı insan olmak bize zor geliyor. Bundan utanıyoruz. Bunu rezillik olarak görüyoruz.”
“Bahçıvan bir gül fidanını besleyebilir de, kurutabilir de; ama onun gül fidanı değil de, bir meşe palamudu olmasına karar veremez.”
Günde iki paket sigara içen, ayrıca alkol kullanan ve yazarken de uyarıcı olarak amfetamin alan Sartre, her yönüyle çağımızın bir sembolüdür. Mantık ve irade konusunda onca şey yazmasına karşın, kendini kötü alışkanlıklardan kurtaramamıştır.
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin
Uçmayı seviyorsan düşmeyi de bileceksin
Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredersin
Cehennem yerinde hicbir ateş yoktur, herkes ateşini yanında götürür.
Karacaoğlan
Artık, insanlar arasında değil, bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz. Yaşamımıza yön veren herhangi bir amaçtan yoksunuz. Bugünün insanı acımasız bir tüketim uygarlığının kölesidir. Sadece tüketerek yaşadıkları içsel boşluk duygusundan kurtulmaya çalışmak, onları biraz daha kötürümlestiriyor.
Kendi gücünü kendine karşı kullanan ve kendi zaferiyle yenilen ve yaralanan bir savaşcı miyim?
Ne yüksek derecede bir zeka, ne de büyük bir hayal gücü, hatta her ikisi beraber olsa bile bir insan dahi olamaz. Dehanın ruhu sevgi, sevgi, yine sevgidir .A.Mozart
Nietzsche’ye göre özgürlük , bir soru karşısında evet ya da hayır demekten cok daha farklı bir şeydir.Ozgurluk kendimizi şekillendirme, üretme ve yaratma deneyimidir.
Psikolojik sağlığını yitirmenin eşigine gelmiş insanların içinde yoğun bir nefret barınır. Bu nefret bir bakıma gururu ve benliği koruyan son kaledir.
insan sadece davranışları yoluyla tanımlanabilecek bir varlık değildir. İnsan özlemleri, beklentileri, kaygıları ve amaçları ile bir bütündür.
Nietzsche’ye göre özgürlük, bir soru karşısında “evet” ya da “hayır” demekten çok farklı bir şeydir. Özgürlük kendimizi şekillendirme, üretme ve yaratma deneyimidir. Kısaca, “gerçekte neysek, o olma becerisi ve hakkıdır.”
“Gördüklerini, işittiklerini ve algıladıklarını kalpleriyle duymayanlar kimlerdir?” sorusuna en iyi yanıtlardan biri “Komşusu aç iken, tok yatanlardır.” şeklinde verilebilir. Ayrıca yoksul birine yardım etme olanağı
varken, bir başkasına yardım ettiğini ve böylece sırasını savdığını düşünenler, ahlaka aykırı davranmış olduklarını düşünmeseler bile, günümüzün egemen değerlerine uygun ama ahlaka yine aykırı davranmışlardır.”
“Eğer diğer insanların acılarından etkilenmeyecek, bir başka insanın dostane bakışından duygulanmayacak, bir serçenin ötüşü ve çiçeklerin o güzelim kokularından haz duyamayacak kadar ölçüde kendimizden uzaklaşmışsak ve duyarlılığımızı kaybetmişsek, kendi benliğimizin bilincine varmamızın hiçbir anlamı kalmaz.”
“Günümüz modasına uygun olarak, ancak başkaları tarafından beğenilen, arzu edilen bir şey çekici olduğuna göre, aşıkların karşılarındaki insanlar için bu tür özelliklere sahip olmaları gerekir. Genellikle çekicilik, insan pazarında çok aranan ve tutulan özelliklerin toplamıdır. Demek ki iki kişi kendi satın alma güçlerine göre, pazardaki en iyi ürünü bulduklarını sandıklarında birbirlerine aşık olur.”
“Fazla zırh ve çok az beyin
İşte dinozorlar neslinin tükenme nedeni.”
“İnsanın kendi varlığına karşı aşırı ilgi ve sevgiyle dolu olması, sağlıklı bir durum değildir. Dolayısıyla insan ‘ilgi’ ve onun olumlu bir yansıması olan ‘sevgi’yi kendisiyle diğer insanlar arasında eşit dağıtmalıdır.Aksi halde bütün ilgi ve dikkatini kendine yönelten birey, ‘ben’in tutsağı olup, ‘kişidünya’ya dönüşür.”
“Balzac’ın yapıtları plansız ve yönsüzdür.Çünkü ona göre yaşam da öyledir.Alçalışlar ve yükselişler de trajediler ve komediler gibi iç içe girmiştir.”
“İnsan aynı anda hem olduğu hem de olmak istediğidir. Başka bir deyişle insan sadece davranışları yoluyla tanımlanabilecek bir varlık değildir.”
“İnsan olmak soru sormayı öğrenmektir,demiş bir düşünür. Bir başkası da felsefe yapmak soru sormaktır ama sorduğu soruya yanıt vermemektir, demiş.”
“İnsanı anlamak, dağın iki ayrı yamacını aynı anda görebilmek demektir.”
..sağlıklı insanlar duygularını bastırmaz, onları akla ve ahlaka uygun bir biçimde dışa vururlar. Aksi halde özellikle dışa vurulmayan öfke ve nefret duyguları içe yönelir ve bireyin giderek özdeğer ve öz saygı bilincini yok eder.
..sevgi yeteneğinin gelişmemesi, ki bu güven duygusundan yoksunluk demektir, eksik insanlaşmanın en önemli nedenidir.
Balzac, Napoleon’un bir resminin altına şöyle yazar: “Senin kılıçla sona erdiremediğin şeyleri, ben kalemimle tamamlayacağım ”
Biz daha yaşamın ne olduğunu, nerede bulunacağını bile bilmiyoruz. Neye sarılacağımızı, neye tutunacağımızı, neyi sevip neyden nefret edeceğimizi, neye saygı duyacağımızı, neyi aşağılayacağımızı bilemiyoruz.
Şöyle diyor Fromm: İnanıyorum ki her birey bütün insanlığın bir parçasıdır ve onu temsil eder. Zekâ, sağlık ve yaratıcı yeteneklerimiz yönünden farklı olduğumuz hâlde, hepimiz aslında biriz ve benzeriz. Hepimiz hem aziz hem günahkâr hem ergin hem toyuz. Birbirimize bilgiçlik ya da yargıçlık taslayacak bir üstünlüğümüz yok.
Evet, çağımızın insanı mutsuzdur. Mutsuzluk, insanın kendi doğasına ve yaşama yabancılaşması demektir.
Fromm’a göre çağımızın toplumları, Tanrı’nın yerine koyulabilecek yeni bir şey bulmuşlardır: Menfaat. Bu yeni Tanrı, bütün insanların kendisine kurban edilebileceği bir put hâline getirilmiştir.
İnsanlar,
birbirlerinden nefret ediyorlar.
Nefret ediyorlar,
çünkü birbirlerinden korkuyorlar.
Korkuyorlar,
çünkü birbirlerini tanımıyorlar.
Tanımıyorlar,
çünkü birbirleriyle ilişkileri yok.
Birbirleriyle ilişkileri yok,
çünkü birbirlerinden ayrı yaşıyorlar.

Martin Luther King

Artık, insanlar arasında değil, bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz. Yaşamımıza yön veren herhangi bir amaçtan yoksunuz. Bugünün insanı acımasız bir tüketim uygarlığının kölesidir.
İnsan insanın cehennemidir.
İnsan olmak, hem de kanlı canlı insan olmak bize zor geliyor. Bundan utanıyoruz. Bunu rezillik olarak görüyoruz. Sıradan insanlardan olmak için elimizden geleni yapıyoruz.
Biz daha yaşamın ne olduğunu, nerede bulunacağını bile bilmiyoruz. Neye sarılacağımızı, neye tutunacağımızı, neyi sevip neden nefret edeceğimizi, neye saygı duyacağımızı, neyi aşağılayacağımızı bilemiyoruz.
Dostoyevski kendine özgü alaycı serzenişiyle insanın mutsuzluğunu şöyle ifade ediyor: Çünkü biz hayatla bağlantımızı kaybetmişiz. Biz hepimiz sakatız, hem de her birimiz. Birbirimizle bağlantılarımız öylesine kopuk ki, gerçek yaşama karşı tam bir tiksinti duyuyoruz. Bu yüzden bize bunu anımsatan insanlara kızıyoruz.
Bana gelince, sizlerin yarı yarıya yürütme yürekliliğini gösterdiğiniz şeyleri, ben kendi yaşamımda sonuna dek götürdüm.

Dostoyevski

Fakat şu söylenmezse Kafka bizi yine ustaca yanıltmış olur: O, bizim yaşamadığımız bir hayat üzerinde düşünmemizi istiyor. Ya da şöyle diyelim: Yaşamı kendi öz malımız, kendi ürünümüz gibi algılamadan, başkalarına ait bir şey miş gibi yaşamın dayanılmaz acılarına dikkatimizi çekmek istiyor.
Kahramanları boş ve anlamsız, onun deyimiyle tümüyle saçma olan bir dünyada yönsüz ve yalnız kalmışlardır. Hiçbir şey, uğruna mücadele etmeye değmez.
Kendini seçen insan kendi gibi , seçemeyense herkes gibi olur .
Budizmin yanıt aradığı soru şudur : Yaşam , acı olduğuna göre insanın yapması gereken nedir ? Yanıt kısaca şöyledir : Acılara yol açan bu sonsuz kısır döngüden kurtulmanın tek yolu , acı çekerek dünyasal yaşama üstünlük sağlamaktır . İşte Nirvana budur . Nirvana ne cennettir ne de cehennem . Bir alev söndükten sonra geride kalan ne ise , Nirvana odur . Yani yokluktur , hiçliktir . Veya şöyle denebilir : Tutkulardan arınmanın sağladığı sonsuz bir iç barış ve yaşam sevgisidir .
Her insan belli bir ölçüde kendine ilgi duyar ve kendini sever . Ancak insanın kendi varlığına karşı aşırı ilgi ve sevgi ile dolu olması , sağlıklı bir durum değildir . Dolayısıyla insan ilgi ve olumlu bir yansıması olan sevgi yi kendisi ile diğer insanlar arasında eşit biçimde dağıtmalıdır . Aksi hâlde bütün ilgi ve dikkatini kendine yönelten birey , ben inin tutsağı hâline gelerek kişidünya ya dönüşür . Bu tam bir karabasandır ve ne yazık ki çağımızın en büyük sorunu da , özseverlik (narsisizm) olarak bilinen bu hastalıktır.
Olduğumuz tek şey , düşündüğümüz şeyin sonucudur . – Buddha
İnsan sadece kendinin ürünüdür ve kendine karşı sorumludur .
Arthur Miller’a göre çağımızın kara vebası endişedir .Endişenin gerçek nedeni ise , rekabetçi bir toplumda başkalarını alt ederek yaşamanın verdiği içsel yalnızlık ve güvensizliktir.
Çünkü yaşam anlamını yitirince , ölmemizin de anlamı kalmıyor .
Varoluşsal suçluluk , bizim kendilik ve özbenlik bilincimizi yitirmemizin ürünüdür .

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir