İçeriğe geç

Why Nations Fail Kitap Alıntıları – James A. Robinson

James A. Robinson kitaplarından Why Nations Fail kitap alıntıları sizlerle…

Why Nations Fail Kitap Alıntıları

James A. Robinson kitaplarından Why Nations Fail kitap alıntıları sizlerle

Why Nations Fail Kitap Alıntıları

Tıpkı Büyük Atılım gibi Kültür Devrimi de çok geçmeden hem ekonomiyi hem de çok sayıda insanın hayatını mahvetmeye başladı. Tüm ülkede Kızıl Muhafızlar’dan birlikler oluşturuldu. Bunlar rejim düşmanlarını tasfiye etmede kullanılan genç ve hevesli Komünist Parti üyeleriydi. Pek çok insan öldürüldü, tutuklandı ya da sürgün edildi. Mao, vahşetin boyutları hakkında endişe duyanlara “Şu Hitler denen adam bile daha acımasızdı. Ne kadar acımasızsanız o kadar iyi, sizce de öyle değil mi? Ne kadar insan öldürürseniz o kadar devrimcisiniz” diyerek sert bir biçimde tepki gösteriyordu.
Bilim insanları Mao’nun izlediği siyaseti kuraklıkların sonuçları üzerinden tartışsalar da, 20 ila 40 milyon insanın ölümünde Büyük İleri Atılım’ın merkezi bir rol oynadığından kimsenin şüphesi yok. Tam olarak kaç kişi olduğunu bilemiyoruz, çünkü Mao’nun idaresindeki Çin’de yaşanan vahşetleri belgeleyecek rakamlar kayda geçirilmedi. Kişi başına düşen gelir ise yaklaşık dörtte bir oranında geriledi. Büyük Atılım’ın sonuçlarından biri de Komünist Parti’nin üst düzey bir üyesinin; devrimin en başarılı generallerinden biri olup yürüttüğü “anti-sağcı” bir kampanyayla pek çok “devrim düşmanının” idam edilmesini sağlayan Deng Şiaoping’in fikir değiştirmesiydi. 1961’de Çin’in güneyindeki Guangzhou’daki bir konferansta “Kedinin siyah ya da beyaz olmasının önemi yok, eğer fare yakalıyorsa iyi kedidir” diyordu. Üretilen politikaların komünist politikalar gibi görünüp görünmediği önemli değildi; insanlarını doyurabilmek için Çin’in üretimi teşvik edecek politikalara ihtiyacı vardı.
“İktisat hallolmuş siyasal problemleri kendine çalışma alanı olarak seçerek Sosyal Bilimlerin Kraliçesi unvanını aldı.“
Çoğu iktisatçı ve siyasetçi “meseleyi doğru anlamaya“ odaklanır. Oysa asıl odaklanılması gereken yoksul ülkelerin neden “meseleyi yanlış anladıklarına“ açıklama getirmektir. Konuyu yanlış anlamak genellikle ne cehaletle ne de kültürle ilgilidir. (…) Meseleyi hata ya da cehalet yüzünden değil kasten yanlış anlarlar. Bunu anlamak için iktisadın ve yapılması gerekenleri söyleyen uzman tavsiyelerinin ötesine geçip kararların gerçekte nasıl alındığı, bunları kimin aldığı ve bu insanların neden bu kararları aldığı incelenmelidir.
Ulusların kendilerini yoksulluğa mahkum eden kurumsal örüntülerden kurtulup bir ekonomik büyüme çizgisi tutturmayı başarmaları, cahil liderlerinin bir anda daha bilgili ya da daha az çıkarcı olmalarından ya da daha iyi iktisatçılardan tavsiye almalarından kaynaklanmaz. Örneğin Çin, yoksulluğa ve milyonların açlık çekmesine yol açan ekonomik politikaları terk edip ekonomik büyümeyi teşvik eden politikalara geçiş yapan ülkelerden biridir. (…) Çin’in komünizmden piyasa teşviklerine geçişini sağlayan daha iyi tavsiyeler ya da ekonominin nasıl işlediğinin daha iyi anlaşılması değildi; siyasetti.
(…) Benzer biçimde, güvence altına alınmamış mülkiyet hakları ve ekonomik kurumlar sayesinde nüfusunun büyük kısmı yoksullaşan ve son yarım yüzyılda güçsüzleşen Afrika ülkelerinin liderlerinin de bu gelişmelere izin vermelerinin sebebi bunun iyi bir ekonomik yol olduğunu düşünmeleri değildi. Böyle hareket ettiler, çünkü yaptıkları yanlarına kâr kalabiliyordu ve bedelini başkalarına ödeterek kendileri zenginleşebiliyorlardı ya da bunun iyi bir politika olduğunu, kritik grupların ve elit kesimin desteğiyle iktidarda kalmalarını sağladığını düşünüyorlardı.
20. yüzyılın sonunda dünyanın pek çok fakir bölgesini anlayabilmek ancak 20. yüzyılın yeni mutlakıyetçiliğini anlamakla mümkündür; yani komünizmi. Marx’ın öngördüğü, daha insani koşullar altında ve eşitsizlik olmadan zenginlik üretecek bir sistemdi. Lenin ve onun Komünist Partisi Marx’tan esinlendi, fakat pratik, kuramdan bundan daha farklı olamazdı. 1917 Bolşevik Devrimi kanlı bir hadiseydi ve hiçbir insani yönü yoktu. Lenin ve etrafındakilerin yaptığı ilk şey Bolşevik Parti’nin başına yeni bir eliti, yani kendilerini getirmek olduğundan denklemde eşitliğe de yer yoktu. Bunları yaparken yalnızca komünist olmayan unsurları değil, iktidarları için tehdit oluşturabilecek diğer komünist unsurları da tasfiye edip öldürdüler.
Fakat asıl trajediler daha sonra yaşanacaktı; önce İç Savaş’la, ardından Stalin’in kamusallaştırma politikaları ve belki de 40 milyon kadar insanın hayatına mal olan aşırı sıklıktaki tasfiyeleriyle. Rus komünizmi acımasız, baskıcı ve kanlıydı fakat eşsiz değildi. Ekonomik sonuçlar ve çekilen acılar başka yerlerde olup bitenlerle büyük benzerlikler taşıyordu, örneğin 1970’lerde Kızıl Kmerler’in idaresinde Kamboçya’da yaşananlarla; ayrıca
Çin’de ve Kuzey Kore’dekilerle. Bu örneklerin tümünde komünizm habis diktatörlükleri ve yaygın insan hakları ihlallerini beraberinde getirdi. Yaşanan ıstıraplar ve katliamlar bir yana, komünist rejimlerin hepsi de farklı türlerde sömürücü kurumlar inşa ettiler. Ekonomik kurumlar, piyasalar olsun olmasın, halkın kaynaklarını sömürmek için tasarlanmıştı ve mülkiyet haklarından nefret edildiğinden genellikle zenginlik yerine yoksulluk yaratıyorlardı.
5. bölümde gördüğümüz Sovyet örneğinde olduğu gibi, komünist sistem önce hızlı büyüme üretti fakat ardından hızını kaybetti ve durgunluğa yol açtı. Sonuçlar Mao idaresindeki Çin’de, Kızıl Kmerler idaresindeki Kamboçya’da ve komünist ekonomik kurumların ekonomik çöküşe ve kıtlığa yol açtığı Kuzey Kore’de çok daha yıkıcıydı.
Hükümet her ne kadar piyasaların kötü olduğunu söylese de, Kuzey Kore eliti piyasaların kendilerine sağladığı şeylerden memnun. Liderleri Kim Jong-Il’in içinde bir barı, bir karaoke makinesi ve bir mini sinema salonu olan yedi katlı bir sarayı var. Giriş katında dalga makinesi olan devasa büyüklükte bir havuz bulunuyor; Kim bu havuzda küçük bir motoru olan bir body-board kullanmayı seviyor. 2006’da Birleşik Devletler Kuzey Kore’ye bazı yaptırımlar uyguladığında rejimi nasıl can evinden vuracağını biliyordu. 60’tan fazla lüks tüketim maddesinin ihracatını yasakladı; bunlara yatlar, jetskiler, yarış arabaları, motosikletler, DVD oynatıcılar, 29 ekrandan büyük televizyonlar da dahildi. Artık ipek eşarplar, özel tasarım dolmakalemler, kürkler ya da deri çantalar yoktu. Bunlar tam da Kim ve onun Komünist Parti elitlerine hitap eden kalemlerdi. Bir bilim insanı, Fransız şirketi Hennessy’nin rakamlarını kullanarak Kim’in yaptırımlardan önceki konyak bütçesinin yılda 800 bin doları bulmuş olabileceğini hesapladı.
İktisatçılar için Arjantin kafa karıştırıcı bir ülkedir. Nobel ödüllü iktisatçı Simon Kuznets Arjantin’i anlamanın ne kadar güç olduğunu anlatmak için bir keresinde dört tür ülke olduğuna dikkat çekmişti; gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkeler, Japonya ve Arjantin. Kuznets böyle düşünmüştü çünkü Birinci Dünya Savaşı dolaylarında Arjantin dünyanın en zengin ülkelerinden biriydi. Ardından Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki diğer zengin ülkelere
kıyasla büyük bir gerileme göstermeye başladı; bu durum 1970’ler ve 80’lerde mutlak bir gerilemeye dönüştü. Görünürde Arjantin’in ekonomik performansı kafa karıştırıcıdır fakat kapsayıcı ve sömürücü kurumlar perspektifinden bakıldığında gerilemesinin nedeni daha anlaşılır hale gelir.
Sömürücü ekonomik kurumlar sömürücü siyasal kurumların ayakta kalması için bir platform oluştururlar. Sömürücü siyasal kurumların olduğu rejimlerde iktidar kıymetlidir; çünkü denetime tabi değildir ve ekonomik zenginlik getirir.
Batı Avrupa’da matbaa makinesinin önemi hemen fark edildi. Sınırın ötesinde, Fransa’nın Strasbourg şehrinde daha 1460’da bir baskı makinesi kurulmuştu bile. 1460 sonlarına gelindiğinde önce Roma ve Venedik’teki, ardından Floransa, Milan ve Torino’daki baskı makineleriyle bu teknoloji İtalya’ya yayılmıştı. 1476’ya gelindiğinde William Caxton Londra’da bir baskı makinesi kurdu, iki yıl sonra Oxford’da da bir tane vardı. Matbaa aynı dönemde Benelüks ülkeleri üzerinden İspanya’ya, hatta 1473’te Budapeşte’de ve bir yıl sonra Kraków’da açılan matbaalarla Doğu Avrupa’ya yayıldı. Fakat herkes matbaayı cazip bir yenilik olarak görmüyordu. Osmanlı sultanı II. Bayezid, daha 1485’te çıkardığı bir fermanla Müslümanların Arapça baskı yapmasını kesin bir biçimde yasakladı. Bu kural 1515’te Sultan I. Selim tarafından daha da pekiştirildi. 1727’ye kadar Osmanlı topraklarında matbaa makinesine müsaade edilmedi. Daha sonra Sultan III. Ahmet, İbrahim Müteferrika’ya bir matbaa makinesi kurması için izin veren bir kararname çıkardı. Bu gecikmiş adıma bile kısıtlamalar getirilmişti. Kararname “Bu hayırlı günde bu Batılı usul tıpkı bir gelinin duvağını kaldırır gibi gün yüzüne çıkarılacak ve bir daha asla saklanmayacaktır” dese de Müteferrika’nın matbaası sıkı bir biçimde izlenecekti.
Sanayi Devrimi benzersiz kapsayıcı ekonomik kurumları nedeniyle İngiltere’de başladı ve en önemli adımlarını orada attı. Bu kurumlar da Görkemli Devrim’le ortaya çıkan kapsayıcı siyasal kurumların attığı temeller üzerine inşa edilmişlerdi. Mülkiyet haklarını güçlendirip akılcı hale getiren, finans piyasalarını geliştiren, dış ticaretteki devlet destekli tekelleri zayıflatan ve sanayinin ilerlemesinin önündeki engelleri kaldıran Görkemli Devrim’di. Siyasal sistemin önünü açan ve toplumun ihtiyaç ve isteklerine duyarlı hale getiren Görkemli Devrim’di. Bu kapsayıcı ekonomik kurumlar bir yandan James Watt gibi yetenekli, vizyon sahibi kişilere becerilerini ve fikirlerini geliştirmeleri için fırsat ve teşvik sunarken diğer yandan sistemi hem onların hem de ülkenin yararlanabileceği biçimde etkilediler. Doğal olarak bu adamlar da bir kez başarıya ulaştıklarında diğerlerininki gibi dürtülere kapıldılar.
İngiliz tekstil sanayii yalnızca Sanayi Devrimi’nin ardındaki itici güç olmakla kalmadı, dünya ekonomisinde de devrim yaptı. Başta pamuklu tekstil ürünleri olmak üzere İngiliz ihraç malları 1780-1800 yılları arasında ikiye katlandı. Tüm ekonomiyi sürükleyen bu sektördeki büyümeydi. Teknolojik ve örgütsel yeniliklerin bileşimi, zenginleşen dünya ekonomilerinin ekonomik dönüşüm sürecine model oluşturdu.
Sömürü biçimi değişti fakat ne kurumların sömürücü doğası ne de elitin kimliği değişti.
Büyük Romalı yazar Büyük Plinius şu öyküyü naklediyor: İmparator Tiberius zamanında bir adam kırılmayan bir cam icat ediyor ve büyük bir ödül alacağını umarak imparatora gidiyor. İcadını gösterince Tiberius ona bu icattan kimseye bahsedip bahsetmediğini soruyor. Adam hayır diye karşılık verince Tiberius’un emriyle sürüklenerek uzaklaştırılıyor ve “altın, çamurun değerine düşmesin” diye öldürülüyor.
Bu hikâyede iki ilginç şey var. Birincisi, adam bir iş kurup bu camı satarak kâr edecek yerde önce Tiberius’a gidiyor. Bu Roma devletinin teknolojinin kontrolündeki rolünü gösteriyor. İkincisi, Tiberius icadın doğurabileceği olumsuz ekonomik etkilerden ötürü onu yok ederken mutluluk duyuyor. Bu da yaratıcı yıkımın ekonomik etkilerinden duyulan korkuyu ifade ediyor.
1928’den önce Rusların çoğu kırsal kesimde yaşıyordu. Köylülerin kullandığı teknoloji ilkeldi ve üretkenliğe yönelik çok az teşvik vardı. Aslına bakılırsa, Rus feodalizminin son kalıntıları Birinci Dünya Savaşı’ndan yalnızca kısa bir süre önce ortadan kaldırılmıştı. Dolayısıyla bu işgücünü tarımdan sanayiye kaydırarak ortaya çıkarılabilecek büyük bir ekonomik potansiyel vardı. Stalinist sanayileşme bu potansiyeli ortaya çıkarmanın acımasız bir yoluydu. Stalin gerektiği gibi kullanılamayan bu kaynakları devlet zoruyla daha verimli bir biçimde iş görecekleri sanayi sektörüne aktardı, her ne kadar sanayi de yetersiz bir biçimde örgütlenmiş olsa da. Gerçekten de 1928-1960 yılları arasında ulusal gelir yıllık yüzde 6 oranında arttı; bu muhtemelen o zamana kadarki en hızlı ekonomik büyüme hamlesiydi. Bu hızlı ekonomik büyüme teknolojik değişim sayesinde değil, işgücünün yeniden tahsisi ve yeni araçların üretilip fabrikaların inşa edilmesiyle ortaya çıkan sermaye birikimi sayesinde gerçekleşti.
Lenin 1924’te öldü ve Joseph Stalin 1927’ye kadar ülke üzerindeki kontrolünü pekiştirdi.Rakiplerini temizledi ve ülkeyi hızla sanayileştirecek bir hamle başlattı. Bunu 1921’dekurulan Devlet Planlama Komitesi-Gosplan’ı harekete geçirerek yaptı. Gosplan 1928 ile 1933 yılları arasında uygulanan ilk Beş Yıllık Planı hazırladı. Stalin tarzı ekonomik büyüme basitti; devlet eliyle sanayiyi geliştir, bunun için gerekli kaynakları da tarım vergisini son derece
yüksek oranlara getirerek sağla. Komünist sistemin etkili bir vergi sistemi yoktu, Stalin debunun yerine tarımı “kolektif” hale getirdi. Bu süreç toprağın özel mülkiyetinin kaldırılmasını gerektirdi ve kırsal kesimde yaşayan herkesi komünist devletin işlettiği devasa kolektifçiftliklerde topladı. Bu durum, Stalin için tarımsal ürüne el koyup elde edilen geliri yeni fabrikalar inşa eden ve bunlara personel olan insanları beslemek için kullanmayı çok daha
kolay hale getirdi. Kırsal kesimdeki halk için sonuçlar felaketti. Kolektif çiftlikler insanların sıkı çalışmasını sağlayacak teşviklerden tamamen yoksundu, dolayısıyla üretim düzeyi çok hızlı bir biçimde düştü. Üretimin o kadar büyük bir kısmına el konuldu ki, yeterli yiyecek bulunamıyordu. İnsanlar açlıktan ölmeye başladı. Nihayetinde, zorunlu kolektifleştirme
süresince muhtemelen 6 milyon insan kıtlık yüzünden öldü ve yüzbinlerce insan öldürüldü ya da Sibirya’ya sürüldü.
Dünyanın farklı yerlerinde bulunmalarına karşın Afganistan, Haiti ve Nepal kurumsal açıdan Sahra-altı Afrika’nın çoğuülkesiyle ortak özellikler taşırlar ve bu nedenle günümüzün en yoksul ülkeleri arasındadırlar.
Birleşik Devletler’deki mucitler bir kez daha şanslıydı. 19.yüzyılda finansal aracılık hizmetlerinde ve bankacılıkta hızlı bir genişleme yaşanması, ekonomide görülen hızlı büyümeyi ve sanayileşmeyi kolaylaştıran en önemli etkenlerden biriydi. 1818’de Birleşik Devletler’de 160 milyon dolar toplam sermaye ile 338 banka faaliyet gösterirken 1914’te 27,3 milyar toplam aktifle 27,864 banka vardı. Birleşik Devletler’deki potansiyel mucitler işlerini kurmak için sermayeye kolayca ulaşabiliyorlardı. Üstelik, Birleşik Devletler’de bankalar ve finansal kurumlar arasında süren yoğun rekabet, bu sermayeye epeyce düşük faiz oranlarıyla ulaşılabileceği anlamına geliyordu.
1820 ile 1845 yılları arasında Birleşik Devletler’deki patent sahiplerinin yalnızca yüzde 19’unun ebeveynleri meslek sahibiydi ya da tanınmış büyük toprak sahibi ailelerden geliyordu. Aynı dönemde patent sahibi olanların yüzde 40’ı, tıpkı Edison gibi, yalnızca temel seviyede ya da daha az eğitim görmüştü. Birleşik Devletler 19.yüzyılda siyasal bakımdan neredeyse diğer tüm uluslardan daha demokratik olduğu gibi, konu yeniliğe geldiğinde de diğerlerinden daha demokratikti. Bu, ekonomik bakımdan dünyanın en yenilikçi ülkesi haline gelmesinde kritik bir öneme sahipti.
Fonogramın ve ampulün mucidi ve hala dünyanın en büyük şirketlerinden biri olan General Motors’un kurucusu Thomas Edison’u ele alalım. Edison yedi kardeşin en küçüğüydü. Babası Samuel Edison, çatı padavrası hazırlamaktan terziliğe, taverna işletmeciliğine kadar pek çok işle uğraşmıştı. Thomas çok az örgün eğitim görmüştü fakat evde annesinden eğitim almıştı.
Oysa yenilik, yarın daha fazlasına sahip olabilmek için bugün fedakârlık yapmak demekti.
Büyük Britanya ya da Birleşik Devletler gibi ülkeler, yurttaşları gücü ellerinde tutan elitleri devirdikleri ve siyasal hakların çok daha yaygınlaştırıldığı; hükümetin yurttaşlara karşı sorumlu ve duyarlı olduğu; geniş halk kitlelerinin ekonomik fırsatlardan yararlanabildiği bir toplum yarattıkları için zengindirler.
“Yozlaşma, baskı ve kötü eğitimdan mustaribiz. Değişmesi gereken yozlaşmış bir sistemde yaşıyoruz.”
Güçlü gruplar çoğunlukla ekonomik ilerlemenin ve refahın karşında yer alırlar. Ekonomik ilerleme yalnızca daha fazla ve daha iyi makinelere, daha iyi eğitime dayalı bir süreç değildir, aynı zamanda geniş çaplı bir yaratıcı yıkımın eşlik ettiği dönüştürücü ve istikrarsızlaştırıcı bir süreçtir de. Bu nedenle ekonomik büyüme ancak ekonomik ayrıcalıklarını yitireceklerini sezen ekonomik kaybedenler ve siyasal güçlerinin zayıflayacağı endişesine kapılanlar tarafından engellenmezse yol alabilir.
Kral ne saban kullanımının yaygınlaşması için teşvik sağlıyordu ne de tarımsal verimliliği arttırmak gibi bir önceliği vardı; köle ihraç etmek çok daha kârlıydı.
Yakalanıp köle olarak satılma ihtimali hiç şüphesiz Afrikalıların başkalarına olan güvenini tarihsel anlamda etkilemiştir.
Karşılaştıkları tüm ekonomik engeller, siyasal gücün küçük bir elit tarafından tekelleştirilip tatbik edilmesinden kaynaklanıyor. Bu, onlara göre, değişmesi gereken ilk şey.
Çünkü bilir ki ağacı dikenin meyvesini de topladığı nadir görülür.
1800’de İngiltere’de erkeklerin %60’ı okuryazarken Osmanlı’da bu sayı yalnızca %2’ydi.
Şehirler terk edildi, yollar otlarla kaplandı.
Okuryazarlık belirli bir biçimde geriledi.
Eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz.
Kitaplar çok pahalıydı
Eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz.
Güney’de devlet ekonomik etkinliğe destek olur ve asayişi korur. dolayısıyla girişimciler için bankalardan ve finans piyasalarından borç para almak, yabancı şirketler için Güney Koreli şirketlerle ortaklığa girmek ve bireyler için ipotekli ev sahibi almak mümkündür. Güney Kore’de genel anlamda istediğiniz her işi kurmakta özgürsünüz. Kuzey Kore’de ise değilsiniz Güneyde işçi tutabilir, ürün ve hizmetlerinizi satabilir, paranızı pazarda dilediğiniz gibi harcayabilirsiniz. Kuzey’de yalnızca karaborsalar vardır. işte bu farklı kurallar Kuzey ve Güney korelilerin yaşamına hükmeden kurumlardır.
İspanyollar yağmacılığıa, altın ve gümüş ihtirasına dayanan bir başlangıç çevresinin ardından yerli halkı sömürmek için bir kurumlar ağı meydana getirdiler. encomeinda, mita, repartimiento ve tirajin’den oluşan kurumlar dizisi, yerli halkın yaşam standartlarını geçimlik düzeye indirmeye zorlamak ve böylece arta kalan tüm Kazancı İspanyollar için sömürmek üzere tasarlanmıştı. bu amaca, yerlerin topraklarını kamulaştırılarak, onları çalışmaya zorlayarak, hizmetleri için düşük ücretler vererek, yüksek vergiler getirerek ve almayı bile istemedikleri mallara yüksek fiyatlar koyarak ulaştılar. bu kurumların İspanya krallığı’na büyük servetler kazandırmasına, fatihleri ve torunlarını büyük zenginliğe kavuşturmasına karşın Latin amerika’yı dünyanın en eşitsiz kıtası haline getirdi ve ekonomik potansiyelinin çoğunu tüketti.
Oysa yenilik, yarın daha fazlasına sahip olmak için bugün fedakârlık etmek demekti.
“Yalnızca bürokratlar planlama çalışmasının planın hazırlanmasıyla bittiğini düşünür. Planın hazırlanması yalnızca başlangıçtır. Planın gerçek doğrultusu ancak plan ortaya çıkarıldıktan sonra şekillenir.”

https://1000kitap.com/yazar/josef-stalin

Sömürücü kurumlar, doğaları gereği sömürülebilecek zenginlik üretmelidir.
Kurumları aynı olan iki toplum yoktur. Her birinin farklı adetleri, farklı mülkiyet hakları sistemleri ve öldürülen bir hayvanı ya da başka bir gruptan çalınan ganimeti paylaşmak için farklı yöntemleri vardır ve olacaktır.
“Şiddeti karşısında insanoğlunun tüm bilgeliği ve mahareti faydasızdı.”
Tüm ekonomik kurumların yaratıcısı toplumdur.
Petrol üreticileri zengindir.
Büyük Fransız siyaset felsefecisi Montesqui daha 19.yy. sonlarında zenginlik ve yoksulluğun coğrafî dağılımından bahsetti ve tropikal iklimlerdeki insanların tembelliğe eğilimini ve merak duygusundan yoksun olduklarını savundu. Bu nedenle sıkı çalışmıyorlardı,milliyetçi değillerdi. Bu yüzden de fakirdiler.
Afrika, Orta Amerika ve Güney Asya’dakiler gibi çoğu fakir ülke Yengeç Dönencesi ile Oğlak Dönencesi arasındadır. Bunun aksine zengin ülkeler genel olarak ılıman kuşakta yer alır.
Eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz.
bugün venedik’in tüm ekonomisi, biraz balıkçılığın dışında, turizimden ibaret. Venedikliler ticaret yollarına ve ekonomik kurumlara öncülük etmek yerine pizza ve dondurma yapıp turist kafileleri için renkli camlar üflüyorlar.
günümüzdekii farklı kurumsal örüntülerin kökleri geçmişe dayanır çünkü toplum bir kez belirli bir biçimde örgütlendiğinde bu durum varlığını sürdürme eğilimi gösterir bu süreklilik ve onu meydana getiren güçler, dünya eşitsizliğini ortadan kaldırmanın ve yoksul ülkeleri müreffeh ülkelere dönüştürmenin neden bu kadar zor olduğunu da açıklıyor.
Steffens diplomatik görevinden döndüğünde eski arkadaşı heykeltıraş Jo Davidson’ı görmeye gitti ve onu zengin yatırımcı bearnard braruch’un büstünü yaparken buldu demek rusyadaydın dedi baruch. Steffens, gelecekteydim ve işler yolundaydı diye yanıtladı. bu vecizeyi tarihe geçecek şekilde mükemmelleştirdi gelceği gördüm, işler yolunda
cehaletten mustaripsek, yöneticileri ve siyasetçileri aydınlatmak bizi kurtaracaktır; doğru tavsiyelerde bulunup siyasetçileri iyi ekonominin ne olduğuna ikna ederek tüm dünyada refah inşa edebiliriz
Sıradan yurttaşlar için gerçek siyasal güce ulaşmak ve toplumun işleyişini değiştirmek hakikaten güç fakat imkansız değil.
Yozlaşma, baskı ve kötü eğitimden muzdaribiz. Değişmesi gereken kötü bir sistemde yaşıyoruz.

Umarım yıl sonuna kadar seçimle gelen bir hükümetimiz olur. Evrensel hak ve özgürlükler yürürlüğe konur ve ülkeyi saran yozlaşmaya bir son veririz.

Ayrıca, kitaplar okuma yazma öğrenen herkes için bilgiyi ulaşılır hale getirdiğinden şifahi bilgiyi kontrol edenlerin iktidarını da sarsabilirler. Bu da elitlerin kontrolündeki statüko için tehdit oluşturur. Osmanlı sultanları ve din kurumları ortaya çıkabilecek yaratıcı yıkımdan korktular. Getirdikleri çözüm ise matbaayı yasaklamak oldu.
Kitaplar fikirlerin yayılmasına neden olurlar ve böylece nüfusu kontrol altında tutmak güçleşir.
dövlət cəmiyyətdə qanuni zorakılığın monopoliyası dır.
“Yenilik, eski problemlere yeni çözümler getiren yeni fikirlere sahip yeni insanlardan gelir.”
“Büyük Romalı yazar Büyük Plinius şu öyküyü naklediyor: İmparator Tiberius zamanında bir adam kırılmayan bir cam icat ediyor ve büyük bir ödül alacağını umarak imparatora gidiyor. İcadını gösterince Tiberius ona bu icattan kimseye bahsedip bahsetmediğini soruyor. Adam hayır diye karşılık verince Tiberius’un emriyle sürüklenerek uzaklaştırılıyor ve “altın, çamurun değerine düşmesin” diye öldürülüyor.
Bu hikâyede iki ilginç şey var. Birincisi, adam bir iş kurup bu camı satarak kâr edecek yerde önce Tiberius’a gidiyor. Bu Roma devletinin teknolojinin kontrolündeki rolünü gösteriyor. İkincisi, Tiberius icadın doğurabileceği olumsuz ekono“mik etkilerden ötürü onu yok ederken mutluluk duyuyor. Bu da yaratıcı yıkımın ekonomik etkilerinden duyulan korkuyu ifade ediyor.”
Eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz.
Geri kalmışlıkların başlıca nedenleri;
– etkisiz ve yozlaşmış bir devlet;
– hırs, yetenek ve becerilerini kullanamayan bir toplum
– Bireylerin aldıkları eğitim.
“ Ortadoğu’da İslam dini ve yoksulluk arasındaki ilişki büyük ölçüde düzmecedir.”

Alıntı: Daron Acemoğlu, James Robinson. “Ulusların Düşüşü”.

Eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz.
Bir piyasa ekonomisi, tüm birey ve kuruluşların istedikleri her türlü ürün ve hizmeti özgürce ürettiği, alıp sattığı durumu ifade etmek için kullanılan bir soyutlamadır. Bu koşullar mevcut değilse bir “piyasa başarısızlığı” söz konusudur. Piyasa başarısızlıkları çözülmedikçe ülkenin daha da fakir hale gelmesi muhtemel olduğundan bu tür başarısızlıklar bir dünya eşitsizliği kuramına temel oluşturur.
Fujimori aslında demokratik bir seçimle iş başına gelse de çok geçmeden Peru’da bir diktatörlük rejimi kurdu; hem de 1992’de daha görevdeyken kendi düzenlediği darbeyle. Daha sonra seçimler sürse de Fujimori yozlaşmış bir rejim inşa edip baskı ve rüşvetle hüküm sürdü. Bunu yaparken de Peru’nun güçlü milli istihbarat teşkilatının başında bulunan sağ kolu Valdimiro Montesinos’tan büyük destek gördü. Montesinos tertipli bir adamdı; bağlılıklarını kazanmak için idarenin farklı bireylere ne kadar para ödediğini büyük bir beceriyle kayıt altına aldı, hatta pek çok rüşvet anını videoya çekti. Bunun bir mantığı vardı. Arşivciliğin ötesinde, yardakçıların faaliyetleri artık kayıtlara geçmişti ve herhangi bir aksilik durumunda Fujimori ve Montesinos kadar suçlu olacaklardı Fujimori ve Montesinos televizyon kanallarını kontrol edebilmek için bir keresinde dokuz milyon, bir diğerinde ise on milyon dolardan fazla ödemişlerdi Montesinos’nun yandaşlarından General Bello video kayıtlarında olup biteni şöyle özetliyordu: Televizyonu kontrol edemezsek, hiçbir şeyi kontrol edemeyiz.
Otoriter rejimler genellikle özgür bir medyanın öneminin farkındadır ve onunla mücadele etmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar.
Sömürgecilik döneminde Tsvana (Bostvana) şefleri Bechuanaland’da maden (elmas) arama faaliyetlerini engellemeye çalıştılar çünkü Avrupalıların değerli maden ya da taş bulmaları durumunda özerkliklerinin sona ereceğini biliyorlardı.
rejime yakın iş adamları yalnızca devlet tarafından kollanmakla kalmadılar, teminat göstermek zorunda kalmadan devlet ihaleleri ve büyük banka kredileri de aldılar.
Marx’ın öngördüğü, daha insani koşullar altında ve eşitsizlik olmadan zenginlik üretecek bir sistemdi. Lenin ve onun Komünist Partisi Marx’tan esinlendi, fakat pratik, kuramın kendisinden bu kadar farklı olamazdı.
Tıpkı Arjantin gibi günümüz Venezuela’sında da demokratik seçimlerle iş başı yapan Hugo Chavez hükümeti rakiplerine saldırıyor, kamu sektöründeki işlerden kovuyor, yazarlarını beğenmediği gazeteleri kapatıyor ve mülke el koyuyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir