İçeriğe geç

Yakalanan Zaman Kitap Alıntıları – Marcel Proust

Marcel Proust kitaplarından Yakalanan Zaman kitap alıntıları sizlerle…

Yakalanan Zaman Kitap Alıntıları

Ne yazık ki onları kendi içimde aramak zorundaydım, çünkü insanları değiştiren zaman, onların içimizde sakladığımız suretlerini değiştirmez.
Sanat uzun, hayat kısadır.
Somut bir hastalığım yoktu, ama artık hiçbir şeye gücüm olmadığını hissediyordum
Oysa şimdi onu sevmiyordum, artık onu seven insan değil, onu sevmeyen bir başkasıydım; başka birine dönüştüğümde, ona olan aşkım da bitmişti.
Beden zihni bir kalenin içine hapseder; çok geçmeden, kale dört bir yandan kuşatılır ve sonunda zihin teslim olmak zorunda kalır.
Ne var ki, artık kimsenin bilmediği bir geçmişe dair hikâyeler anlatmak, kimsenin gitmediği ülkelere yapılan yolculuklara dair hikâyeler anlatmak kadar kolaydır.
Nasıl ki hücrelerin bir araya gelmesiyle oluşan hayvan ve insan vücudu, tek hücreye kıyasla Mont Blanc kadar büyükse, ulus adını verdiğimiz, bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan, dev, örgütlü kitleler mevcuttur; ulusların hayatı, kendilerini oluşturan hücrelerin büyük ölçekte tekrarından ibarettir; bireylerin hayatına ilişkin muammayı, tepkileri ve yasaları anlayamayan kişi, uluslar arasındaki mücadelelerden bahsettiğinde boş sözler söylemeye mahkûmdur.
-Ah, ne güzel günlerdi! Şimdi o günler çok uzağımızda.O güzel günler bir daha doğacak mı?
derinliğini ölçemediğimiz kör kuyudan ,
Yıkanıp derin denizlerin sularında
Güneşlerin yeniden doğduğu gibi ?
Victor Hugo şöyle der:

Çimenler uzamalı, çocuklar ölmeli mutlaka.

Mutluluğu sen götür, sıkıntı bana kalsın.(Victor Hugo)
hayatın,ihtiyarları yeterince yaşayan yeniyetmelerden imal ettiğini anladım.
Bir saat, sadece bir saat değildir,kokularla,seslerle,projelerle ve iklimlerle dolu bir kaptır.
Aşkın sevilen insana aslında sadece seven kişide var olan şeyler kattığını görmüştüm.
Çünkü en çok sevdiğimiz insana bile, kendimize olduğumuz kadar sadık değilizdir ve tekrar sevebilmek için -kendi benliğimizin bir özelliğidir bu- er geç o insanı unuturuz. Olsa olsa, o çok sevdiğimiz kadın bu aşka kendine has bir şekil vermiştir ve bu sebeple, sadakatsizliğimiz de kendi içinde bir sadakat barındırır.
Hayatın bizi köşeye sıkıştırdığı o noktada zihin bir çıkış yolu açar, çünkü karşılıksız aşkın çaresi yoksa da, bir ıstırabın saptanması durumundan, yol açtığı sonuçları belirleyerek de olsa, çıkabiliriz. Zihin, hayatın hiçbir çıkışı olmayan kapalı durumlarını tanımaz.
İşte kolay başarılar da , kesin yenilgiler de bu kadar enderdir.
Belki de gerçek olan, o isimde nice muammalar gördüğüm dönemdi.Ama böyle dönemler sonsuza dek devam etmeyeceğine göre, günün birinde ilginçliğini kaybedecek olan muammaları çözmek için sağlığımızı ve servetimizi feda etmemiz gerekir.
Çok fazla düşündüğümüz şeyler, sonunda aşırı doygunluk noktasına ulaşır.
Gerçek hayat, nihayet keşfedilip açıklığa kavuşturulan hayat, dolayısıyla dolu dolu yaşanan tek hayat, edebiyattır. Bu hayat, bir anlamda, sanatçıda olduğu kadar her insanın içinde de her an mevcuttur. Ama çoğu insan, onu açıklığa kavuşturmaya uğraşmadığı için görmez. Bu yüzden de, geçmişleri, zihinleri tarafından banyo edilmediği için işe yaramayan sayısız klişeyle dolup taşar. Sanatın açıklığa kavuşturduğu şey, yalnız kendi hayatımız değil, başkalarının da hayatıdır, çünkü tıpkı ressam için renk gibi, yazar için de üslup, teknik değil, görüş meselesidir. Her birimizin dünyayı görüşündeki nitel farklılığın, doğrudan ve bilinçli yöntemlerle mümkün olamayacak şekilde ortaya koyulmasıdır; sanat olmasa, bu farklılıklar ebediyen her birimize ait birer sır olarak kalırdı. Ancak sanat aracılığıyla dışarıya açılabilir, bir başkasının, bizimkiyle aynı olmayan bu âlemde neler gördüğünü öğrenebiliriz; aksi takdirde bu âlemin manzaraları, aydaki görüntüler kadar bilinmez olurdu bizim için. Sanat sayesinde, bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açık olan dünyaların sayısı da o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan büyüktür; bu dünyalar, adı ister Rembrandt olsun, ister Vermeer, ışıklarının yayıldığı ocak söndükten asırlar sonra, hâlâ kendilerine has ışınlarını bize yansıtmaya devam ederler.
Kaydetmekten ibaret olan edebiyatın bir değeri olamaz, çünkü gerçeklik, kaydedilen küçük şeylerin altında gizlidir ve bu gerçeklik çekilip çıkarılmadığı sürece, bu küçük şeylerin kendi başlarına bir anlamı yoktur.
İnsanlar çoğunlukla sevmek ister, ama bunu nasıl yapacaklarını bilmezler; yenilgi peşinde koşar, ama bulamazlar; deyim yerindeyse, özgürlüğe mecbur olurlar.
İçimizdeki bilinmeyen işaretler kitabına gelince o işaretleri nasıl çözeceğim konusunda kimse bana kurallar öğretemezdi; bu kitabın okunması, bizim yerimize kimsenin yapamayacağı, hattâ bizimle birlikte bile çalışamayacağı bir yaratma eylemiydi. İşte bu yüzden, onca kişi bu kitabı yazmaktan vazgeçer. Onu yazmamak için ne görevler üstlenilir! İster Dreyfus Davası olsun, ister savaş, her olay, bu kitabı çözmemek için yazarlara çeşitli bahaneler sunar; adaletin zaferi uğruna, ulusun manevi birliği uğruna çalışırlar, edebiyatı düşünmeye vakit bulamazlar. Ama bunların hepsi bahanedir, asıl neden, dehalarının, yani içgüdülerinin olmayışı ya da tükenmiş olmasıdır. Çünkü içgüdü görevimizi belirler, zihin ise, bu görevden kaçmak için mazeretler sunar. Ne var ki, sanatta mazerete yer yoktur, niyet hesaba katılmaz, sanatçı her an içgüdüsüne kulak vermek zorundadır; bu yüzden de sanat, hayattaki en gerçek şey, en sıkı okul ve esas Son Yargı’dır. Çözülmesi en zor olan bu kitap, aynı zamanda gerçekliğin bize yazdırdığı, içimizdeki basımı bizzat gerçeklik tarafından yapılmış tek kitaptır. Hayatın bizde bıraktığı her düşüncenin somut biçimi, yani bizde bıraktığı izlenimin işareti, o düşüncenin zorunlu gerçekliğinin damgasıdır. Zihnin oluşturduğu düşüncelerin sadece mantıksal, mümkün bir gerçekliği vardır, keyfî olarak seçilirler. Bizim tarafımızdan çizilmemiş işaretlerle, simgelerle yazılmış olan kitap, bize ait tek kitaptır. Kendi oluşturduğumuz bu düşünceler, mantık açısından doğru olabilirler, ama gerçek olup olmadıklarını bilemeyiz. Gerçekliğin tek ölçütü, malzemesi ne kadar cılız, bıraktığı iz ne kadar silik görünse de, izlenimdir ve bu yüzden de, zihin tarafından kavranmaya layık tek şeydir, çünkü sadece izlenim, zihin içindeki gerçekliği ayıklamayı başardığı takdirde, zihne bir mükemmellik kazandırabilir ve saf bir mutluluk verebilir. Bilgin için deney neyse, yazar için de izlenim odur; aradaki tek fark, bilimde zihinsel çalışmanın önce, yazarlıkta ise sonra gelmesidir. Kendi kişisel çabamızla çözmek, aydınlatmak zorunda kalmadığımız, bizden önce zaten aşikâr olan şey, bize ait değildir. Sadece içimizdeki karanlıktan çekip çıkardığımız, başkalarının bilemediği şey bizim eserimizdir.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
bir mutluluk ürpertisiyle içimde yeniden doğan benlik, sadece nesnelerin özüyle beslenir, onunla varolur, ondan zevk alır. Şimdiki zamanı gözlerken, duyuları ona nesnelerin özünü sunamadığından, geçmişi düşünürken zihni bu geçmişi kuruttuğundan, geleceği beklerken de, şimdiki zamanın ve geçmişin kırıntılarıyla o geleceği oluşturan irade, onlara yüklediği tam da insana özgü, faydacı amaca uygun olmayan her şeyi dışlayarak geçmişin ve şimdiki zamanın gerçekliğini yok ettiğinden, bu benlik durgunlaşır. Ama eskiden işitilmiş bir ses veya eskiden solunmuş bir koku, bir kez daha, hem şimdiki anda hem de geçmişte işitildiği veya koklandığı an, fiilî olmadığı halde gerçek, soyut olmadığı halde zihinsel olan bu algılar sayesinde nesnelerin kalıcı ve genelde gizli olan özü derhal açığa çıkar ve bazen çok uzun müddet boyunca ölmüş gibi görünen, ama aslında yaşayan gerçek benliğimiz, kendisine sunulan bu ilahi besinle uyanır, canlanır. Zamanın kurallarından sıyrılmış olan bir dakika, kendisini hissetsin diye, zamanın kurallarından sıyrılmış insanı içimizde tekrar yaratır. Bu insanın, bir madlenin basit tadı mantıken o mutluluk için bir sebep teşkil etmese de, güvenli bir mutluluk duyması ve ölüm kelimesinin onun için bir anlam ifade etmemesi anlaşılırdır; o mutluluk zamanın dışında yer alan bu insanın gelecekten nasıl bir korkusu olabilir ki?
Bana Gilberte’i sevdiren, Bergotte’a ve Svvann’a inancım, Mme de Guermantes’ı sevdiren de, Kötü Gilbert’e inancım olmuştu. En sancılı, en kıskanç, görünürde en kişisel aşkım olan Albertine’e aşkım da, ne muazzam bir denizi barındırmıştı içinde! Zaten bütün varlığımızla sarıldığımız bu kişisellik yüzünden, insanlara beslenen aşk, bir bakma sapkınlıktır. (Hattâ bedensel hastalıklar, en azından sinir sistemiyle biraz olsun ilgili olanlar da, organlarımızın, eklemlerimizin kendine has eğilimleri veya korkuları sayılmaz mı? Bedenimizin belirli bir iklimde kapıldığı dehşet, kimi erkeklerin, örneğin gözlüklü kadınlara veya ata binen kadınlara duyduğu eğilim kadar anlaşılmaz ve inatçı değil midir?

Sapkınlıklar, marazi kusurun her yere yayıldığı, her şeye hâkim olduğu aşklara benzer. En çılgınca olanında bile, aşkı görmek mümkündür.

Cephe gerisindekiler, savaşı, kendilerinin gazeteler sayesinde uzaktan izledikleri dev bir boks maçı sanıyorlar. Aslında hiç ilgisi yok. Savaş öyle bir hastalık ki, bir noktada yenilmiş gibi görünürken, başka yerde tekrar ortaya çıkıyor.
Şaşırtıcı olan şey, savaşa ilişkin şahıs ve olayları bu şekilde, sadece gazetelere dayanarak değerlendiren halkın, bağımsız bir değerlendirme yaptığını zannetmesi.
Dolayısıyla, hiçbir yere varmadığını uzun zamandır bildiğim bir yolda bir tecrübeye daha girişmeye niyetim yoktu.
Ne var ki, bazen her şeyin bitmiş gibi göründüğü bir anda, bizi kurtarabilecek bir uyarı gelir; hiçbir yere açılmayan bütün kapıları çalmışken, yüz yıl boyunca nafile aradığımız, istediğimiz yere açılan yegâne kapıya bilmeden çarparız ve kapı açılır.
Ağaçlar, diye düşündüm, bana söyleyeceğiniz bir şey kalmadı, soğumuş kalbim sizi işitmiyor artık.
Ben doğmadan önce uzun süre var olmuş, ben öldükten sonra da uzun süre var olacağını zannettiğim kilisenin yok olabileceğini hayalimden geçirmiyordum.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
kadının kimse tarafından görülmediğini zannettiği bir anda,taranırken,yüzünü silerken,ayaklarını ısıtırkenki hareketleri çok ilginçtir,tam anlamıyla Leonardovari bir zarafet içerir.
Aslında geçen zamanın algılanmasında zor olan, ilk adımı atmaktır. Önce bunca zaman geçtiğini kavramak müthiş zor gelir insana, sonra da daha fazla zaman geçmediğine şaşırırız.
genelde görünmez olan Zaman, görünürlük kazanmak için bedenlerin peşine düşer ve rastladığı her bedeni ele geçirip üzerinde sihirli fenerini oynatır.
Kader kalpte taşınır.
Zeki ve gerçekten ciddi, çalışkan kişiler, yaptıkları işin edebiyatını yapan, yücelten insanlardan hazzetmezler.
Akşam yemeği davetlerine gitmemin bir yararı yoktu, davetlileri görmezdim, çünkü onlara baktığımı zannederken, röntgenlerini çekerdim.
Sevdiğimiz insanlar, her zaman açıkça seçemesek de peşinde koştuğumuz bir hayali özlerinde barındırırlar.
Bir mala bağlılık, malın sahibine daima ölüm getirir.
Dolayısıyla, savaşı sürdürmek isteyen taraf da başlatan kadar, belki ondan daha suçlu, çünkü başlatan tarafın bunca dehşeti ön görmemiş olması mümkündür.
Aşkın, sevilen insana, sadece seven insanda var olan şeyler kattığını görmüştüm.
Her ölüm, başkaları için hayatı basitleştiren, onları minnet göstermekten, ziyaretlerde bulunma mecburiyetinden kurtaran bir olaydır.
Başkalarına acı çektirmekten hoşlanırız, ama suç işlemek de istemeyiz, kurbanımızın yaşamasını tercih ederiz.
Bir vücut sahibi olmak, zihin için en büyük tehdittir.
Ebedi hayat insanlara da, eserlere de bahşedilmemiştir.
Bir mala ölümüne bağlılık, malın sahibine daima ölüm getirir.
“Beden için sağlıklı olan tek şey mutluluktur; ama zihni güçlendirip geliştiren, kederdir.”
Günün birinde ilginçliğini kaybedecek olan muammaları çözmek için sağlığımızı ve servetimizi feda etmememiz gerekir.
Bir kitap, çoğu mezar taşının üstündeki isimlerin artık okunamadığı büyük bir mezarlıktır.
Çoğu zaman bir insandan bize kalan tek şey, üstelik ölümünden de önce, henüz hayattayken, bir isimdir sadece.
”Gerçek beyin yıkamayı kendi kendimize umut ederek yaparız. ”
İnsanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.
Ölümün yeni bir şey olmadığını, aksine, çocukluğumdan bu yana defalarca ölmüş olduğumu anlıyordum.
İnsanları değiştiren zaman, onların içimizde sakladığımız suretlerini değiştirmez.
Eski tanıdıkların hepsi başarılı , hepsi madalya sahibi değildi, bazılarının sıfatı daha önemli olmamakla birlikte, farklıydı; kısa bir süredir ölüydüler.
Ne var ki, bazen her şeyin bitmiş gibi göründüğü bir anda, bizi kurtarabilecek bir uyarı gelir; hiçbir yere açılmayan bütün kapıları çalmışken, yüz yıl boyunca nafile aradığımız, istediğimiz yere açılan yegâne kapıya bilmeden çarparız ve kapı açılır.
Ne yazık ki onları kendi içimde aramak zorundaydım, çünkü insanları değiştiren zaman, onların içimizde sakladığımız suretlerini değiştirmez.
gerçeklik, kaydedilen küçük şeylerin altında gizlidir ve bu gerçeklik çekilip çıkarılmadığı sürece, bu küçük şeylerin kendi başlarına bir anlamı yoktur.
İnsanlar çoğunlukla sevmek ister, ama bunu nasıl yapacaklarını bilmezler; yenilgi peşinde koşar, ama bulamazlar; deyim yerindeyse, özgürlüğe mecbur olurlar.
Ah! Hayatımdan hiç söz etmeyelim, ben baştan mahkûm olmuş bir insanım.
hayat bizi o kadar hayal kırıklığına uğratır ki, sonunda edebiyatın hayatla hiç alakası olmadığına hükmederiz.
Somut bir hastalığım yoktu, ama artık hiçbir şeye gücüm olmadığını hissediyordum.
Tutkunun mantığı, en haklı davanın hizmetinde bile olsa, tutkulu olmayan kişinin nazarında asla çürütülmez değildir.
Gerçek beyin yıkamayı, kendi kendimize, umut ederek yaparız; umut, gerçekten bir ulusun yaşayan bir parçasıysak, o ulusun korunma içgüdüsünün büründüğü şekillerden biridir.
nasıl ki hücrelerin bir araya gelmesiyle oluşan hayvan ve insan vücudu, tek hücreye kıyasla Mont Blanc kadar büyükse, ulus adını verdiğimiz, bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan, dev, örgütlü kitleler mevcuttur; ulusların hayatı, kendilerini oluşturan hücrelerin büyük ölçekte tekrarından ibarettir; bireylerin hayatına ilişkin muammayı, tepkileri ve yasaları anlayamayan kişi, uluslar arasındaki mücadelelerden bahsettiğinde, boş sözler söylemeye mahkûmdur. Oysa bireylerin psikolojisine hâkimse, bireylerin kümelenmesiyle oluşan devasa kütlelerin birbiriyle çarpışması, onun gözünde, sadece iki kişiliğin çatışmasından kaynaklanan kavgadan çok daha etkileyici bir güzellik kazanacaktır; onları, on bin tanesi bir araya geldiğinde bir milimetre kübü dolduramayan tekhücrelilerin uzun boylu bir adamı gördüğü ölçekte görecektir.
.. insanların değerini ölçmekten âciz olan kişiler, onları sınıflandırmak için modanın belirlediği ilkeleri benimserler. Bir nesildeki değerli insanları tüketmek şöyle dursun, yanlarına yaklaşamamışken, hepsini toptan silerler, çünkü yeni nesil de önceki nesilde olduğundan daha da anlaşılamayacak olan yeni bir yaftayla ortaya çıkmıştır.
Savaş da, diyordu Robert, eski dostumuz Hegel’in yasalarına tabi. Sürekli oluşum halinde.
insanların değerini ölçmekten âciz olan kişiler, onları sınıflandırmak için modanın belirlediği ilkeleri benimserler. Bir nesildeki değerli insanları tüketmek şöyle dursun, yanlarına yaklaşamamışken, hepsini toptan silerler, çünkü yeni nesil de önceki nesilde olduğundan daha da anlaşılamayacak olan yeni bir yaftayla ortaya çıkmıştır.
Tutkunun mantığı, en haklı davanın hizmetinde bile olsa, tutkulu olmayan kişinin nazarında asla çürütülmez değildir.
oysa sevmenin tıpkı masallardaki büyüler gibi bir büyü olduğunu ve büyü kaldırılıncaya kadar hiçbir şey yapılamayacağını tecrübeyle öğrenmiş olmam gerekirdi mümkünse eğer.
.. bir insanın, değer yargıları bir yana da bırakılsa kendisini yargılayan kişilere bağlı olarak, birçok farklı insan olduğunu gösteriyordu.
Çirkin duyguları gizlemenin tek yolunun, övgüye değer sahte duygular sergilemek olmadığını, hiç değilse gizlemeye çalışıyormuş gibi görünmemek için, çirkin duyguları açıkça göstermek şeklinde yeni bir yöntemin kullanıldığını çeşitli kişilerde fark etmiştim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir