Richard Sennett kitaplarından Yabancı kitap alıntıları sizlerle…
Yabancı Kitap Alıntıları
Bir yabancı haline gelmiş biri için millet iki tehlike getiriyordu: Biri unutma tehlikesi, diğeri hatırlama tehlikesi; birinde yabancının asimile olma arzusu onu küçültürken, diğerinde özlem yüzünden mahvoluyordu.
En sağlam kimliğe ona sahip olduğunu fark etmediğinde sahipsindir; sen o’sundur. Yani en çok, kendinin en az farkında olduğun zaman kendinsindir.
Resim ona bakan kişinin, bizlerin, tam kızın önünde duracağımız şekilde kurulmuştur. Ama bizler aynada yansıyan kişiye benzemiyoruz şüphesiz. Resimdeki kişinin tam karşısında konumlanması yüzünden, kıza bu yansıma bozukluğu olmadan bakmanın bir yolu yoktur. Manet’nin bu resimde yarattığı drama şudur: Bir aynaya bakıyor ve kendim olmayan birini görüyorum.
Yahudilerin kendileri için getto, dış dünyayla temas meselesini gündeme getiriyordu: Getto duvarlarının dışına adım attıklarında Yahudilikleri riske giriyormuş gibiydi. Başkalarına açıklık bir kimlik kaybı tehdidini de beraberinde getiriyordu.
Yahudilerin modern tarihine damgasını vuran ikilik, Rönesans Venedik’inde ve Roma’da dayatılan koşullarla, belli bir alanda yaşama imkânıyla birlikte başlamıştır. Gettolaştırmaya isyan etmiş olan yahudiler köksüz hayatlar yaşamanın ıstırabını çekerken, gettolaştırmayı kabullenenler tam da bu kök salmalarının ıstırabını çekmişlerdir. Ömrünün sonlarına geldiğinde Leon Modena bu kök-salma mekânının da kendine özgü bir biçimde güçsüzleştirici bir şey olduğunu anlamaya başlamıştı; yere-ait-hak Ötekiliğin mekânsal mantıkdışılığının gölgesinde kalıyordu.
“Memleket fiziksel bir mekan değil, seyyar bir ihtiyaçtır. insan neredeyse memleket daima başka bir yerde bulunacaktır.”
Ancak birbirini anlayabilenler birlikte karar alabilirler
Yavaş yavaş gidecek hiç ama hiçbir yerim ve herhangi bir yere gitmek için hiçbir nedenim olmadığını anlamaya başladım.
Alexander Herzen
Alexander Herzen
Farklı insanlar farklı yerlerde o ulaşılması en güç şey olan mutluluğa ulaşmanın farklı yollarını buluyorlardı.
Yerinden edilmemiş şeylerin ve yerinden-olma deneyimini yaşamamış benliklerin katılığı aslında en büyük yanılsama olabilir.
Meksikalı göçmenler ve Meksikalı-Amerikalılar hakkındaki geniş çaplı bir araştırmanın şu bulgusuyla da alakalı olduğu söylenebilecek bir tespittir bu: Kültürlenme (ya da Amerikanlaşma ) düzeyi ne kadar yükseliyorsa, alkol, uyuşturucu bağımlılığı, fobiler ve antisosyal kişilik de o kadar yaygınlaşıyor
Memleketlerini gizlenmiş bir öfkeyle, sürekli yarın tekrar oraya dönme düşüncesiyle terk eden insanlar ileriye doğru hareket etmiyor sürekli geçmişe geri fırlatılıyorlardır..
Bir yabancı haline gelmiş biri için millet iki tehlike getiriyordu: Biri unutma tehlikesi, diğeri hatırlama tehlikesi; birinde yabancının asimile olma arzusu onu küçültürken, diğerinde özlem yüzünden mahvoluyordu.
Yabancı olmak, memleketi dışında yaşarken bir türlü iç rahatlığına kavuşamamak demektir kültür şokuna uğrayıp kendi kültürüne sıkı sıkıya yapışan göçmen, pek de gezip dolaşmadığı bir şehirde kayıtsızca kış uykusuna yatmış olan sürgün, pek yakında memleketine dönme hayali kuran sabık milliyetçi Bu tür imgeler kök ihtiyacını ve yuvanın nimetlerini duygusallaştırır. Dahası, yabancı haline gelmiş insanlardan, en başta göçmeye zorlanmış olsalar da tam da bu yerinden edilme deneyiminden insani bir şeyler yaratma irade ve becerisini esirgerler.
Modem kapitalizmi geliştiren kuvvetler insanları toplumdaki geleneksel coğrafi ve toplumsal yerlerinden kopardı; sadece resmen marjinalize edilenler sabit bir yer işgal etmeye zorlandılar. Dolayısıyla organik cemaate duyulan ve modem kapitalizmin güçleri hilafına ayakta tutulan inanç, daha modern zamanlarda marjinaller tarafından cisimleştirilir hale geldi(..)
Ancak birbirini anlayabilenler birlikte karar alabilirler.
Bir yabancı haline gelmiş biri için millet iki tehlike getiriyordu: Biri unutma tehlikesi, diğeri hatırlama tehlikesi; birinde yabancının asimile olma arzusu onu küçültürken, diğerinde özlem yüzünden mahvoluyordu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kişi kendi kendini yaratmak zorundadır.
Farklılığın algılanması insanları, hepsinin birden başvurabileceği ortak bir insanlık olmadığı için daha kavim-merkezci kılabilirdi
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
1848 ‘in devrimci milliyetçileri için halkın (volk) kendi kendisinin farkında olmayışı, bir aynadan yoksun oluşu bir erdem kaynağıdır – sonu gelmez tereddüt ve ikirciklilikleri yansıtan bir aynalar diyoramasından farksız bir
zihin yapısına sahip olan kozmopolit burjuvazinin başına bela olan kendi kendinin farkında oluş ve kendinden yabancılaşma
musibetlerinin tam karşı kutbunda yer alır
zihin yapısına sahip olan kozmopolit burjuvazinin başına bela olan kendi kendinin farkında oluş ve kendinden yabancılaşma
musibetlerinin tam karşı kutbunda yer alır
en önemli olan [halkın] farklılıklarıdır çünkü onları onlar kılan, kendileri kılan şey bu farklılıklardır.
milliyetçilik ülkelerini terk edenleri adeta ameliyatla bir uzuvları kesilmiş hastalar gibi göstermiştir.
Yunanlardan beri bir millete ait olmanın tam bir insan olmak için gerekli olduğunun düşünüldüğü doğrudur şüphesiz
Yunanlardan beri bir millete ait olmanın tam bir insan olmak için gerekli olduğunun düşünüldüğü doğrudur şüphesiz
birçok Avrupa şehrindeki Yahudiler sıkı sıkıya paketlenmiş topluluklar halinde değil, daha çok dağınık küçük hücreler halinde yaşıyorlardı, çünkü kendilerini zulümden ancak kendi kendilerini silip kimliklerini gizleyerek koruyabiliyorlardı.
Bizler tecrit etmeyi bir iktidarın dayatılması olarak görme eğilimindeyizdir ki bu da tecrit edilen halkı pasif kurbanlar haline getirir. Ama Rönesans Venediki’nde Yahudi gettosunun oluşumu daha karmaşık bir hikaye anlatır bize. Gerçekten de istekleri hilafına tecrit edilmiş olan, ama daha sonra bu şekilde ayrı tutulmalarından yeni topluluk biçimleri yaratan ve toplumsal aktörler sıfatıyla tecrit edilmiş olmaktan bir menfaat elde eden sürgünlerin hikayesidir bu.
Sürgünlük durumunu bir Hıristiyanın yapacağı gibi dünyanın kendisini manevi olarak aşma nedeni haline getirmektense Herzen ayağını yerden kesmemiştir; bir yabancının kendi milliyeti
ile nasıl başa çıkması gerektiğini anlamaya çalışmıştır.
ile nasıl başa çıkması gerektiğini anlamaya çalışmıştır.
Köksüzlüğe yüklenen bu değerin nedeni gündelik hayatın antropolojisine karşı derinden hissedilen bir güvensizliktir; nomos hakikat değildir. Sıradan şeyler, kendi başlarına, yanıltıcıdır Orfikler ve Platon için ne kadar yanıltıcıydıysa Aziz Augustinus için de o kadar yanıltıcı dır. Gündelik davranışlara verilen değerin böyle azaltılmasına, Oidipus Kolonos’ta’da Oidipus ‘un genç Theseus ‘a şu sözleri söylediği etkileyici anda da rastlıyoruz
Oidipus ‘ un bedenindeki iki yaradan biri gizlenemeyen bir köken yarası, diğeri de iyileşmiyor gibi görünen gezgin yarasıdır.
Yurtdışındaki karşılıklı temas ağları miadını doldurmuştu, anayasa ve hükümet kurumları için yaptıkları siyasi planların da Halkın yeni retoriği içinde yeri yoktu. Ama bunlardan da öte, Daniel Stern’ün dikkat çektiği üzere, sürgündeki yabancıların başına bir şey gelmişti. Aynaya bakmışlar da, göreceklerini zannettiklerinden
başka bir yüz görmüş gibiydiler sanki, diye yazmıştır Stern. Bu Stern kadar mültecilerin de kafalarını karıştırmıştır: İçlerinde bir şey geri dönmeye direnmiş, bir şey onları tutmuştur.
Stern’ün kullandığı imge, bize yansıyan şeyin görmeyi beklediğimizden son derece farklı olduğu Manet’nin aynasını hatırlatır çarpıcı bir biçimde.
başka bir yüz görmüş gibiydiler sanki, diye yazmıştır Stern. Bu Stern kadar mültecilerin de kafalarını karıştırmıştır: İçlerinde bir şey geri dönmeye direnmiş, bir şey onları tutmuştur.
Stern’ün kullandığı imge, bize yansıyan şeyin görmeyi beklediğimizden son derece farklı olduğu Manet’nin aynasını hatırlatır çarpıcı bir biçimde.
İnsanların kültüre-özgü oldukları iddiası yine on sekizinci yüzyılda salt antropolojik çeşitliliği ciddiye alma çağrısı değildi. Bugün Avrupamerkezcilik dediğimiz şeye yönelik bir saldırıydı. Voltaire herkesin mutlu olabilmek için Avrupalı olması gerektiğini söylemek korkunç bir kibirdir, diyordu. Farklı insanlar farklı yerlerde o ulaşılması en güç şey olan mutluluğa ulaşmanın farklı yollarını buluyorlardı. Ama on sekizinci yüzyılda farklılığın olumlanması ile on dokuzuncu yüzyıldaki olumlanması arasındaki kopuş tam da burada başlıyordu.
Herder’e göre, Isiah Berlin’in kelimeleriyle, en önemli olan [halkın] farklılıklarıdır çünkü onları onlar kılan, kendileri kılan şey bu farklılıklardır.
On dokuzuncu yüzyılda şekillenen milliyetçiliğin retoriğinde, halkın kendiliğindenliği ve kozmopolit özbilinçten yoksunluğu bir milli zaman anlayışına da bağlanıyordu. Millet de sadece vardır. Milliyetçilik retoriği bir halkın ritüel, inanç ve âdetlerini, Heidegger’in ayrımını izlersek, yapma biçimlerini değil de var olma biçimlerini temsil ediyormuş gibi ele alır; milli ideali yaratan ritüel, inanç ve âdetler, zamanın sınamasından geçmiş ve daima kalıcı şeyler olarak yüceltilir – bunlar bulundukları toprağa, insanların kendi” topraklarıyla bir oluşuna aittir. Bu milli varlık anlayışı belli bir tür sessizliği de beraberinde getirir. Louis Kossuth bir Macar ayaklanması için çağrıda bulunurken, Macarlar ile tarihin onların arasına karıştırdığı Türkler, Slavlar ve Almanlar arasındaki asırlara yayılan etkileşimi, Macar olmanın ne de mek olduğuyla ilgili izahının dışında tutar
Rousseau 1741 ‘de bir tahnitçinin Paris’te sergilediği, tören kıyafetleri içindeki, içi doldurulmuş Amerikan yerlisinden çok etkilenmiş gibi görünüyor ( )On sekizinci yüzyılın otantik insan idealleştirmesi Soylu Vahşi düşünür. On sekizinci yüzyıl devrimcileri ile on dokuzuncu yüzyıl milliyetçileri arasındaki ayrıma yine coğrafi bilinçteki farklılık damgasını vuruyordu. 1789’un siyasi öğretileri yere aşkın dı; insanın Fransız Devrimi ‘nde beyan edilen özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe inanması için Paris ‘te olması veya Fransız olması gerekmiyordu.
1848 baharında Chodluz ve başkaları tarafından tasarlanan ve ulusal birlik çağrısı yapan posterlerde, Halk bu çağrıya iş kıyafetleri veya köylü giysileri içinde ayaklanarak cevap verirken gösterilir. Bu imgeler Halk’ı yoksullarla özdeşleştirmekten daha karmaşıktırlar, çünkü 1790 ve 1791’e ait devrim posterlerinde yoksullar genellikle askeri üniformalar içinde veya siyasi kulüplerine ait renklerde giysiler giymiş bir halde resmediliyorlardı. İki kuşak sonra, Halk büyük bir tarihsel olaya tepki verirken, artık bir davete icabet eder gibi giyinmemektedir. 1848 posterlerinde kitlelere dramatik öfke veya milli ihtiras ifadeleri de verilmez özellikle: Her şey insanların sadece kendileri olduklarını, yaptıkları şeyin özel olarak farkında olmadıklarını ima edecek şekilde yapılır. 1830 devriminin, Delacroix ’nın Halka Yol Gösteren Özgürlük’ü gibi posterlerini süsleyen alegorik, klasik figür ler kaybolup gitmiştir sahiden de. 1848 ‘in devrimci milliyetçileri için halkın (volk) kendi kendisinin farkında olmayışı, bir aynadan yoksun oluşu bir erdem kaynağıdır — sonu gelmez tereddüt ve ikirciklilikleri yansıtan bir aynalar diyoramasından farksız bir zihin yapısına sahip olan kozmopolit burjuvazinin başına bela olan kendi kendinin farkında oluş ve kendinden yabancılaşma musibetlerinin tam karşı kutbunda yer alır. Bu antropolojik halk (volk) imgesi modern toplum tahayyülü ve retoriğinde çığır açıcı bir olaydır. On dokuzuncu yüzyıl milliyetçiliği bir kimlik sahibi olmanın modern ana kuralı diyebileceğimiz şeyi tesis etmiştir. En sağlam kimliğe ona sahip olduğunu fark etmediğinde sahipsindir; sen o’sundur. Yani en çok, kendinin en az farkında olduğun zaman kendinsindir.
1848 ‘de billurlaşan milliyetçilik öğretisi kültürün kendisine coğrafi bir ivme verir: Alışkanlık, inanç, haz, ritüel -bütün bunlar belli bir bölgede hayata geçmeye bağlıdır. Dahası, ritüelleri besleyen yer, kişinin kendisi gibi insanlardan, herhangi bir açıklama yapmaksızın bir şeylerini paylaşabildiği insanlardan meydana gelen bir yerdir. Nitekim bölge/toprak kimlikle özdeş hale gelir.
Yabancı olmak, memleketi dışında yaşarken bir türlü iç rahatlığına kavuşamamak demektir – kültür şokuna uğrayıp kendi kültürüne sıkı sıkıya yapışan göçmen, pek de gezip dolaşmadığı bir şehirde kayıtsızca kış uykusuna yatmış olan sür gün, pek yakında memleketine dönme hayali kuran sabık milliyetçi Bu tür imgeler kök ihtiyacını ve yuvanın nimetlerini duygusallaştırır. Dahası, yabancı haline gelmiş insanlardan, en başta göçmeye zorlanmış olsalar da tam da bu yerinden-edilme deneyiminden insani bir şeyler yaratma irade ve becerisini esirgerler. Ama içi şehirde bütünüyle rahat olan ve şehrin gündelik hayatının koku ve gölgeleriyle ilgilenen bir ressam olan Manet tam da yerinden-edilme deneyiminin olumlu yanını canlandırır hayalinde.
Manet şehri resmederken yerinden-edilmeler üzerinde duran bir sanatçıdır. Bizlere kendi zamanında olduğu gibi bugün de toplumsal olarak hitap ederken bu yerinden-edilme anlayışı içinden konuşur; iktisaden veya siyaseten yerinden-edilmiş insanlan, göçmenleri, sürgünleri, mültecileri betimlerken bulunabileceğimiz belli varsayımlara sanatıyla meydan okur.
Dışarıdan algılanan bir getto -mekanında fantezi, farklılığı kavranması imkansız bir Ötekiliğe çevirir.
Modena’nın Yahudi ritüelleri hakkındaki kitabı Engizisyona yönelik bir tehditti, çünkü daha önce fantazilerin gölgeleri içinde kalan bir şeyi açık, aleni antropoloji alanına yerleştiriyordu. En önemlisi de bu son yıllarında psiko-toplumsal fantezi ile mekansal tecrit arasındaki korkunç bağlantıyı keşfedecekti
Sözler, insanları ortamın etkisinden kurtararak onları aynı zamanda deneyimin yoğunluğundan da mahrum bırakır. ( )Shakespeare Venedik Taciri’ni gerekçeli komedi olarak adlandırmıştır, zira iyilik de kötülük de netice yaratmaz. Venedik Taciri’ne mübadele hakkında bir oyun demek adet olmuştur, ama bu komedide mübadelenin alt-metni kayıtsızlıktır. Modem okurlar olarak bizler sözleşmelerin kutsallığı ethosunun içerdiği kayıtsızlığın toplumsal gerçekliğinin farkındayızdır. Zihni insan hakları fikriyle yoğrulmuş modern bir okuru rahatsız eden şey, bu oyunda sözleşmenin kutsallığı ile ifade özgürlüğü arasında kurulan bağlantıdır
Anlatıldığında Jessica (Shakespeare’in Venedik Tacirleri’nde) kötü bir yaratık gibi görünür, oysa oyunda son derece hoş biri olarak tasvir edilir. Bunun nedeni Shakespeare’in Yahudiliği ırksal bir lanet olarak, ırksal bir şey olarak, hatta bir
kültürel kimlik olarak bile görmemesidir. Yahudi olmak Venedik Taciri ‘nde hafif bir şeydir; aşık olunduğu zaman sırttan atılan bir elbise giymek gibi bir şeydir.
kültürel kimlik olarak bile görmemesidir. Yahudi olmak Venedik Taciri ‘nde hafif bir şeydir; aşık olunduğu zaman sırttan atılan bir elbise giymek gibi bir şeydir.
Shakespeare’in Venedik’inde iş başında bulunan güçler, insanları ortamın dokusundan, yerin yükünden koparan güçlerdir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, ekonomik sistem büyük ölçüde sözlü sözleşmelerden yararlanıyordu; yazılı kayıtlar tutuluyordu tutulmasına ama asıl önemli olan kişinin sözünün onu bağlamasıydı. Tarihçi Frederick Lane, Rialto’daki bankacılık sisteminde ödemelerin şöyle yapıldığını anlatır: “Banker Rialto’daki bir kilisenin portikosu altındaki bir sıranın arkasında oturuyor, kocaman defterini önüne açıyordu. Para ödeyen kişi bankere sözlü olarak paranın belli bir kişinin hesabına aktarılması talimatını veriyordu.” Ekonomik faaliyetin merkezi olan Rialto her gün dedikodu ve haberlerle dolup taşıyordu; kapitalizm istatistik veya herhangi bir hükümet garantisi olmadan uygulanıyordu; başkalarının karakterine duyulan güven, onlarla iş yapmak için canalıcı önem taşıyordu.
Rönesans Venediki’ndeki Yahudiler ve onları takip eden Rönesans Roması Yahudileri tecrit edilmiş gettolarda belli bir oranda kendi kaderlerini tayin etme deneyimi kazanmışlardır. Ama bu tecrit onların Ötekiliklerini artırmıştı; kent mekanına artık karışmadıklarından hayatları egemen güçler için gettonun duvarlarının ötesinde gittikçe daha gizemli bir hal almıştı. Yahudiler hakkındaki fanteziler onların hayatlarıyla ilgili gündelik bilginin yerine geçmişti ki bu fanteziler sonuçta gettoya galebe çalacaktı.
“Ancak birbirini anlayabilenler birlikte karar alabilirler.”
Etrafımda yabancı bir ırk karman çorman toplaşıyor, okyanusun ağır soluğuna sarmalanmış, dağılıp kaosa dönüşecek bir dünya Ve lacivert bir gökyüzünün şemsiyesi altındaki lacivert denizle yıkanan öbür ülke
Bastırılanın dönüşü yabancı için açık açık geçmişe özlem duymaktan çok daha büyük bir tehlikedir. Bu bastırılanın donmesi, kendilerinin hafızada yaşayan parçalarını dönüştürmek için çalışmayanların başına gelir.
Herzen’in sözleriyle, etrafı sessizlik ve yalnızlıkla kuşatılmış: Hiçbir umut, insana yaraşır bir haysiyet barındırmayan dilsiz bir itaatten ibaretmiş her şey ve aynı zamanda son derece sıkıcı. Aptalca ve bayağı imiş.
Herzen’e göre iktisadi bireycilik doğmakta olduğunu gördüğü kapitalist genişleme çağının en büyük tehlikesiydi.
Voltaire’e göre, başkalarının bizim yemekten korktuğumuz gıdalardan ölmediği, hatta bunları yemekten mutlu oldukları bilgisi, bizi kendi kanaatlerimiz konusunda durup düşünmeye itmeli, hatta yasak şeyleri tatma arzumuzu uyandırmalıdır.
Yabancı olmak, memleketi dışında yaşarken bir türlü iç rahatlığına kavuşamamak demektir.
-Venedikli Yahudilerin hem sözel hem de mekansal hakları vardı ama bunlar devletin yazılı işleyişine dahil olmalarını sağlamadı. Meşruiyet haklarından çok, hoşgörü haklarıydı onların sahip olduğu. Bence bu meşrulaştırma işini ancak devlet yapabilir ve bunu da ancak sözleri sözlü anlayış alanından kurtararak yapabilir.
Gettolaştırmaya isyan etmiş olan Yahudiler köksüz hayatlar yaşamanın ıstırabını çekerken, gettolaştırmayı kabullenenler tam da bu kök salmalarının ıstırabını çekmişlerdir.
Yahudilerin nasıl yaşadıklarıyla ilgili söylentiler dizginsiz biçimde yayılıyordu. Bunun nedenlerinden biri şehre giderek artan sayıda Yahudinin gelmesi ve ardından getto içerisinde kaybolup gitmesiydi. Ama toplum, farklı olanları kapattığı için, kapatılmış olanlar hakkındaki tek bilgi kaynağı onlar hakkında kurduğu fantazilerdi. 1636’da çalıntı mallar zincirine bütün Yahudilerin dahil olduğu fantazisi iki -üç gün içinde Venedik ahalisinin zihninde sarsılmaz bir kanaat haline geldi. Yahudilerin çoğuyla gündelik seviyede bir ülfet kurulmadığından fantazinin oynayabileceği oyunları sınırlayacak bir deneyim de yoktu. Gettonun surları dışında kalanların zihinlerinde, hırsızlıktan yola çıkarak, Hıristiyan çocukların gettoda tutsak tutulması gibi, Kara Ayin yapılması gibi başka suçlar da uyduruldu. Hıristiyanların gözünde getto bir gizlenme mekanı haline gelmişti; çekilmiş köprülerinin, kapalı pencerelerinin, güneş ve suya kapalı hayatının ardında, tam da kolayca, rahatça görülemeyen bir hayat olduğu için, her türlü suç ve putataparlığın serpildiği düşünülüyordu.
ilginç, ironik bir durum söz konusudur: Erdemli kadın her türlü ayartıcı giysiyi giyebilirken, fahişenin, tıpkı Yahudi gibi, süslenmemesi gerekmektedir.
Venedik’te Yahudilerden sarı bir rozet takmaları ilk kez 1397’de talep edildi; fahişeler ve kadın satıcılarının sarı eşarp taşımaları ise 1416’da şart koşuldu.
Paulus ‘un gettosu öncelikle Hıristiyan rahipler ev ev gezip Yahudileri İsa’nın kelamını dinlemeye zorlayarak onları sistematik olarak kendi dinlerine çekebilsinler diye bütün Yahudileri tek bir yere kapatmak üzere tasarlanmıştı. Sürüden ayrılan koyunlar fikrinin mekan terimlerine tercümesiydi bu; Yahudiler bir arada tutulurlarsa eğitilebilirlerdi. Roma gettosu bu açıdan tam bir başarısızlık oldu; bir mekanda yoğunlaştırmak yoluyla 4000 getto sakini arasından yılda sadece yirmi civarında Yahudi din değiştirmeyi kabul etmişti.
Şehrin ileri gelenlerinden Sanuto, Venedikli hemşerilerinin bu tür Yahudi tüccarlar karşısındaki tavrını çok iyi özetler: Yurttaşlarımız Yahudilerin bu şehirde dükkan tutup ticaret yapmalarını değil alım satım yaptıktan sonra geldikleri yerlere dönmelerini istemişlerdi.
Roma’nın Yahudi semtindeki birkaç sokağın kapıları olmuş olabilir, ama ortaçağda kent dokusu o zamanki Yahudileri bütünüyle bir yere kapatamayacak kadar düzensizdi. Üstelik başka birçok Avrupa şehrindeki Yahudiler sıkı sıkıya paketlenmiş topluluklar halinde değil, daha çok dağınık küçük hücreler halinde yaşıyorlardı, çünkü kendilerini zulümden ancak kendi kendilerini silip kimliklerini gizleyerek koruyabiliyorlardı.
Ezilen gruplar söz konusu olduğunda, devlet evrensel haklardan ziyade yerle kayıtlı hakları teminat altına almaya daha isteklidir. Ait oldukları yerde kaldıkları sürece incinebilir bedenleri koruyacaktır, ama toplumun genelinde ekonomik iktidarın bu bedenleri kendi kapsamına alması karşısında pek de bir savunma imkanı sunmaz. Hatta devlet topluluğun değerlerinden daha genelde toplumun ekonomik başarıya ulaşma imkanlarını kısıtlamak için yararlanacaktır.
Modem kapitalizmi geliştiren kuvvetler insanları toplumdaki geleneksel coğrafi ve toplumsal yerlerinden kopardı; sadece resmen marjinalize edilenler sabit bir yer işgal etmeye zorlandılar. Dolayısıyla organik cemaate duyulan ve modem kapitalizmin güçleri hilafına ayakta tutulan inanç, daha modem zamanlarda marjinaller tarafından cisimleştirilir hale geldi; tecrit edilmiş olanlar adeta bir bulaşıcı hastalıktan korunuyorlarmışçasına tecrit olumlu bir insani değer haline getirildi.
“Ancak birbirini anlayabilenler birlikte karar alabilirler.”
– ( ) Ancak birbirini anlayabilenler birlikte karar alabilirler
Ancak birbirini anlayabilenler birlikte karar alabilirler.
Resimdeki kişinin bakan kişinin tam karşısında konumlanması yüzünden, kıza bu yansıma bozukluğu olmadan bakmanın bir yolu yoktur. Manet ‘nin bu resimde yarattığı drama şudur: Bir aynaya bakıyor ve kendim olmayan birini görüyorum.
Folies-Bergère’de Bir Bar
Manet Paris’te gördüğü hayatı kaydederken, gözü rahatsız eden, insanın bakışını resmin çerçevesi içinde zorla nesneden nesneye götüren ve çoğunlukla resmin asıl hikayesinin başka bir yerde, tuvalin dışında cereyan etmekte olduğunu ima eden görsel jestlerden yararlanmıştır. Manet şehri resmederken yerinden-edilmeler üzerinde duran bir sanatçıdır. Bizlere kendi zamanında olduğu
gibi bugün de toplumsal olarak hitap ederken bu yerinden-edilme anlayışı içinden konuşur; iktisaten veya siyaseten yerinden-edilmiş insanlan, göçmenleri, sürgünleri, mültecileri betimlerken bulunabileceğimiz belli varsayımlara sanatıyla meydan okur.
gibi bugün de toplumsal olarak hitap ederken bu yerinden-edilme anlayışı içinden konuşur; iktisaten veya siyaseten yerinden-edilmiş insanlan, göçmenleri, sürgünleri, mültecileri betimlerken bulunabileceğimiz belli varsayımlara sanatıyla meydan okur.
En sağlam kimlige ona ‘sahip’ olduğunu fark etmediğinde sahipsindir; sen o’sundur. Yani en çok, kendinin en az farkında olduğun zaman kendinsindir.
Bir yabancı haline gelmiş biri için millet iki tehlike getiriyordu: Biri unutma tehlikesi, diğeri hatırlama tehlikesi; birinde yabancının asimile olma arzusu onu küçültürken, diğerinde özlem yüzünden mahvoluyordu.
milliyetçilik ülkelerini terk edenleri adeta ameliyatla bir uzuvları kesilmiş hastalar gibi göstermiştir.
Dışarıdan algılanan bir getto-mekanında fantazi, farklılığı kavranması imkansız bir ötekiliğe çevirir.
‘cortigiane’ özel bir tehdit olarak görülüyordu; normal biri gibi görünen ama cinsel bakımdan özgür kadının yarattığı tehditti bu.