İçeriğe geç

Yanlış Cumhuriyet Kitap Alıntıları – Sevan Nişanyan

Sevan Nişanyan kitaplarından Yanlış Cumhuriyet kitap alıntıları sizlerle…

Yanlış Cumhuriyet Kitap Alıntıları

Benim bildiğim Türkçede maksat da Türkçedir, ifade de Türkçedir. Fenerbahçe, televizyon, kitap, estağfurullah, patlıcan, devlet, mukabelei bilmisil, hacıyatmaz, siyasi parti, leopar deseni, kuvayi milliye, park ve bahçeler müdürlüğü, pelte, çeyrek porsiyon Adana, Ali, Veli, merhaba, aşk ve aşkito Türkçedir. Bana bu çok basit bir gerçekmiş gibi geliyor, size de öyle geleceğinden eminim. Lakin Yeni Türkçenin tasarlayıcıları öyle düşünmezler. Bu sözcüklerin Türkçe olmadığını, buna karşılık Eski Uygurcada keşfedilen acun, kip ve astın gibi birtakım sözcüklerin Türkçe olduğu kanısını taşırlar.
Osmanlı kültürünün timsali Karagöz değil Hacivat’tır. Karagöz, bu ülke halkının Osmanlı’ya karşı küskün ve sonuçsuz öfkesinin dışa vurumudur sadece.
Dikkat ederseniz, memleket tarihindeki iki büyük kıyafet reformunun ikisi de büyük bir askeri hezimeti izler. İlki 1828 felaketinin ardından gelen 2. Mahmut’un ceket-pantolon ve fes reformudur. İkincisi 1. Dünya Harbi faciasını izleyen kıyafet devrimidir. Bir nevi kabuk değiştirme ritüelidir. Yenilginin ve çöküşün müsebbibi olarak görülen yerli kültürün köhne otoritesine karşı başkaldırı hareketidir.
Beş yüz yıldan beri Batı dünyasını baş döndürücü bir yaratıcılıkla her gün yeni bir dünya keşfetmeye zorlayan itki nedir, hangi kültürel veya ekonomik veya yasal veya siyasal altyapıdır? O şey her neyse, ondan bir şeyler kapmazsan, elin mahkum teknolojinin tüketicisi olarak kalırsın. Onlar iPhone çıkarır, sen kuyruğa girersin, onlar kıtalar keşfeder, sen televizyona bakıp çekirdek çitlersin.
Osmanlı’nın matah bir şey olduğu tezi son zamanlarda tekrarlana tekrarlana tekerleme oldu. Dünya tarihinin en görkemli çöküşlerinden biri olduğunu hatırlayan yok.
Yüzyıl başında %25 gayrimüslim nüfusu olan bir ülkede yüzde doksan dokuz virgül dokuz İslam çoğunluğu yaratmak!
Türk modernleşmesinin gizli ve mütevazı kahramanları olan yabancı okullar, modern oldukları için değil, potansiyel Hıristiyanlık yuvası olarak görüldükleri için, eski ve yeni Türk devletinin ölmez nefretine konu oldular. Oysa bu okulların Türk mezunları Hıristiyan olmadılar. Ezici çoğunlukla laik ve seküler, hatta Batı’da eşine ender rastlanır ölçüde tutarlı bir şekilde laik ve seküler oldular. İyiki de oldular. Bu memleket Şarklılığın lağım çukurunda henüz boğulmadıysa, o birkaç bin değerli insanın yüzü suyu hürmetinedir.
Demokrasi ( ) özü şudur: Bir ülkenin vatandaşı olan insanların, insan ve vatandaş olmaktan ileri gelen birtakım vazgeçilmez hakları vardır. Kişilerin hukukuna, haysiyetine, inancına, düşüncesine, malına, mülküne dokunulamaz. Bunlar kutsaldır. Kişinin görüşü ona, buna ya da toplum ortalamasına uymayabilir. Fakat bu kendi bileceği iştir. Kişi belli centilmenlik kurallarına uyduğu sürece istediği gibi düşünür ve ülkenin nasıl yönetileceğini de kendi fikri doğrultusunda belirlemeye çalışır.
Totaliter düşünce ise der ki vatanın, milletin bir yüze Öz ü vardır. Bu Öz dindir, Kitaptır, Nutuk’tur, Devrim’dir, şanlı atalarımızdır, şanlı proleteryadır, fark etmez! Önemli olan o tekil ve yüksek irade kavramıdır. Bu iradeye boyun eğen her şey meşrudur. Akla ve vicdana uymasa da yalan ve yanlış olsa da meşrudur. Çünkü en yüce değere hizmet eder. Bu iradeye boyun eğmeyen her şey gayrimeşrudur. Gaflet ve delalet içindedir. İnat ederse vatana hainidir. Her görüldüğü yerde ezilmesi yalnız hak değil, görevdir.
Bu eski ve köklü milletin modern çağa ayak uydurması için aşması gereken büyük sınav, aynı topraklarda yan yana yaşadığı gayrimüslim unsurları ortak bir milli kimliğe dahil edebilme sınavı idi.
Sorun, değerlendirme ve eleştirme olanağı veren mekanizmaların kırılmış olmasıdır. Her türlü gerçek tartışma ortamı ( ) yok edilmiştir. ( ) görüşlerini paylaşmayan herkes vatan haini ilan edilmiş, çevresinde dalkavuklar ve evet efendimcilerden başka kimse kalmamıştır.
Kaldı ki pazar açmak için ülkelerin fethedilmesi gerektiği fikri, Marksistlerin teorik evreni dışında pek taraftar bulabilmiş bir düşünce değildir.
Türkiye’nin dünya dengeleri açısından en önemli stratejik avantajı Rusya’nın güneyinde aşılması güç bir tampon oluşturmasıdır. Ancak bu işlevi bağımsız ve dost bir Türkiye, parçalanmış veya yabancı işgaline uğrayarak iç mücadelelere düşmüş veya Batı’dan düşmanlık gördüğü için Rusya’ya sığınmak zorunda kalmış bir Türkiye’den daha iyi yerine getirebilir.
Paylaşım planlarını, emperyalistlerin iştiha veya Türk düşmanlığı gibi duygusal kavramlara başvurmadan, stratejik mantığın soğuk ışığında değerlendirmeye çalışacağız.
Dünya Harbi’nde Osmanlı devleti hezimete uğradı. İmparatorluğun tasfiyesi ve yerine kurulacak rejimin statüsünün uluslararası bir antlaşmayla tescili gerekliydi. Galiplerce dayatılacak koşullara Türkler direnme eğilimindeydi. Daha önemlisi, 1919 baharında İngilizler Fransa ve İtalya ile ortak yapılacak bir düzenlemeye hevesli değildi. Bu nedenle anlaşma ertelendi. Türk direnişini kırmak için İzmir’de bulunan Yunan kuvvetleri Anadolu içlerine sürüldü. ( )
Yunan girişimindeki amaç, Ankara’yı -müttefiklerin tercih ettiği koşullarda- barış masasına zorlamaktır.
İstenen sonuç elde edilmiş midir? Genel olarak hayır: Türkiye barış masasına mağlup değil (neredeyse) eşit taraf olarak oturmayı başarmıştır; temel talebi olan Ermeni ve Rum meselelerinin kökten çözümünü elde etmiş, doğu sınırını güvenceye almış, İzmir ve Adana’yı kurtarmış, Osmanlı borçları konusunda mülayim bir ödeme takvimini kabul ettirebilmiştir. Buna karşılık Boğazlar, Bolşeviklerle ilişkiler, Batı Trakya, Irak ve Suriye gibi bazı konularda Ankara’nın tavize zorlanmış olması muhtemel görünüyor.
1914-1918 arasında Türkiye’nin savaşarak İngilizlere kaybettiği arazi, üzerinde altı bağımsız devlet (Hicaz, Irak, Suriye, Ürdün, Fİlistin/İsrail, Lübnan) kurulacak büyüklüktedir. ( )
Britanya İmparatorluğu’nun Dünya Harbi’nde Osmanlı Devleti ile çatışmaya ayırdığı güç askeri gücünün ellide biri kadardır.
Görünen odur ki Yunanlar İtilaf devletleri tarafından Anadolu’ya piyon olarak sürülmüşler, sonra feda edilmişlerdir.
Modern Türk ulusal düşüncesi, Türk tarihinde Orta Asyalı olmayan unsurların red ve inkarı üzerine kuruludur. Yeryüzünün önemli unsurları arasında, kendi tarihini böylesine hoyratça daraltan bir başkasını bulmak güçtür.
Adliye Vekili sıfatıyla 20 Eylül 1931’de verdiği bir demecinde yine [Mahmut Esat] Bozkurt şöyle ifade etmektedir: Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.
medeniyeti ve bilgiyi korumak istiyorsak önce karşı tarafın sözüne kulak vermemiz gerekir. Kendi medeniyetimizde ve sahip olduğumuz bilgide bir şeylerin aksak olduğunu teslim etmek ve karşı tarafın itirazında haklı olabilecek noktaları anlamak gerekir. Yoksa yeniliriz. Rotasını kırmaya tenezzül etmeyen Titanik gibi batarız.
Püf noktası sen de haklısın kardeş diyebilmektir. Onu demedikçe bu büyük öfke kabarmasından -ulusal ve global düzeyde- kurtuluş olduğunu sanmıyorum.
Atatürk gelse de hepsine haddini bildirse türü fantezilerin akıldışılığı bence yorum gerektirmeyecek kadar açıktır. Medeniyeti asıl çökertecek olan şey avamın öfkesi değil, o öfke karşısında bugün düzen sahiplerinin -ulusal ve global ölçekte- kapıldığı zihinsel durgunluk olabilir.
Devlet idaresinin hiçbir koşulda dokunamayacağı birtakım hukuk normlarının varlığı prensipte alkışı hak eden bir şeydir. Ancak pratikte sonuç iyi olmamıştır: hukuk normları 1400 yıllık süreçte fosilleşmiş, değişen ihtiyaçlar doğrultusunda gitgide anlamsızlaşarak soyut bir spekülasyon bulutu içinde yolunu kaybetmiş, en önemlisi, toplumların değişen ahlak standartlarına ayak uyduramayarak etik açıdan sorgulanır hale gelmiştir.
Şeriatın katı, baskıcı, dar, otoriter, hatta totaliter bir hukuk öğretisi olarak taktim edilmesi, daha çok, çağdaş Türk kamuoyunun din ve hukuk konularındaki engin bilgisizliğinin bir yansıması olarak kabul edilmelidir. Şeriatın ne olduğunun henüz az çok bilindiği dönemlerde, Türk reformcularının en radikallerinin dahi eski hukuka yönelttikleri eleştiri bu değildi. Şer’i hukuk, katı veya anti-liberal veya çağdışı olduğu için reddedilmedi: soyut ve anlamsız olduğu için reddedildi.
Türkiye’de İslam’dan ve Lausanne Antlaşması’yla tanınmış olan iki azınlık dininden başka dinlerin var olması hukuken mümkün değildir. Türk vatandaşları, örneğin hukuken Budist, Bahai veya Yezidi olamazlar. Daha önemlisi, İslam bünyesinden ayrılıp yeni bir din veya mezhep tesis edemezler.
TC nüfus kütüklerine, İslam, Hıristiyan ve Musevi dinlerinden başkasının kaydedilmesi imkanı yoktur. (Ancak çok istisnai hallerde mahkemeler, dinsiz kaydının düşülmesine izin vermişlerdir.)
Tarihteki en büyük medeniyetleri Orta Asya Türklerinin kurduğunu iddia edenlerin, böyle bir kanıya, başka medeniyetler konusunda ayrıntılı bir bilgi sahibi olamadıkları için kapılmış olmaları uzak ihtimal değildir.
1946’dan sonra Türkiye’nin neden ABD ile işbirliğine yöneldiği ve bundan neler kazandığı gibi hayati bir konu, birkaç düzine hariciyeci ile üst düzey iş adamı dışında, Türk toplumunun büyük çoğunluğu için bir muamma kalmak zorunda bırakılmıştır.
Avrupa’dan teknik alınacaktır. Ancak amaç üstün ve iyi sayılan bir uygarlığı benimsemek, onun bir prçası olmak, ona katkıda bulunabilecek bir düzeye yükselmek değildir: düşman sayılan bir uygarlığın silahlarını ele geçirip, günün birinde ona karşı kullanacak seviyeye erişmektir.
Batı yoluna herkesten önce girmiş bir toplum, bugün neden Japonya’nın, İsrail’in, Yunanistan’ın, Tayvan’ın, Abu Dhabi’nin gerisine düşmüştür?
Sonuçta Önder öldü. Batı sırtını döndü; tarih yolunu kaybetti. Türk eliti entelektüel açıdan tükenmiş bir marjinal azınlığa dönüştü; askerin silahından başka dayanacağı yer kalmadı. Hor gördükleri ahali, sayıların gücüyle iktidara el koydu. Kemalist projede makul ve doğru olan pek çok şeyi de önüne katıp, maruz kaldığı zorbalığın intikamını almaya girişti.
1990’lı yıllarda ( ) Tuhaf paradoks: kadınları aşağılamanın kadim aracı olan tesettür, bu mücadelede bir özgürlük ve direniş simgesi haline geldi.
Bugün aynı yerde değiliz. Dün hak mücadelesi verenler bugün iktidarı ele geçirmiş, en azından dün kendilerini dışlayanlar kadar hoyrat ve edepsiz olduklarını göstermişlerdir.
Deri ceket ve siperli gözlükle uçak uçuran kadınlar, çarşıya giderken peçe takmaya ne kadar zorlanabilirler?
1886: Kadınlara hitaben çıkarılan ilk Türkçe dergi Şükûfezar yayınlanır; dergi, kadınların toplumdal haklarına ilişkin yazılara yer verir. ( ) yazar ve yöneticilerinin büyük bölümü kadındır.
1885’te Florance Nightingale’in hemşirelik mesleğini kurması, kadınların sosyal ilerleyişinde bir başka dönüm noktası temsil eder. ( ) İlk uçağın 1902’de icadından hemen sonra çeşitli ülkelerde uçak kullanan kadın pilotlar, kadınların özgürleşme sürecinde bir başka simgesel aşamayı temsil eder.
İslam toplumunda hukuken ve ahlaken kabul gören cariyelik (cinsel kölelik) kurumu, Hıristiyan toplumlarda en eski zamanlardan beri iğrenç sayılmıştır.
Duben Denbar’ın araştırmalarına göre 1885 itibariyle İstanbul’da evli erkeklerin sadece % 2.5’i çokeşlidir; bunlar arasında da ikiden fazla eş sahibi olanların oranı son derece düşüktür. Bursa, İzmir, Selanik gibi kentlerde de çokeşlilik oranının bundan çok farklı olmadığı anlaşılıyor.
Günümüz Türk toplumunda çokeşlilik pratiğinin aşağı yukarı aynı düzeylerde seyrettiği bilinmektedir.
Gazi’nin tezlerine karşı çıkmaları, Darülfünun’un sonunu yaklaştırır. İlhan Başgöz’ün deyimiyle:
Bu kongrede İstanbul Darülfünundan bazı öğretmenler resmi dil ve tarih görüşlerini eleştirmek cesaretini gösterdiler. Mustafa Kemal’in öz ilgi ve desteği ile yürütülen ve hükümetin kültür politikası halini alan bu iki görüşün Ünivertesitede destek destek bulamaması bir yana, bir de eleştirmesi Ankara’da şiddetli tepki yaratır.
Özgür basının, parti rekabetinin ve dernek hürriyetinin toplumda yarattıkları çokseslilik, o halde, yalnızca kültürel bir hoşluk veya çok renklilik meselesi değildir. Esas sorun, toplumun temel hukukuna ve haysiyetine yönelik azgın bir tehdidi gemleme sorunudur.
( ) demokrasinin hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşır kalmasının koşulu bunlardır. Demokratik hukuk devletinin koşulu bunlardır.
Basın halkın sesi değildir: toplumdaki çeşitli görüş ve çıkar çevrelerinin, kendi bencil seslerini halka iletmelerinin bir aracıdır. Basını halkın sesi sanmak, tam tersine, totaliter düşünceye özgü ve son derece tehlikeli bir yanılgıdır: çünkü halkın sesinin tecelli ettiği yerde, o sese karşı çıkanlara ancak susmak düşer.
Rus devrimi ( ) sıradan diktatörler gibi az sayıda muhalifin mallarını halka yağmalattırmakla yetinmemiş, bütün malları yağmalattırarak, toplumu bir daha rejime karşı belini doğrultamayacak kerteye getirebileceğini hesaplamıştır.
Diktatör, yetkilerini kısıtlayan kurumlara, iktidarını engelleyen güç odaklarına ve iktidarını tehdit eden siyasi rakiplerine karşı, halkoyu kartını oynayabilir. Daha da ileri giderek, kışkırtılmış halk kitlelerinin kahredici gücünü harekete geçirebilir. Muhaliflerini linç ettirebilir, mallarını yağmatabilir; en azından, kendi yasadışı tedbirlerini halka onaylattırarak onlara sahte bir meşruiyet kazandırabilir. Oligarşinin kısıtlayıcı dengeleri içinde oynamaya mecbur olan eski zaman zorbalarının hayal edemeyecekleri mutlaklık ve keyfilikte bir siyasasi güce, bu yolla kavuşabilir.
Devlet gücünün toplum için prensipte iyi ve yararlı bir şey olduğu da muhakkaktır. Devlet gücünün aşırı derecede kısıtlanması halinde toplum, kolektif kararları alamaz hale gelerek durağanlığa, pasifliğe, muhafazakarlığa mahkum olur. Şu halde sorun, bir denge sorunudur. Bir yandan devlet ile, öbür yandan toplumun kurumları arasındaki güç ilişkisinin iyi kurulmasıdır.
Çünkü kurum ve değerlere olan güven, ancak kuşaklar boyu süren bir alışkanlıkla kazanılır. Kaybedilmesi için ise, çoğu zaman, bir-iki güçlü darbe yeter.
Fakat hukuk devletine yönelik en ciddi tehdit, şüphesiz, devlet gücünü elinde tutanlardan kaynaklanır.
İngiltere krallığı en az 1215 tarihli Magna Carta’tan ve muhtemelen çok daha öncesinden bu yana, sağlam bir hukuk devleti olagelmiştir. Bunun anlamı, İngiltere’de hukuk devleti ilkelerinden hiç sapılmadığı değildir; o sapmaları önleme ve tamir etme iradesinin, toplum bünyesinde ve devlet yönetiminde üstün gelmiş olduğudur.
Halifelik iddiasının son büyük tezahürü, Birinci Dünya Savaşı başlarında tüm Müslümanların halifesi sıfatıyla Sultan Reşat’ın İtilaf devletlerine ilan ettiği cihad-ı ekberdir. Alman genelkurmayının onayıyla ilan edilen cihadın asıl gayesi, üç büyük İtilaf devletinin Müslüman nüfusunu kışkırtarak düşman cephesini zayıflatmak olmalıdır. Ancak amaç eğer buysa, sonuç hüsrandır. Hindistan’daki birtakım kısıtlı aydın çevreleridışında cihat ilanı yankı bulmamış, koloni Müslümanları itilaf devletleri saflarında sadakatle çarpıştıkları gibi, üstelik bu kez Araplar da Osmanlı halifesine karşı ayaklanmıştır.
Şaşaa merakını, belki de, yönetme iradesi yeterince güçlü olmayan siyaset adamlarına özgü bir zaaf sayabiliriz.
Ve yine her zaman olduğu gibi, hak ve özgürlükler söyleminin, siyasi alanda güçsüz olanlara tutamak sağlamaktan öte bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Hiçbir büyük tarih olayının büsbütün olumlu ya da olumsuz sayılamayacağının bilincindeyim. Ancak Kemalizm lehine ileri sürülebilecek tezleri aramak ve ön plana çıkarmak kaygısı, bu mütevazı kitabın kendine seçtiği hedefler arasında yer almadı. Piyasada bu görevi üstlenen sayısız araştırma vardır. Kemalist devrimin burada değinilmemiş olan başka hizmet ve gerekçelerini tespit etmek isteyenler, bu değerli eserlere başvurabilirler.
Çalışmama yön veren temel düşünsel çerçeveyi 17. soruda özetlemeye çalıştım. 17. sorunun cevabı bir bakıma bu kitapta anlatılmaya çalışılan bakış açısının hülasası olarak okunabilir.
Bu kitapta İslami kesimden kaynaklanan bazı eleştirilere hak veriyor olmamdan, Batı’ya alternatif bir İslami siyaset anlayışına sempati beslediğim anlamı, doğal olarak, çıkarılamaz. Ancak Batı uygarlığının kendi diniyle varmış olduğu son derece çetrefil ve ilginç uzlaşmanın bir benzeri veya eşdeğeri bu toplumda gerçekleştirilemediği sürece, Batılılık davasının Türkiye’de bir hayal olmaktan öteye gidemeyeceğini düşünüyorum.
Abdülhamit’in 32 yıllık istibdadı sırasında siyasi nedenle idam veya katledilen iki kişi (Mithat ve Mahmut Celalettin Paşalar) varken, Cumhuriyetin sadece ilk on yılı için bu rakam en az birkaç yüz düzeyindedir.
Japonya’da 1945’ten sonra Amerikalılar eliyle demokratik anayasa oluşturulurken, imparatorluk makamının korunması rejimin istikrarı için elzem sayılmıştır. İspanya’da Franco’nun ölümünden sonra Krallığın yeniden kurulması bu ülkede demokrasinin pekişmesi sürecinde önemli bir rol oynamıştır.
1925 yılından sonra Cumhuriyet Halk Partisi iktidarına muhalefet, taşranın İslamcı ve tarikatçı unsurlarıyla (ve, yerel olarak, Kürt isyanları ile) sınırlı kalmıştır. Rejimin genel çerçevesi içinde muhalefet edebilecek aydın ve elit çevreler, bu tarihten itibaren ya sinmişler, ya yurt dışına gitmişler ya da rejime iltihak ederek Ankara’daki mevki edinmek yolunu tutmuşlardır. Muhalefetin sözcülüğü, Kasaba uleması ile tarikat şeyhlerine terk edilmiştir
Parti programı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası üzerine en ciddi ve kapsamlı araştırmanın yazarı olan Eric Zürcher, partinin programını, içinde belirgin bir Batı Avrupa çeşnisi taşıyan bir liberalizm programı olarak tanımlar.
Nutuk’ta ilk dikkati çeken nokta, Milli Mücadele sırasında ve sonrasında herhangi bir nedenle ve herhangi bir ölçüde Gazi’nin emir ve iradesine karşı çıkmış olan istisnasız herkesin,vatan haini, satılmış, özel çıkarlar peşinde koşan, ya da en hafifinden gayriciddi veya aptal kimseler olarak sunulmalarıdır. Dürüst, vatansever, ve az çok zekâ sahibi oldukları halde kendisine kayıtsız şartsız itaat etmeyebilecek kişilerin varlığı, reisicumhurun kabul ettiği ihtimaller arasında bulunmaz.
Atatürk’ün, görüş veya eylemlerini tasvip etmediği kişiler için Nutuk’ta kullandığı deyimlerin bazıları şöyledir:
“Bedbaht”,
“insanlık evsafından mahrum”,
“şuuru milliyi felce uğratmak”,
“hainane teşebbüsat”,
“menfi ruhlu kimseler”,
“zavallılar”,
“zevatı malumenin hıyaneti”,
“zatı gafil”,
“her türlü habaset ve hıyanet ve acz ü meskenet”,
“şeytanetkâr tedbirlerle milleti iğfal etmek”,
“şahsi hırs ve menfaat veya hiç olmazsa cehalet”,
“aciz zavallılar”,
“akıl ve ferasetlerindeki mahdudiyet”,
“tab’ ve ahlaklarındaki za’ıf ve tereddüt”,
“milleti zehirlemek”,
“akl-ı eblehfiribane”,
“milleti iğfal ve meskenete irca maksadı güdenler”,
“nazır diye toplanmış birtakım sebükmağzan”,
“alçak bir padişahın deni fikirleri”,
“heyeti fesadiye”,
“ahlaksızlıklarıyla tanınmış eşhas”,
“sakim ve hayvanca bir düşünce”,
“bihissü idrak insanlar”,
“eblehane, echelane ve miskinane hareket”,
“miskin ve adi”,
“düşman aleti”,
“teşebbüsatı mela­net­kârane”,
“fesat tohumları”,
“eşhası muzırra”,
“hafif”,
“memleketi başt­an başa ateşe vermek için olanca vüs u gayretiyle çalışmak”,
“maksadı mahsusu hainane ile teşkil edildikleri mevsuk”,
“menhus zevat”,
“korkak”,
“namus ve mukaddesat hakkında laubali ve gayrı­hassas”,
“cebin, imansız, cahil”,
“çirkin gururlarını tatmin”,
“ikbal, haset, vehim ve ila gibi avamil ile hareket edenler”,
“hayasızlık”,
“adi bir mahluk”,
“paralı uşak”,
“millet meclisine kadar girebilmiş vatansızlar”,
“hayasız, hadnaşinas, küstah ve boğaz tokluğuna düşman casusluğu yapacak kadar pest ve erzil tıynette”,
“aciz ve korkak insanlar”,
“müfsid mikroplar”,
“sefil”,
“idrak ve vicdandan yoksun”,
“mülevves bir tahtın, çürümüş, çökmüş ayakları”,
“aciz, adi, his ve idrakten mahrum bir mahluk”,
“pespaye”,
“bir vehim ve hayal için Türk halkını mahvetmek isteyenler”,
“alçakça ve caniyane maksat”,
“gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet”.
Burada sözü edilenlerin ezici çoğunluğu, ilginçtir ki, Milli Mücadeleye Mustafa Kemal ile birlikte atılmış ve o mücadelenin en ön saflarında yer almış, ancak bazı konularda farklı görüşlere sahip oldukları için Gazi’yle yolları ayrılmış olan insanlardır. Nutuk’un en sert polemikleri, bir yanda başta Rauf olmak üzere, Karabekir, Refet, Mersinli Cemal, Cafer Tayyar ve Nureddin Paşalar ve Celaleddin Arif Bey gibi Milli Mücadele önderlerine, diğer yanda Ahmet İzzet, Ali Rıza Paşalar gibi İstanbul hükümetlerinde Milli Mücadele yandaşları olarak tanınmış olan kişilere yöneltilir. İkinci planda ise, ülkenin çıkarına en uygun hareket tarzının ne olduğu konusunda, şu ya da bu gerekçeyle Milli Mücadelecilerden farklı düşünen kişiler vardır. Üstelik nutkun söylendiği tarihte bu insanların tümü iktidardan uzaklaştırılmış, birçoğu yurt dışına sürülmüş ve bazıları idam edilmiş bulunmaktadır. Yani, sıcak bir mücadelenin belki bir ölçüde haklı göstereceği bir şiddet veya infial burada söz konusu değildir. Daha çok Gazi’nin mütehakkim kişiliğinden gelen bir tahammülsüzlük ağır basmaktadır.
Türk siyasi hayatına İttihat ve Terakki ile giren ve cumhuriyet döneminde süren bu üslup günümüzde de etkisini kaybetmiş değildir.
1921 yazında askeri durumun kötüleşmesi üzerine sorumluluğun tek kişiye devri gündeme gelir. Eski Roma Cumhuriyeti’nde ve Fransız devriminde örnekleri bulunan bir yöntemle meclisin sahip olduğu egemenlik haklarının fiili kullanımı üç ay süreyle başkumandan sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa’ya devredilir. Geçici olarak haklarından feragat eden fakat gerekli gördüğü takdirde süresinden önce bile olsa Başkumandanlık yetkisini geri alma hakkını saklı tutan meclis de jure hala egemendir. Ancak 1922 mayıs’ındaKi üçüncü uzatmada bu hayal sona erer. Meclis, yetkilerini geri almayı dener; askeri birliklere güvenen başkumandan yetkilerini devretmeyi reddeder ve meydan okur; meclis boyun eğer. Türkiye’nin yakın tarihinde ilk askeri darbe olarak değerlendirmesi gereken bu olaydan sonra meclisin egemenliği artık laftan ibarettir.
1908 devrimi önayak olan İttihat ve Terakki kadroları gerçi başlangıçta hürriyet fikrine gönülden bağlı görünürler. Ancak sahip oldukları gizli örgüt ve vatan kurtarma zihniyeti iktidar başkalarıyla paylaşma fikrine yabancıdır. benimsedikleri Türkçü ve şovenist ideoloji, imparatorluk nüfusunun büyük bir kısmına devlet yönetiminde söz hakkı tanımayı reddeder. Siyasi deneyimsizlikleri 1911-12’de partinin parlementer kanadının dağılması ve iktidarın bir süre kaybedilmesi ile sonuçlanır.
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Tek Parti döneminin güdümlü seçimlerini şöyle tanımlıyor: Gerçi iki dereceli seçim yasasındaki yönteme göre bütün illerdeki milletvekili seçimleri yapılıyordu, ama bu seçim, işin formalite yönüydü. Cumhuriyet Halk Partisi tarafından gösterilen aday mutlaka seçiliyordu. Bu halde bu adaylar ‘halkın seçimine sunuluyordu’ demektense, ‘halkın onayına sunuluyor’ deyişini kullanmak belki daha yerinde olur.
Saray 1908 #8242; den veya en geç 1909 #8242; dan 1918 #8242; e kadar, siyasi sahnede bağımsız bir varlık gösterememiştir. Kanun-i Esasinin 1909’da değiştirilen 3. maddesi uyarınca padişahın hükümranlığı vatan ve millete sadakat koşuluyla sınırlandırılmıştır. Uygulamada bu hükmün anlamı padişahın Meclis tarafından tahttan indirilebilmesidir.
Türkiye’de iktidarın serbest ve genel seçimlerle belirlenmesine yönelik ilk ciddi girişim 1877 ve ardından 1908 seçimleridir. Siyasi partiler 1908’den hemen sonra ortaya çıkmıştır; 1911 sonunda Mebusan’da temsil edilen dört veya beş parti bulunur. Meclis tartışmaları her zaman anarşik denilebilecek ölçüde serbesttir. 1908’de basından sansür kaldırılmıştır. Bunu izleyen dört yılın Osmanlı basını, Türkiye’nin o günden bu yana bir daha yaklaşamadığı bir özgürlük ortamına sahip olacaktır
Batı uygarlığı adı verilen akılcılık, evrensellik ve bireysel sorumluluk idealinin, Türkiye (veya başka herhangi bir toplum için) yegane alternatifi Barbarizm olan bir değer ve bir hedef olduğuna inanıyorum. Bu kitapta İslami kesimden kaynaklanan bazı eleştirilere hak veriyor olmamdan, Batı’ya alternatif bir İslami siyaset anlayışına sempati besledim anlamı doğal olarak çıkarılamaz. Ancak Batı uygarlığının kendi diniyle varmış olduğu son derece çetrefilli ilginç uzlaşmanın bir benzeri veya eş değeri bu toplumda gerçekleştirilemediği sürece, Batılık davasının Türkiye’de bir hayal olmaktan öteye gidemeyeceğini düşünüyorum.
– “Uğur Mumcu: “[ ] yasadışı Kuran kursları, Suudi sermayesi desteğindeki İslamcı enstitüler, devlet kapılarında iş takipçiliği yapan Nakşi şeyhleri, Arap sermayesiyle sarmaş dolaş il ve belediye başkanları, milyarlık şirketler, dinsel gericiliğin sakalını sıvazlayarak bugünkü lükslerini sürdüren, ağızları Davidof marka purolu, bilekleri Roleks marka saatli sözde liberaller, liberalizme yardakçılık yapmayı hüner sayan dönek Marksistler, rüzgar gülleri gibi her gün yön değiştiren tatlı su ilericileri, gölgelerinden korkan aydınlar, salon sosyalistleri, gericinin yoksuluna karşı aslan kesilip aynı gericinin iç ve dış sermaye çevreleriyle sarmaş dolaş olanına karşı süt dökmüş kedilere dönen sahte Atatürkçüler, tirajlarını biraz daha artırmak için kadın göğsü ve bacak fotograflarının yanında Kuran ciltleri veren gazete patronları.” (Cumhuriyet, 12.3.1989.)”
– “Kul kültürünün değişmez bir unsuru da, Üst’e karşı çıkan ya da karşı çıktığı sanılan veya karşı çıkma ihtimali bulunan kişilere karşı gösterilen abartılı şiddettir. Çağdaş Türk siyaset dilinde, böyle kişiler, istisnasız olarak, a) vatan hainidir, b) gizli ve karanlık amaçlar peşindedir, c) para ile satın alınmıştır, d) kandırılmıştır, e) yabancı ajanıdır, f) Türk değildir, g) cinsel tercihleri kuşkuludur. Her halükârda, dürüst ve meşru birtakım gerekçelerle Üst’ün bazı görüşlerini paylaşmıyor veya bazı davranışlarını onaylamıyor olmaları, akla gelebilecek ihtimaller arasında bulunmaz.”
– “Türk halkının, siyasi otoriteye “tapmaya alışık” bir halk olup olmadığı tartışılabilir. Özellikle kasabalı ve köylü halk çoğunluğu açısından, ne bugün ne de geçmişte, güçlü bir “siyasi tapınma” eğilimi saptamak kolay değildir. Aksine, kuşkuculuk, içe kapalılık, rasyonel fakat dar vadeli bir çıkarcılık, bağlayıcı duygu ve ifadelerden kaçınma güdüsü, daha belirgin kültürel özellikler olarak göze çarparlar. Halk sınıflarının önemlice bir kısmında, dinî nitelikli olanlar dışında hiçbir kişi veya nesnenin tapınmaya layık olmadığı inanışı yaygındır. Kırsal kesimde ise, yüz yüze ilişkiler dışında kalan dünya hakkında güçlü herhangi bir inanç veya duyguya sahip olan kimselere çok sık rastlanmaz.
Siyasi otoriteye tapınma, pekala bilindiği üzere, Türkiye’de daha çok elit kesimi etkileyen bir alışkanlıktır. Devlet büyüklerine her türlü mantık ve haysiyet ölçüsünü aşan övgüler sunma geleneğinin sahipleri, daha çok devlet memurları, milletvekilleri, silahlı kuvvetler mensupları, öğretmenler, profesörler, serbest meslek erbabı ve öteki aydınlar gibi, toplumda belli bir mevki ve saygınlığa sahip olan, dolayısıyla bunları kaybetmeme endişesi ya da daha yükselme hırsı taşıyan zümrelerdir.”
– “Tapmaya alışık bir halkın karizmatik-otoriter bir önder yaratma eğiliminde olduğu, önderin de yarı-gönülsüz olarak kendisine böyle bakılmasını istediği bir döngü kurulmuştur.” (Mete Tunçay, Türkiye’de Tek Parti , s. 329)”
– “Hüseyin Avni [Ulaş]: “Büyük Millet Meclisi idaresi bugün birtakım müstebit kumandanların, valilerin elindedir. Zihniyet değişmiyor, yalnız sandalye değişiyor. Sonra bunlar istibdatlarını birbirlerine firavun postu olarak terk ediyorlar. İdarenin, bundan yüz sene öncesindekinden hiçbir farkı yoktur. Demokrat, halkçı bir hükümetin, bir milletin tarihine bakın ve mevcut durumla karşılaştırın.”
– “Atatürk 1923’lerde, yani bir ortaçağ toplumunda niçin bugünün 1990’ların İngiliz demokrasisi gibi demokrasi kurmadı demek, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman niçin telefon şebekesi kurmadı demekle aynı anlama gelir. (A. Taner Kışlalı, Mustafa Kemaller Görev Başına, s. 162)”
– “Türkiye hiçbir zaman Nazilik veya Komünizm muadili bir totaliter diktatörlük yaşamadı. Tek parti dönemi, neticede sıradan bir otoriter rejimdi. O kadar. Üstelik, o dönem toplumsal seçkinlerinin çok büyük bölümünün gönüllü desteğini almıştı. (Asaf Savaş Akat, Sabah, 9.3.1995)”
– “Cumhuriyet gazetesinin 3.11.1930 tarihli başyazısı şöyle ifade ediyor:
“Modern devletin ilk zamanlarında, mazinin hukuk zihniyetinden kendini kurtaramamış bazı millet vekilleri, Avrupa’da devletle milleti iki ayrı yapı şeklinde muhakeme etmişlerdi. Üstünden yıllar geçmiş, yosun bağlamış fikirler ile, bugün iş görmek imkânsız bir şeydir. Modern devlet tam sözü ile hakim bir müessesedir. İçilen suya, oturulan yere, tavanın yüksekliğine, pencerenin genişliğine, hulasa her şey karışır. Modern devlet, zaten her şeye karışmak için kurulmuştur.”
– “Türk Ocakları Büyük Reisi, Tek Parti döneminin ünlü hatibi, CHP milletvekili ve iki kez maarif vekili olan Hamdullah Suphi Tanrıöver’e göre,
“Faşizm bir vatan ideali etrafında iktisadi refahı, siyasi ve içtimai ahengi tesis etmeyi düşünür. Bu milliyetçiliğin farikası [ayırıcı özelliği], milletin hakim ve mahkûm sınıflara ayırmak değil, her meslek erbabının umumi bir işbölümü içinde çalışma hakkını tanımak ve onun yükselmesini temin etmektir. [ ] münevver ve milliyetperver bir gençliğin, İtalya toprakları üzerinde, sınıf gayz ve kininden doğan hareket karşısında derhal kendini toparlamasını ve Büyük Vatanperverin [Mussolini] doğru yolu gösteren emri altında, arzın medeniyet membalarından biri olan güzel memleketlerini siyanet edebilmelerini, hürmet ve takdir ile görmüşüzdür. Biz Faşist milliyetperverliğin dünkü galeyanında, hem mazimizi hem istikbalimizi görürüz.”
– “Daha 1923’te, CHP mebusu (bu yazıdan birkaç ay sonra Halk Partisi idare kuruluna seçilecek) Feridun Fikri Düşünsel, İtalyan faşizmini yeni kurulan cumhuriyet için model gösterir:
“Bütün Avrupa, faşizmin cihana getirdiği emniyet ve neşe ile ona doğru atılırken, faşizmin bu suretle, sanki pek tehlikeli bir şeymiş gibi görülmesi beni derin düşüncelere şevketti. Faşizm korkulacak bir şey addolunamaz. Bilakis bizim gibi inkılap yapmış ve onu yaşatmaya azmetmiş milletler için faşizmden çıkarılacak düsturlar vardır. Başlıcası vatanın ihtiyaçlarını hiçbir vakit şekli mülahazalara, indî nazariyelere feda etmemektir.”
– “Kemalizmin önde gelen ideologlarından, CHP milletvekili ve partinin resmi organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay’a göre, Türk inkılap fırkasını “komünist ve faşist, yani eski bir nizamdan yeni bir nizama geçen memleketlerin” partilerinden örnek alarak kurmak gereklidir. “Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı için Faşizmin korporasyon metotları” benimsenmelidir.”
– “Uygulamada cumhuriyet, popülerlik ve/veya kaba güç dışında hiçbir meşru dayanağı olmayan siyasi liderlerin, devlet gücüne rakipsiz ve kısıtsız bir şekilde sahip olmalarını sağlayan bir teori olarak kullanılmıştır. Siyasi Liderin iktidarını daraltma veya tesirsiz bırakma potansiyeline sahip olan hükümdar, ya Rusya ve Portekiz’deki gibi alaşağı edilmiş; ya Almanya, İspanya ve Macaristan’daki gibi, kısa süre önce başkaları tarafından devrilmişken geri dönmesine izin verilmemiş, ya da İtalya ve Japonya’daki gibi marjinal bir konuma itilmiştir.”
– “Modern diktatörler, iktidarı fetih, gelenek, din veya müktesep hak üzerine kuran eski zaman zorbalarından farklı olarak, plebisitler veya benzeri oylama yöntemleriyle halkın onayını almaya büyük önem verirler. Hepsi, bir çeşit “demokrasi” (devrimci demokrasi, ulusal demokrasi, halk demokrasisi, “Romen tipi demokrasi”, korporatif demokrasi, öz hakiki demokrasi vb.) olmak iddiasındadır.
Halkçı yaklaşımın zorunlu bir sonucu olarak, siyasi uyarı ve propaganda işlevlerinin en küçük toplum birimine kadar örgütlenmesi hedeflenir. Diktatör, eski zaman zorbaları gibi siyasi muhaliflerini sindirmekle yetinmez; halkın tümünü kendi tarafına çekmeye çalışır. Halkı uyarmak ve yönlendirmek görevini üstlenen Parti, bundan ötürü olağanüstü önem kazanarak bazen devletin asli kurumlarının (ordu, polis ve bürokrasinin) dahi önüne geçer.”
– “Batı uygarlığının kendi diniyle varmış olduğu son derece çetrefil ve ilginç uzlaşmanın bir benzeri veya eşdeğeri bu toplumda gerçekleştirilemediği sürece, Batılılık davasının Türkiye’de bir hayal olmaktan öteye gidemeyeceğini düşünüyorum.”
– “Batı uygarlığı adı verilen akılcılık, evrensellik ve bireysel sorumluluk idealinin, Türkiye (veya başka herhangi bir toplum) için, yegâne alternatifi barbarizm olan bir değer ve bir hedef olduğuna inanıyorum.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir