İçeriğe geç

Yaşama Hırsı Kitap Alıntıları – Jack London

Jack London kitaplarından Yaşama Hırsı kitap alıntıları sizlerle…

Yaşama Hırsı Kitap Alıntıları

“Sevdiğim şey mücadele, insanın kendi elleriyle çalışıp çabalaması, buranın ilkelliği, gerçekliği.”
“Ölmek istemeyen, onu zorlayan şey içindeki hayattı.”
“Acı veren şeyin hayatın kendisiydi. Ölümde acı veren bir şey yoktu. Ölmek, uyumak demekti. Dinlenmek, mola vermekti. Peki, o zaman neden ölmek istemiyordu?”
Bunca eziyetten sonra ölüp gitmek haksızlık olurdu. Yaşamak istiyordu
Izdırap çeken sadece hayattı. Ölümde ızdırap yoktu. Ölmek uyumaktı. Duraklama, dinlenme demekti.
Hayat böyle miydi? Boş ve uçup giden bir şey. Acı veren şey, hayatın kendisiydi.
Yaşam kısacık, günler çileli.
Kendini çok yalnız hissediyordu. Sanki dünyanın sonu gelmiş de bir tek kendisi kalmış gibi geliyordu ona.
Kendisini bir uçurumun kenarında hissediyordu, onu aşağı iten güce karşı koyamayacak kadar güçsüzdü sanki.
Duygu ve heyecanını yitireli çok olmuştu.
Jack London dünyaya yiyip içmek, keyif çatmak için gelmemişti. Yaratıcı olmak, edebiyat dünyasına katkıda bulunmaktı isteği. Sanatçı uğruna çektiği yoksulluk dokunmuyordu ona; bir sürü şeye
sahip olmayı yersiz ve boş buluyor, hayatın çeşitli zevkleri, ortaya koyduğu eserlerden duyduğu, kıvancın yanında anlamsız kalıyordu.
Her şeyin sonunda işte bu kalacak
Yaşadılar ve oynadılar:
Oyunun bir kısmı hep kazanılacak,
Boyasız kaldığı halde zarlar.
Sana hayatını bağışlıyacağım fakat esir olmıyacaksın.” dedi.
Kaçmak için hiç bir yol kalmamıştı. Geldiği yola dönemezdi, zira orada onu madenler ve kamçı bekliyordu.
Annesini, babasını, küçük benekli midilli atını, ona dans etmesini öğreten ve gizlice Voltaire’in eski yırtık bir eserini veren Fransız mürebbisini hatırladı.
Bu artık sondu.
Sakindi; fakat zihni her imkânı düşündükten sonra kendi aczini gösteriyordu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“Sabırlı ol, Bili, sabırlı ol.” diye kendine nasihat etti.
Ateşi yakmada muvaffak olmuştu. Artık kurtulmuştu. Slphur Creek’teki ihtiyarın nasihatlerini hatırlayıp gülümsedi, ihtiyar Klondike’da sıfırın altında elliden sonra kimsenin yalnız seyahat etmemesini söylerken çok ciddî idi.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Adamın zihni düşüncelerden ne kadar âzade ise, gözünden de o nisbette hiç bir şey kaçmıyordu. Irm aktaki değişikliklere, kıvrıntılara, dönemeçlere, ağaç kütüklerine, ayağını bastığı yerlere hep dikkat ediyordu.
Onu son gördüğündenberi günler geçmişti, o güler yüzlü yuvarlağın ufuk çizgisinden şöyle bir görünüp tekrar kaybolması için daha birkaç günün geçmesi icap ettiğini biliyordu.
Birisi: “Sönmeyecek tebessüm!” diye haykırdı ve seyirciler bunun tesellisi ile güldüler.
Yüksek iklimlerin kısa süren yazlarından biri idi. Belki bir hafta sürer, belki de yarın yahut öbür gün sona erebilirdi.
Ruh ve vücut yanyana yürüyor yahut sürükleniyordu; onları bağlayan bağ o kadar nazikti ki
Zihnini bir hayal meşgul ediyordu.
Bir keresinde her halde uyumakta olan bir kuşa rasladı. Kayalar arasındaki yuvasından yüzüne doğru fırladığı ana kadar onu görmemişti.
Acımak ya da merhamet etmek zayıflık göstergesiydi. Vahşi dünyada bu duygulara yer yoktu. Bu bölgede merhamet duygusu korku olarak algılanıyordu. Burada kanun ya ye ya da yem ol; ya öl ya da öldürdü.
Ya zafer, ya ölüm!.. Bunun ortası diye bir şey yoktu. Ya hükmeden olacaktı ya da boyun eğen
Demek ki yaşam buydu. Boş ve geçici bir şey Öyleyse neden sanki ölüme boyun eğmiyordu?
Adam “Artık heyecanlanmıyorum.“ diye sözünü kesti.
“Sen gittiğinden beri “
“Ben eskiden yumuşak ve kibar biriydim.“ dedi Messner.
“Beni bu yüzden mi terk ettin?“
Onca yaşadığı şeyden sonra ölmek ona mantıklı gelmiyordu. Kader, ona çok çektirmişti. Ve şimdi ölmek, hayır, ölmeyi kabul etmiyordu. Bu tam bir delilikti ama ölümün pençesinde ölüme meydan okuyor, ölmeyi reddediyordu.
Gözlerini kapattı ve kendini sakinleştirdi. Benliğinin derinliklerinden bir dalga gibi kabaran o boğucu bitkinlikte kaybolmamak için direndi. Kabardıkça kabaran ve bilincini parça parça boğan bu ölümcül bitkinlik bir deniz gibiydi. Bazen son bir çabayla karanlığın içinden yüzerek denizin içine batıyor, bazen de ruhundaki tuhaf bir simya sayesinde içinde bir güç uyanıyor ve suyun üzerine çıkmak için daha güçlü kulaç atıyordu.
İçinde hiç heyecan yoktu. İşin aslı duygu ve heyecanını yitireli çok olmuştu. Artık acıyı bile hissetmiyordu.
Ruh ve beden yan yana yürüyor ya da sürünüyordu ancak onları bağlayan ip çok ince olsa da henüz kopmamıştı.
Bazen zihni uzaklara gidiyordu; tuhaf düşünceler ve beynini kurt gibi yiyen imgelerle ağır ağır yürüyordu.
Bedenen kendisini zorlarken zihnen de zorlanıyordu.
Uyuyunca geçmiyor ama En azından yapacak bir iş çıkıyor insana.
Yargı gücümüzü aşan aklımızın eremeycegi kadar büyük şeyler vardır. Bu işin dofru olup olmadigina bizler karar vermeeyiz, yargılamak gerek.
Bunca eziyetten sonra ölüp gitmek haksızlık olurdu.
Etiğin canı cehenneme.
İlk başta çok acı çektim, sonra baharın tüm güzelliği üzerime yağdı ve ben çok ama çok mutlu oldum.
Hayat böyle miydi? Boş ve uçup giden bir şey. Acı veren şeyin hayatın kendisiydi.
Yaşadılar ve oynadılar,
Zarların soyulmuş olsa da geride kazanılacak daha çok oyun vardı.
Yalnız olduğu halde kaybolmuş değildi.
Yaşadıklarından ve felsefesinden şunu çıkarmıştı Bu dünya çok gülünçtü
Yaşadılar ve oynadılar,
Zarların soyulmuş olsa da boyası
Geride kazanılacak daha çok oyun vardı.
Düşene bir tekmede diğerleri vuruyordu.
Geçen her gün birbirinin aynı gibiydi.
Bir an sonra beynine bir karanlığın indiğini hissetti ve karanlığın ortasında karanlık dahi dindi.
Hayat, oyununu her zamankinden daha acımasızca oynamaya başladı.
Yaşadılar ve oynadılar, zarların soyulmuş olsa da boyası geride kazanılacak daha çok oyun vardı.
Her şeyin sonunda işte bu kalacak, yaşadılar ve oynadılar: oyunun bir kısmı hep kazanılacak, boyasız kaldığı halde zarlar.
Demek hayat buydu? Boş ve geçici bir şey
Demek ki yaşam buydu. Boş ve geçici birşey
Yalnızdı, ama kaybolmamıştı.
Hayat böyle miydi?
Boş ve uçup giden bir şey. Acı veren şeyin hayatın kendisiydi. Ölümde acı veren bir şey yoktu.
Ölmek, uyumak demekti. Dinlenmek, mola vermekti. Peki, o zaman neden ölmek istemiyordu?
Bir Yargıç: Yasaları ve adaleti iyi bilirim. Başkasının malı olan toprağı çalmak, ona Çinli hastalığı bulaştırmak ve sonrada tutup ömür boyu hapse mahkum etmek, haksızlığın daniskasıdır. Koolau: Yaşam kısacık, günler çileli, öyleyse yiyip, içelim, gülüp oynayalım, gün bugünken neşelenmeye bakalım. Cüzzamın kemirisine uğrayan bedenlerine karşın, yaşamı yine de seviyor, dört elle sarılıyorlardı ona.
Tüm yaşamından ve felsefesinden sonra şu kanıya varmıştı: Bu dünya çok gülünçtü!
Budur hәyat? İztirab, әzab vә işgәncәlәrlә dolu ötәri hәyat! İnsanı bütün әzablara dözmәyә vadar eden hәyat. Ölüm insana әzab vermir. Ölmәk röyaya dalmaqdır. Ölüm rahatlıq demәkdir. Madam ki, belәdir, bәs o niyә ölmәk istәmir?
O, şimdi korkunun cesareti ile canlanmıştı
“Kafamda ve kalbimde hissediyorum.” !
“Kalbi ona çok rahatsızlık veriyordu.” !
Delikanlı kıza gönlünü kaptırmıştı ama kafasını asla.
Geşmişin hayaletleri çevremizde, solukladığımız havada sıkışmıştı.
Üstümüze, yapışkan deniz sisi gibi çökmüştü sessizlik.
Artık anıların paslı zinciri boşaltılmıştı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir