Pablo Neruda kitaplarından Yaşadığımı İtiraf Ediyorum kitap alıntıları sizlerle…
Yaşadığımı İtiraf Ediyorum Kitap Alıntıları
Giz dolu tabutlarda ve daha açmamış çiçeklerin içinde yaşarlar
Hayat çağırıyordu beni, özgür olacaktım.
Hayat ve kitaplar beni saran sırları çözmeme yardımcı oluyor.
Oysa sessizlik, bu bitkiler ülkesinin yasasıdır.
Barışa övgüler yağdırmak çoğu yerde suçtu, şiirlerimdeki sınıf mücadelesi çağrısı da çok tehlikeliydi.
Yenilgiden ve tutsaklıktan gelen her insan bir romandı
Her şey geçicidir;
akşam, güneş, ömür
Ben ıstırap çektim ve savaştım, ben sevdim ve şarkılar söyledim. Dünya bölünürken, ben yendim ve yenildim, ekmeğin ve kanın tadına vardım. Başka ne arzular bir şair? Ağlamaktan öpmeye, yalnızlıktan kalabalığa tüm duygular şiirimde kanat çırpmış, içinde yaşamıştır. Ben şiirim için yaşadım, şiirimle savaşlar verdim.
Çevremde toplanan dostların ansiklopedik kültürlerinden yavaş yavaş kuşku duymaya başladığımda Paris’te mi, Prag’da mı olduğumu hatırlamıyorum. Hemen hemen hepsi yazardı. “Şilili olduğum için Şili’den çok söz ediyoruz,” demiştim onlara. “Ama benim çok uzaklardaki ülkem üzerine herhangi bir şey biliyor musunuz? Örneğin, Şili’de hangi ulaşım araçları kullanılır? Fil mi, otomobil mi, tren mi, uçak mı, bisiklet mi, deve veya kızak mı?”
Çoğu ciddi ciddi: “Fil” diye yanıt vermişlerdi.
Şili’de fil yoktur. Ama Güney Kutbu’ndan başlayıp bir yüzyıldır yağış almayan çöllere kadar uzanan bir ülkenin herkes için bir bilmece olmasını olağan karşılıyorum. Yıllarca bu ıssız bölgelerin halkının haklarını koruyan bir senatör veya hayatlarında kravat takmamış güherçile ve bakır madeni işçilerinin temsilcisi olarak bu çöllerde dolaşmak zorunda kaldım.
Benim için mavi, renklerin en güzelidir. İnsanların arasındaki dünyaya özgürlük ve sevgi getirir.
..dünyanın sonu gelmiş gibi!
Sanki uzun zaman unutulmuş ve yarı karanlıklarda yaşayan biri gibiydi.
Her şey geçicidir, akşam, güneş, ömür…..
Yürekte İspanya kitabım çok ilginç koşullar altında basıldı. Sanırım çok az kitabın böylesine ilginç bir yazgısı ve öyküsü vardır.
Cephedeki askerler dizgiyi ve baskıyı öğrendiler. Baskı yapacak kâğıt yoktu. Eski bir değirmende kağıt yapmaya karar verdiler. Savaşın en hararetli günlerinde ve patlayan bombalar altında tuhaf bir kağıt ortaya çıktı. Düşmanın bayrağından, yaralı askerin kanlı elbisesine kadar ne bulunduysa değirmenin dişleri arasında ezildi. Tuhaf yapım maddesine ve yapanların bilgisizliğine rağmen çok güzel bir kağıt ortaya çıktı. Bu kitaptan günümüze kalmış çok az sayıda nüsha, ilginç kağıda yapılmış güzel baskısıyla hayranlık uyandırmaktadır. Yıllar sonra Washington’da kongre kitaplığındaki bir vitrin içinde bu kitabın, zamanın en ilginç kitaplarından biri diye sergilendiğini görmüştüm.
Ancak şunu biliyorum ki, ben lanet etmeye değil, sevmeye gelmiştim bu dünyaya.
Her şey geçicidir, akşam, güneş, ömür.
Aklı başında bir insan için şair olmak ne kadar zorsa, şair için de aklı başında olmak o kadar zordur.
Hakların temeli mantıktır ve haklar dünyayı yönetir.
“Bu dünyadaki herkesi tanıyamam ki,” diyordum kendi kendime..
Ürkeklik ve çekingenlik, yalnızlığa açılan bir kapıdır. İnsanın ilginç ruhsal bir durumudur.
Nasıl bir yalnızlık bu, siyah elbise giymiş küçük şairin bu sınır bölgesinde çektiği!
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Yoksul bir ailenin deniz kıyısında yapacağı bir aylık tatil için yanına almadığı şey yoktu. Rutubet yüzünden her zaman nemli olan şilteleri, yanan ocağın kenarında kurutmak için kullanılan söğüt dalından sehpayı bile götürüyorduk.
Belki ben kendi hayatımı değil de, başkalarının
hayatını yaşadım.
Benim hayatım, bütün hayatlardan
oluşmuş bir hayattır. Bir şair hayatıdır.
P. N.
1918 ve 1919 yıllarında yazdığım şiirlerin olduğu kitap elime geçti. Onları yine okuduğumda, o yıllarda biraz çocuksu, biraz gençlik duyguları içinde yazmış olduğum bu mısralara gülümsemek zorunda kaldım. Bütün gençlik şiirlerimi, yalnızlığın edebi duyguları etkilemiştir. Genç şair, yalnızlığın bu titreyişi olmadan yazamaz, tıpkı olgun şairin toplum ve birliğin tadına varmadan yazamayacağı gibi.
Bombay’da ve başka kentlerde her gece bir milyon insan sokaklarda uyuyordu.
Orada uyumak, orada doğmak ve orada ölmek zorundaydı bu insanlar. Evleri yoktu, ekmek yoktu, ilaç yoktu. İşte medeni ve gururlu İngiltere, sömürgesini bu durumda bıraktı. Bir zamanlar hükmettiği o insanları, okulsuz, endüstrisiz, evsiz, hastanesiz bıraktı; hapishaneler ve boş viski şişelerinden oluşmuş tepelerle.
Temuco’ya gelen haberler benim kuşağım için üzücüydü. Oligarşinin çocukları sayılan Altın Gençlik, öğrenci birliği binasını basmış ve tahrip etmişti. Koloniler zamanından günümüze kadar daima zengin sınıfın yanında görünen yasalar da suçluları değil suçsuzları yakalamıştı. Bunlardan genç Şili edebiyatının büyük umutlarından Gomez Rojas, yediği dayaktan çıldırdı ve öldü. Küçük ülkemde bu cinayet, Federico Garcia Lorca’nın Granada’da öldürülüşü kadar büyük tepki yarattı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bindiğim gece treni Santiago’ya varmak için bütün bir gece ve bir gün yol alacaktı. Üçüncü mevkide yolculuk ediyordum. Çeşitli bölgelerden, iklimlerden geçen ve daha sonraki yıllarda sık sık yolculuk ettiğim bu trenin bende tuhaf bir büyüsü vardır. Islak pelerinleriyle köylüler, tavuk kafesleri, hiç konuşmayan Arokanlar, eşya çıkınları, balyalar. Böyle üçüncü sınıf bir vagonda bütün bir hayat gözlerinizin önüne serilir. Birçoğu bilet almadan, sıraların altına girerek kaçak yolculuk yapardı. Bazıları da bilet için kontrolör geldiğinde ortalıktan kaybolur ya da pelerinin altında bir eşya çıkını biçimine girerek, yere çökerdi. Bu çıkının üzerinde hemen iki kişi iskambil oynamaya başlardı. Kontrolör bunu fark etmezdi.
Nasıl bir yalnızlık bu, siyah elbise giymiş küçük şairin bu sınır bölgesinde çektiği! Hayat ve kitaplar beni saran sırları çözmeme yardımcı oluyor.
Evimizin yakınındaki koskoca bahçe pek bakımlı değildi. Beyaz kamelya, rüzgâr ve yağmurdan zarar görmüştü. Benim önemsiz kişiliğimden başka hiç kimsenin, çeşit çeşit sarmaşığın büyüdüğü ve şiirlerimin geliştiği bu gölgelik yalnızlığa geldiğini görmedim.
Yavaş yavaş büyüyordum. Kitaplar, ilgimi çekmeye başladı. Buffalo Bill serüvenleri ya da Salgaris’in yolculuklarıyla hayallere dalıyordum. İlk aşk duygularımı, Blanca Wilson’a yazdığım mektuplarda dile getirmişimdir. Bu genç kız, nalbandın kızıydı; ona delicesine âşık bir arkadaşım, onun adına bu aşk mektuplarını yazmamı istemişti. Bu mektuplarda neler yazdığımı şimdi hatırlamıyorum, ama ilk sanat eserlerim onlardı.
Şili ormanını tanımayan, bu dünyayı da tanımıyor demektir.
İşte bu dünyadan, bu sessizlikten çıktım yola ben. Dünya için şarkılar söylemeye
Gerici sağcılar terörizmi kendilerince gerekli gördüklerinde hiç kaygı duymadan o yola başvurdular. Ordu başkomutanı General Schneider gibi çok saygıdeğer bir insan –Allende’nin cumhurbaşkanlığını engellemek için başvurulan bir hükümet darbesine karşı çıkmıştı– öldürüldü. Gözlerini kan bürümüş köpeklerden farksız başkaldırıcılar, generali evinin yakınında pusuya düşürerek öldürmüşlerdi. Hareketi, ordudan kovulmuş eski bir general yönetmişti. Kanlı haydutlar, genç budalalar ve sabıkalılar birliğiydi.
Cinayeti hazırlayanlar ve yaptıranlar savaş divanında otuzar yıla hüküm giydiler. Fakat Anayasa Mahkemesi bu cezayı iki yıla indirdi. Açlıktan tavuk çalan bir zavallı, Şili’de dört yıl hapse hüküm giyer. Ordu başkomutanını öldürenlere verilen cezanın iki katı. Egemen sınıfların yasalarının klasik uygulanması böyledir.
Doğru. Savaşlardan ve kanlardan arınmıyor dünya, kinleri bir yana bırakmıyor. Doğru.
Fakat doğru olan bir başka şey daha var, yavaş yavaş iyice anlaşılıyor: Zorbalar kendi suratlarını aynada görüyorlar ve bu suratı kendileri bile güzel bulmuyor.
Ben sevginin olanaklarına inanıyorum. Eskiden olduğu gibi. İnsanlar acılar, kanlar ve cam kırıkları üzerinden de anlaşabilecektir, bundan yana hiç kuşkum yok.
“Bir kadın söyleyeceği çok şey olduğu halde susuyorsa, erkek artık tüm şansını kaybetmiştir.”
“Fakat kim öldürebilir ki şiiri! Şiir, kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar, fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek yeniden ortaya çıkar.”
“Belki de benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır. Bir şair hayatıdır”
“İnsan, hayatında bazı şeyleri unutur. Benim de hayatımda unuttuğum anılarım vardır. Onlar toz olmuştur ya da kırılan bir bardağın artık birleştirilmeyen parçaları gibidir.
Benim anılarım, hayaletlerle dolu bir galeridir.”
Moskova’da ve taşrada başka büyük bir şairle de sık sık buluştum. Türk Nâzım Hikmet’le. “Şiirin gelecek olduğuna inanıyorum,” diyen bu büyük şair, Sovyet Rusya’da yaşıyordu. “Şiir, insan ruhundan devamlı bir şeyler talep eder,” dediğini de anımsıyorum. Hikmet yaşamının on sekiz yılını hapishanelerde geçirmiş, sayısız işkenceye dayanmıştı. Türk deniz kuvvetlerinde ‘askeri isyana teşvik etmekle’ suçlanan Nâzım Hikmet inanılmaz cezalara çarptırılmıştı. Duruşması bir savaş gemisinde olmuştu. Bana anlatılanlara göre Nâzım önce bitkin düşene kadar güvertede yürütülmüş, sonra da beline kadar ayakyolundaki pisliğin içine sokulmuş. Benim şair dostum pislik kokusundan bayılacak ve aklını yitirecek duruma gelmiş. Fakat son anda kendini toparlamış. Düşünmüş, cellatlar beni bir yerden gözetliyorlar. Çöküp, pisliğin içine devrileceğimi görmek, kötü kaderime sevinmek istiyorlar. İşte o anda gururuyla gücü de geri geliyor. Önce ağırdan, usul usul şarkı söylemeye başlıyor. Sonra sesini yükseltiyor, iyice bağıra bağıra şarkılar söylüyor. O anda aklına gelen, bildiği halk türkülerini, aşk türkülerini, şiirlerini, halkının ezgilerini İşte böyle yenmişti pislikleri ve acılarını.
Estetiğin güç öğretileri ve yazılı sözlerin labirentinde yaptığım araştırmalardan sonra halkımın şairi olmuştum. Benim kazandığım en büyük armağan işte buydu. Mısralarımla dolu kitaplarım değil.
Bu uçsuz bucaksız bölgelerde birbirinden yüzlerce kilometre uzakta düzenlenen toplantılarda benden sık sık şiirlerimi okumamı da istiyorlardı. Tabii mısralarımda söylemek istediğim her şeyi anlayıp anlamadıklarını bilmiyorum. Ama bunun ne önemi var. Kültürlüler arasında bir aptal olan ben bile çok defa Hölderlin ya da Mallarmé’nin şiirlerinden bir şey anlamamışımdır. Ben de bu işçilerin, şair Neruda’ya gösterdiği saygının aynısıyla o şiirleri okumuştum.
Örneğin, 1906 yılında İquique Ocağı’nda grevciler, yakınmalarını doğrudan hükümete bildirmek için aşağıya, kente inerler. Uzun yürüyüşten yorgun düşmüş binlerce işçi, okulun önündeki alanda açık havada geceler. Ertesi sabah valiyi ziyaret edecek ve şikayetlerini bildireceklerdir. Fakat buna fırsat bulamazlar. Sabahın alacakaranlığında bir albayın emriyle askeri birlikler alanı kuşatır, bir uyarıya bile gerek görmeden uyumakta olan insanların üzerine ateş açarlar. Bu kıyımda 6.000’den fazla işçi ölür.
Birçok karışım ve birleşimin ürünü olan bazı Latin Amerika ülkelerinin ırkçı saçmalıkları, bence sömürgecilik günlerinden kalma bir günahtan başka bir şey değildi. Bir avuç beyaz ya da beyazımsı insandan oluşturacakları tabakayla dünya toplumunda yer almak istiyorlardı. Bereket versin, BM yavaş yavaş siyah ve Moğol üyelerle de doluyor. İnsan ırklarının ağacında çeşitli renklerde yapraklar da görülmeye başlıyor.
Derinliği belli olmayan bu yeşil sulara Mayalar “cenote” adını vermişlerdi ve oralarda ilginç törenler düzenlerlerdi. Bütün dinlerde olduğu gibi berekete çok önem verirlerdi. Toprağın verdiği bereketli suyla aynı toprağın kuraklığını yendikleri için her yıl kurbanlar sunarlardı. Göllerin kıyılarında bir sürü bakireyi çiçekler ve küçük armağanlarla süsledikten sonra, yüksek bir tepeden derinliği belirsiz sulara atarlardı. Çiçekler ve süsler ağır ağır suyun üzerine çıkar, altın zincirlerle ayakları bağlanmış olan bakire kızlar ise göllerin çamurunda kalırdı.
Ben bu ıssız yerlere geldiğimde altın aramadım, sularda boğulmuş zavallıların çığlıklarını duydum. Bitkilerin arasındaki kuşların acayip bağırmaları, boğulan bakirelerin son çığlıklarını anımsattı bana. Suların üzerinden hızla uçarak, sulara değdirdikleri beyaz kanatlarını da, genç ölünün son bir kez suyun yüzünde görünen eline benzettim.
Gazeteyi açtım. İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. O küçük köyde elime aldığım gazete, iri, kirli ve siyah harflerle veriyordu bu haberi.
Bütün dünya beklemişti savaşı. Hitler, birbiri arkasından ülkeleri yutuyordu. İngiliz ve Fransız devlet adamları ellerinde şemsiyeleriyle koşmuş, ona daha çok kentler, ülkeler ve insanlar önermişlerdi.
Çünkü aylar boyu söylevlerinde o da tek bir kelime anlamamıştır. Buna rağmen iki yalnız adamın arasındaki dostluk bağı sağlamlaşır. Her akşam oturup, gecenin geç saatlerine kadar birbirlerinin anlamadığı dilde söyleşmeyi bir gelenek haline getirirler.
Garfias, Meksika’ya doğru yola çıkmak zorunda kalınca, karşılıklı son bir defa daha içerler ve ağlayarak birbirlerini kucaklarlar. Üzüntüleri sonsuzdur.
“Pedro,” diye sordum şaire, “sana neler anlatırdı o adam acaba?”
“Hiçbir zaman tek kelimesini bile anlamamıştım Pablo, fakat onu dinlediğim zaman, sanki her şeyi anlıyormuş gibi bir duygu vardı içimde. Ben konuştuğum zaman da, onun beni anladığına emindim.”
İspanyol mülteciler hakkında Şili’ye gelmeye başlayan haberler üzücüydü. İç savaş sırasında tam yarım milyon erkek ve kadın, asker ve sivil, Fransız sınırını aşmıştı. Gerici güçlerin baskısı altında bulunan Leon Blum yönetimindeki Fransız hükümeti, bu mültecileri kalelere ve hapishanelere kapatmaya başlamıştı. Birçoğunu da Afrika’ya çöllere yolluyorlardı.
Fakat kim öldürebilir ki şiiri! Şiir, kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar, fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek yeniden ortaya çıkar.
Şiir, her zaman için barışın bir parçası olmuştur. Şair, barıştan doğar.
Zencileri savunurken kullandığı sözler, Lady Cunard ve İngiliz soylularının kafalarına vurulan sopalar gibiydi. Bu uzun mektuptan hatırımda kalanları aşağıda yazmaktan kendimi alamıyorum:
“Siz beyaz hanım ya da sizlerden biri, daha güçlü bir halk topluluğunca kaçırılsa, dövülse, zincire vurulsa ve uzak ülkelere sürgüne götürülse, sonra da köle diye başkalarına satılsa, çirkin insan örnekleri olarak alay edilse ve yarı aç, kırbaç altında çalışmaya zorlansaydı, sorarım acaba ırkınızdan ne kalırdı bugüne? Zenciler bu ve benzeri birçok dehşete katlanmış, hiçbir zaman ezilmemiştir. Yüzyıllar süren zorbalıklara ve ıstıraplara karşın, günümüzde en iyi atletler, en iyi müzisyenler yine de onlardır. Siz beyazlar, bütün kötülüklerden yengi alarak çıkabilir miydiniz? Söyleyin bakalım, üstün olan kimdir?”
Ve böyle tam otuz sayfa.
“‘Federico’ya Ode’ adlı şiirinizde niçin, onun için hastaneleri maviye boyamalı, diyorsunuz?”
“Bakın dostum,” diye konuşmuştum, “bir şaire böyle sorular sormak, bir kadına yaşını sormaya benzer. Şiir kaba bir kumaş değil, durmadan akan bir nehirdir. Hammaddesini oluşturan öğeler, var olan ve var olmayan şeylerdendir. Fakat buna rağmen sorunuza bir cevap vermeye çalışacağım. Benim için mavi, renklerin en güzelidir. İnsanların arasındaki dünyaya özgürlük ve sevgi getirir. Federico’nun varlığı ve kişisel büyüsü, çevresine sevinç ve coşkunluk havasını getirirdi. Sanırım ben bu dizemde, hastaneler, hastanelerin o hüzünlü hali bile onun etkisiyle değişebilir, neşeli, mavi binalar olabilirdi, demek istiyorum.”
Fakat Federico kararlaştırdığımız yere gelmedi. O saatlerde ölüme giden yolculuğuna başlamıştı. Bir daha birbirimizi görmedik. Başkalarıyla buluşmak zorunda kalmıştı o akşam! Şiirlerimi değiştiren İspanya İç Savaşı, benim için bir şairin ölümüyle başlar!
“Caballo verde”nin altıncı sayısı basımevinde kesilmeden ve başlanmadan kaldı. Montevideolu Julio Herraray Reissing’e adamıştık o sayıyı. İspanyalı şairler onun anısına çok güzel mısralar yazmıştı. Dergi, 19 Temmuz 1936 günü satışa çıkacaktı. Fakat o gün caddeleri bir toz kapladı. Adı filan pek duyulmamış Francisco Franco diye bir general, Afrika’daki garnizonunu cumhuriyete karşı ayaklandırmıştı
Ağır ağır ölürler; okumayanlar, müzik dinlemeyenler, vicdanlarında hoşgörü barındırmayanlar.,,
Şu iflas etmiş dünyada, en geçerli para birimi; kendin gibi bir insanla paylaştığın duygulardır.,,
Yapılan kazılar sonucu, balta girmemiş ormanların yutmuş olduğu eski ve çok güzel iki şehir bulunmuştu: Anuradapura ve Polonnaruva. Sütunlar ve taş yollar Seylan güneşiyle yeniden aydınlanıyordu. Tabii taşınabilecek ne varsa, iyice sandıklanarak, Londra’daki British Museum’un yolunu tuttu.
En güçlü filler etraftaki ağaç engelleri yıkmaya çalışıyordu, fakat engellerin gerisinde üzerlerine gelen sayısız mızrak onları yine geri dönmeye zorluyordu. Çıkamayacaklarını anlayınca ortada toplanmaya başladılar. Erkek fillerin dişi ve küçük filleri korumaya çalıştığı görülüyordu. Bir düzen kurmaya çalışmaları ve zayıfları korumaları beni duygulandırmıştı. Korku ve ürperti dolu çığlıklar atıyor, ümitsizlik içinde ağaçları köküyle beraber topraktan çıkarıyorlardı. Birden avcıların arasından ayrılan ve fillere binmiş iki adam büyük fillere doğru ilerledi. Yetiştirilmiş ve uysallaştırılmış bu iki fil, sanki iki polis gibi çalışmaya başladı. Yanına yaklaştıkları diğer fillere hortumlarıyla vuruyor ve hayvanı sonunda adeta hareketsiz bırakıyorlardı. Bundan sonra avcılar, sakinleşen fili arka ayaklarından bir ağaca bağlıyorlardı. Bu yöntemle bütün filler birbiri arkasından yakalandı.
Tutsak fil, günlerce yemek yemez. Avcılar bunu iyi bildikleri için hayvanın bir zaman oruç tutmasına göz yumarlar. Sonra özgür olduğu günlerde balta girmemiş ormanlarda aradığı otları önüne koyarlar. Bir zaman sonra fil, yine yemek yemeye karar verir. Artık uysallaşmıştır. Ağır işçi olarak nasıl çalışacağını da öğrenecektir.
İngiliz sömürgecileri ile Asya’nın bu uzak dünyası arasındaki korkunç ayrılığın sonu yoktu; insanların kendini ayırmasının, bu insanların değerlerini ve hayatlarını tanımaktan kaçınmasının. Sömürgecilikte farklılıklar da vardı; bunları sonra tanıyacaktım. İngiliz Club Service’ten biri aniden güzel bir Hintli kadına âşık oluverdi. Derhal görevinden uzaklaştırıldı. Vatandaşları da bu insandan cüzamlıymış gibi kaçtı. O yıllarda sömürgecilerin, köylülerin evlerini ateşe vererek ya da yıkarak, onları topraklarından uzaklaştırdığı, sonra da bu topraklara el koyduğu duyuluyordu. Evleri yakan ve yıkan İngilizlerin arasında Leonard Woolf adında biri vardı. Böyle bir şeyi yapmayı reddettiği için Seylan’daki görevine son verildi.
Ancak şunu biliyorum ki, ben lanet etmeye değil, sevmeye gelmiştim bu dünyaya. Beni kötülemek ve gözlerimi oymak için bir araya gelen, oysa daha önce benim şiirimden otlanan kişilere bile susarak cevap vermişimdir. Düşmanlarımın arasında olduğum zaman hiç korkmamışımdır. Çünkü benim düşmanlarım, halkın da düşmanıdır.
Anneme yazılmıştı o kelimeler. Benim tanıdığım ve yumuşak gölgesiyle bütün çocukluğumu koruyan üvey anneme. Bu ilk yapıtımı, beğenilip beğenilmeyeceğini bilmeden annemle babama gösterdim. Yemek odasındaydılar ve alçak sesle konuşuyorlardı. Büyüklerin alçak sesli konuşması bence, onlarla çocukların dünyasını birbirinden ayıran geniş bir nehirdi. Çizgili kağıdı, daha etkisinden kurtulamadığım duygulardan titreyen ellerle uzattım. Babam dalgın dalgın kâğıdı aldı, okudu ve geri uzattı.
“Nereden kopya ettin bunu?” diye sordu.
Sonra benim cevabımı beklemeden, annemle o önemli konuyu usul usul konuşmaya devam etti.
“Eskiden hayallerimiz vardı, gerçekleştirmeyi umduğumuz. Şimdi bırakın gerçekleştirmeyi, umabilmek en büyük hayalimiz oldu.”
“Hayat çağırıyordu beni, özgür olacaktım.”
Ben sevginin olanaklarına inanıyorum. Eskiden olduğu gibi. İnsanlar acılar, kanlar ve cam kırıkları üzerinden de anlaşabilecektir, bundan yana hiç kuşkum yok.
Her şeyi aldılar, her şeyi bıraktılar, bize sözleri bıraktılar.
Geride, ölülerimiz ile biz kalırız.Ve niçin hayatta kaldığımızı bilemeyiz
Birçok insan, hayatını kendi kendine mahvettikten sonra ‘bana kimse öğüt vermedi, kimse beni uyarmadı ki,’ demiştir.