İçeriğe geç

Ya Hiç Karşılaşmasaydık Kitap Alıntıları – Tuğçe Isıyel

Tuğçe Isıyel kitaplarından Ya Hiç Karşılaşmasaydık kitap alıntıları sizlerle…

Ya Hiç Karşılaşmasaydık Kitap Alıntıları

Hayatımız kayıplarla ve vazgeçişlerle örülü bir yolculuk.
Depresyon hakkı, ruhsallığın en temel haklarından biri. Kolay mı bu gezegende yaşamak, insan olmak! Benzinimiz biter bazen, motor tekler, akü boşalır. E bazen sağa çekmek gerekir.
Birine karşı hissettiğimiz düşmanca duygular, dile getirmekte zorlandığımız rahatsız edici hisler, fanteziler, arzular, bizde kaygı yaratan bazı durumlar kimi zaman söze dökül(e)mez ve bedende dile gelir.
Bazı kayıpların ardından o kaybı çözümlemenin, yas tutmanın yolları bulunumazsa, yaşanan kayıp anlamlandırılamazsa etkisini bedende görebiliriz. Simgeselleştirilemeyen kayıplar, dile getirilemeyen acılar bedenimiz aracılığıyla kendini gösterir.
Sevilmeye izin verdiğimizde ötekine kendi içimizi yani tüm olumlu şeylerle birlikte zaaflarımızı, korkularımızı, eksiklerimizi de göstermek durumunda kalırız.
Riskler, hatalar, çatışmalar, yorgunluklar, bitişler, yeniden başlayışlar tarafından kuşatılmış gibiyiz.
Her deneyim bir iz bırakır.
Geçmişimizin kayıpları, travmaları, sırları, tutulamayan yasları şimdiki bizi inşa eder.
Sebebi her neyse bir ilişkide güvensizlik söz konusuysa orada gerçek birliktelikten söz edemeyiz .
Her halleri kayıt altına alınan, binlerce fotoğrafı olan, daha doğmadan Facebook, Instagram hesabı açılan çocukların büyüdüklerinde hayatı mavi ekrandan izlemelerine şaşırmamak gerekir, zira onların çocuklukları da o ekranlardan izlenmişti.
Kontrolsüz yakınlaşma korkutur.
Sanırım mutluluk denilen şey peşinden koştukça elden kaçan, büyüyen ve daha da elde edilemez bir olgudur.
Dışarıdaki benlikler içimizdeki başka benlikleri de keşfetmemizi sağlıyor.
Arzuladığımız şeyler, korktuklarımıza dönüşüyor.
Günümüzde, bireylerin tek başına kalabilme becerileri gelişmediğinden, duygusal tarafı zayıf, bağ değil bağlantı kurulan veya bağımlı olunan, çiftleşilen ama çift olunamayan, çabuk tüketilen, çürütülen ilişkiler kurulduğunu görüyoruz.
Her şey başka şeylerin ölümüyle başlar.
Buzdağının görünen kısmı ilişkilerin iki kişiden oluştuğu: ben ve öteki. Ötekiyle kurulan aşk ilişkisine dair Philippe Sollers şunları söyler:
Aşk, ötekini bir öteki olarak tam anlamıyla kabul etmektir. Eğer bu öteki size çok yakınsa, ki durum budur, bana göre esas olan farklılıkta uyuma dayanmaktadır. Kadın ile erkek arasındaki fark yok edilemez, bir karışım mümkün değildir. O halde söz konusu olan, bir çelişkiyi sevmektir ve güzel olan da budur.
Bir yerlerde takılı kalıp kımıldayamadığımızda içsel kayıp hissimiz o kadar yoğun olur ki depresyon artık kaçınılmazdır. İşte tam orası çok acır ama sesini duymamız gereken yer tam da orasıdır.
Oturuyor ve beklemek istiyorsun sadece, bekleyecek bir şey kalmayana kadar beklemek :Gece olsun, saatler vursun, günler geçip gitsin, anılar silikleşsin. ( ) Yaşamanın, harekete geçmenin, bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun ;sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun.
Freud’a göre melankoli sevilen birinin sevgi ve haz objesi olarak yitiminden dolayı yaşanmaktadır. Kişi kaybedilen sevgi nesnesine karşı kızgınlık duyar, ancak bu kuzgınlığı kişi sevgi nesnesine değil, kendi benliğine yöneltir. Bu depresif geri itim öfkeyle birlikte büyüyen suçluluk duygusuyla artmaktadır.
Önceki ilişkinizin bitiş biçimi, sonraki ilişkinize yolladığınız bir mektup gibidir. O mektupta yaralarınız, hayal kırıklıklarınız, kaygılarınız, beklentileriniz yazılıdır. Mutlaka dikkatli okunmayı, anlaşılmayı ve zarflanmayı beklemektedir. Sonrasında da doğru adrese yollanmayı
Kişinin kendisiyle kurduğu ilişki, başkalarının da onunla kuracağı ilişkiyi belirler. Biz kendimize hoyratsak, başkası nasıl şefkat göstersin? Hoyratlığın kapısı bir kere açılmaya görsün, oradan hemen başkaları da sızar.
Bütün fecaat, insanın, insanla karşılaşa karşılaşa en sonunda kendisini tanımayacak hale gelmesi.
Değil mi ki milyonlarca yıl dil yoktu ama insanlar iletişim kurabiliyorlardı. Sözün icadıyla birlikte birbirimize ilettiğimiz gizil mesajları daha fazla ıskalar hale geldik, çünkü görünüre odaklanmak çok daha kolayımıza geldik.
“Hayır” demenin sorumluluğunu almaktan kaçınan kişinin “evet”i ne kadar doyurucu ve inandırıcı olur ki!
Bir yaşam hiçbir zaman yanlış bir patika yüzünden ters gitmez, anayol yanlış olduğu için ters gider.
Cep telefonları uzakta kalanların temasa geçmesini, temasa geçenlerin ise uzakta kalmasını sağlar. Zaman içinde cep telefonları gözleri görmeden bakmaya alıştırır.
İnsanın mutlu olması ‘yaradılış’ sırasında göz önünde bulundurulmamıştır. En dar anlamıyla mutluluk olarak adlandırdığımız şey, yüksek gerilime ulaşmış ihtiyaçların çoğunlukla ani tatmininin sonucudur ve doğası gereği, düzensiz olarak ortaya çıkan bir fenomen şeklinde olamaz.
Bir insana kendi kendime yetemediğim için bağlıysam, o kişi ancak bir can simidi olabilir, aradaki bağın sevgiyle hiçbir ilgisi yoktur. Mantığa aykırı görünse de yalnız kalabilme becerisi, sevme becerisinin koşuludur.
Birbirimize bedenlerimizi sunarken ruhlarımızın çıplaklığını göstermekten utanıyoruz. Biz olmanın “ben” olmayı yok edeceğini zannediyoruz.
Toplumumuzda fiziksel soyunma, ruhsal ya da tinsel soyunmadan daha kolay. Bedenimizi paylaşmak, daha kişisel olduğu hissedilen ve paylaşılmasının bizi daha zedelenebilir kıldığını denediğimiz fantezilerimizi, umutlarımızı, korkularımızı ve arzularımızı paylaşmaktan daha kolay. Tuhaf nedenlerle en çok önem taşıyan şeyleri paylaşmakta utangacız.
Dışta belirsizlik egemendir, zarara uğramayan yalnızca içte, en derinde olandır. Yaşam ile ölüm dışsaldır. İnsanın denetiminde olan yalnızca kendisidir.
Bana öyle geliyor ki doğa, “zamanı gelince” bilgisine sahip. Bizler de doğanın bir parçasıyken belirsizlikle bu kadar savaşmamız, hırslı, aceleci tavırlarımız aslında ne beyhude.
Boşlukla beraber sessizlik de ürkütüyor sanki. Sözün sustuğu yerleri de kelimelerle doldurmaya çalışıyoruz sürekli. Bu hem ikili ilişkilerimizde hem kendimizle kurduğumuz ilişkide böyle.
“Yavaşlık hatırlatır, hız unutturur.” Unutmak istiyoruz ama neyi? Yaralarımızı, acılarımızı, zaaflarımızı, geçmişimizi, geleceğimizi, şimdiki zamanımızı Durursak yakamıza yapışabilirler, kendilerini hatırlatabilirler.
İnsan sadece evlerden taşınmaz, insanlardan da taşınır. Her taşınışta bir şeyler kaybeder ve kendisine yeni şeyler ekler. Ancak bir yere gerçekten yerleştiyseniz oradan taşınabilirsiniz, tıpkı birisiyle gerçekten birleştiyseniz ayrılabileceğiniz gibi.
Eski evlerin anıları düş gibi yeniden içindir ki, geçmişte oturduğumuz evler içimizde sürüp giderler. Bütün bu evler zihnimizde içinde doğduğumuz hakiki, özgün evi canlandırır. O içimizde yaşar, düşlerimizde tazeler kendini. Ve doğduğumuz evden söz etmek, kökenlerimizden, dünyaya gelişimizden ve atalarımızdan söz etmektir.
Sokak demek
Eksilmek yarı yarıya
Sokağa çıkarken dikkat,
Sokaklarda esen rüzgar çünkü.
Rüzgarlarla eve dönmek saçma,
Ev dar çünkü
Kişinin, herkes gibi olumsuz yanları olduğunu, şeytani yönün potansiyelde hem iyilik hem de kötülük için etkili olduğunu ve ondan ne vazgeçebileceğinin ne de onsuz yaşayabileceğinin farkına varması azımsanmayacak bir lütuftur.
Biz olmanın ben olmayı yok edeceğini zannediyoruz.
İki kişilik bir yaşamın geniş bir cadde mi yoksa çıkmaz bir sokak mı olacağı bilinemez, en azından önceden bilinemez. Önemli olan, sanki bu farklılık önemsizmiş gibi günler boyunca yol almaktır ;öyle ki, ‘neyin ne olduğunu’ bilme sorunu konu dışı kalır.
Duvarlar evin derisini oluştururlar. Belki de pek çok hayvan türünün aksine insanlar deri değiştiremediği için ev değiştirir ve adına da taşınmak denir.
Ne zaman evden konuşsak, bilinçdışında anneyle kurulan ilişkiyede atıfta bulunuyoruz demektir.
“Boşluklar doluluklara, sessizlikler de konuşmalara dahil. Lütfen boşlukları doldurmayınız, sessizlikleri susturmayınız.”
“Kötü giden bir ilişkiye göre konum almak ‘kol kırılır yen içinde kalır’ mantığıyla hareket edip belki de var olan düzeni korumak, alışkanlıkları bozmamak adına kişinin kendi ihtiyaçlarını, beklentilerini yok sayması anlamına gelir. Bu durumun hazin sonucu ise kendimize yabancılaşmaktır. Yaptığımız her şeyi otomatik pilota alıp mecburiyetten ve keyifsiz bir şekilde yapmak. Ben kimdim? Beni neler mutlu ederdi? Yaşamıma nasıl anlam katardım? gibi soruların cevaplarını hatırlayamamak. Öyle ki bir süre sonra bu soruları soramaz hale gelmek. Saçımızı süpürge edip o süpürgeyle kendi yaşam sevincimizi evimizden dışarı süpürmek..”
“Yaralarımıza çağırdığımız insanların bize yeni yaralar açma olasılığı oldukça fazladır. Yara yarayı çağırır çoğu zaman. Yara yarayı sever, bazen de yaralıyı Bu yüzden değil midir ki benzer ilişki paternleri, benzer adamlar/kadınlarla, benzer buhranlara sürükleniriz her seferinde. ‘Yine aynısı oldu’ deriz . O yaralar bizimdir. O yaraları başkalarının sarıp sarmalamasını beklemektense önce kendimiz onlara dokunabilme cesaretini gösterebilmeliyiz.”
İnsan, bir şeylerin içine ya da en azından en çok arzu duyduklarının içine ancak onların dışına çıkarak girebilir. İçeri giriş, çıkış kapısındadır.
Herhangi bir hayal kırıklığı yaşadığında, üzücü bir ayrılık vuku bulduğunda, kendisini gergin ve mutsuz hissettiğinde evlerini köşe bucak temizleyen ve evlerini temizledikçe rahatlayan insanlar biliyorum.
Yani aslında kişi evini temizlerken içerisini temizleme arzusu taşıyor ve içini temizlemiş kadar rahatlıyor olabilir mi ?
Birleşmek kadar ayrılabilmek de bir sanat.
Hayatımızda ve kendimizde ölmekte olanın yolundan çekilip, yaşaması gerekenlere izin vermediğimizde, kısacası bazı yaşamları doğurabilmek için bazı ölümleri göze almayı başaramadığımızda duygusal olarak kendi ölümümüzü hazırlıyoruz.
Saçımızı süpürge edip o süpürgeyle kendi yaşam sevincimizi evimizden dışarı süpürmek. Ve o halimizle mutsuz çocuklar yetiştirmek. Unutmamalıyız ki her mutsuz çocuk geleceğin mutsuz ebeveyni olmaya aday.
Yaralarımıza çağırdığımız insanların bize yeni yaralar açma olasılığı oldukça fazladır. Yara yarayı çağırır çoğu zaman. Yara yarayı sever , bazen de yaralıyı
Unutmak güçlü bir bastırma yöntemidir. Bilinçli olarak kabul edemediğimiz, kabul etmekte zorlandığımız şeyleri bastırırız. Fakat bastırdığımız o şeyler yok olmaz. Davranışlarımızı büyük ölçüde yönlendirir. Paradoksa bakın ki duyguyu bastırarak ona Davranışlarımızı yönlendirme gücünü de vermiş oluruz.
Varoluşun sızlayan yeri de hep çocukluktur sanki. Kişinin hayat evreleri içinde en fazla aksayan , şu toplayan, kuruyan ve hatta kanayan yeri.
Karşılaşmalar hep sürer. Bir şeyle karşılaşmamızın bittiğini sandığımızda bile artık o şeyin yokluğuyla karşılaşırız. Hem iç hem de dış dünyamızda Bu Karşılaşmalarla dönüşür, birleşir, ayrılır ve hayatımızı bu Karşılaşmalardan inşa ederiz.
Acı çekmeden, sancı duymadan, kötü kokmadan değişim yok. Hızlı bir değişim de yok.
Olsun, yine de biraz değişmez miydiniz?
Yazının başladığı yere dönecek olursam; kendi merkezimizi bulmak sadece kendimiz olmayı değil, aynı zamanda başka benliklere hak ettiği mesafelerde katılmayı sağlıyor. Böylece kendimizi de daha iyi tanıyoruz. Çünkü dışarıda ki benlikler içimizde ki başka benlikleri de keşfetmemizi sağlıyor.
Önceki ilişkinizin bitiş biçimi, sonraki ilişkinize yolladığınız bir mektup gibidir.
Sessizliğe tahammül edebilmek, en temelinde kendimize tahammül edebilmekten geçiyor gibi gelir bana. Sessizlikle içimizin gürültüsünün ayyuka çıkması muhtemeldir ve bunu dinleyebilmek cesaret ister.
Budist rahip Thich Nhat Hanh’a göre insan dünyayla, yaşamakta olduğu anda bağlantı kurar. Böylesine bütünlüklü olarak yaşanan anla birleşmek tam da aydınlanma denilen şeyin kendisidir. Bu basitçe orada olmaktır.
Yavaşlık hatırlatır, hız unutturur
Milan Kundera
İlişkiyi onaramamak, tüm olumsuzluklara rağmen ilişkiden çıkamamak veya kötü giden bir ilişkiye göre konum almak kendimizi istismar ettiğimiz,kendimize duygusal olarak şiddet uyguladığımız anlamına gelir.Kendisini istismar eden kişi ise hem ötekini istismar etmeye hem de dışarıdan gelecek tüm istismarlara açık hale gelir.
Canı daha çabuk yanar ve daha çabuk can yakar.Hayatın bir alanında sızlayan yara, iyileşmek bir yana kişinin tüm varoluşuna yayılır.İltihap her yere bulaşır.
bir ağaçla arkadaş olmak, kişiye en çok kendi doğasını hatırlatıyor. yaşam ve ölümün iç içeliğinde kendiliğin şiirini yazdırıyor.
sürekli bir şeyler yapmak, bir şeyler için çabalamak, bir şeyleri kovalamak hayatın akışını kontrol edebileceğimiz yanılmasını yaratıyor. bu durum ise kendi iç dünyamızdaki ihtiyaçları ve dönüşümü göremememize neden oluyor.
zaman kaybolan bir şey, ama ikinci kez zaman kaybetmenin de âlemi yok
yaşanan iyi şeylerin hakkını vererek onlarla vedalaşabildiğimizde ayrılığın yaratıcı tarafına geçebiliriz. işte o zaman ayrılık sevdaya dahil olabilir ve birbirimizi yeni yaşantılara uğurlayabiliriz.
Karadut lekesini sadece kendi yaprağının çıkardığını öğrendiğimde, yaranın merheminin yine yara olduğunu düşünmüştüm ve her yara izinin biraz da yaşam izi olduğunu
Geçmiş ancak şimdiyle karşılaşınca yeniden kurgulanabilir.
Karşılaşmalar hep sürer. Bir şeyle karşılaşmamızın bittiğini sandığımızda bile o şeyin yokluğuyla karşılaşırız. Hem iç hem de dış dünyamızda Bu karşılaşmalarla dönüşür, birleşir, ayrılır; hayatımızı bu karşılaşmalardan inşa ederiz.
Hayatımız karşılaşmalarla ve teğet geçişlerle örülü Bir insanla karşılaşma, bir kitapla, filmle, şehirle Ya da bir duyguyla, imgeyle, mekanla karşılaşma Ufağı büyüğü yok bunun, canlısı cansızı yok
Karşılaşmalara izin vermek, meraka, deneyime, maceraya da izin vermek demek.
Kaybolmuş gibi hissetmek.. Ama biliyorsun geçecek.
İhtiyaç duyduğun bakışlar değişecek, bazı bakışlarla hiç karşılaşmayacaksin artık. Onların yokluğu ilk başta ürkütecek seni ama sonra geçecek , alışacaksın.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir