İçeriğe geç

Vejetaryen Kitap Alıntıları – Han Kang

Han Kang kitaplarından Vejetaryen kitap alıntıları sizlerle…

Vejetaryen Kitap Alıntıları

Yaşamak denilen şey çok tuhaf, diye düşünür gülmesi biterken. Bazı olaylar geçtikten sonra bile, onca korkunç şeye maruz kaldıktan sonra bile, insan yiyor, içiyor, tuvalet ihtiyacını görüyor, yıkanıyor ve yaşamaya devam ediyor. Hatta kimi zaman kahkahalarla gülüyor.
Yanıbaşında öylece duran ölümün yüzü, uzun zaman önce kaybolup sonra geri dönen bir akraba gibi tanıdıktı.
Yorucu hayatının bir tiyatro oyunundan ya da korkunç bir hayaletten öteye gitmediğini anlamıştı.
Birbirimizi affetmeye bile gerek yok. Çünkü seni tanımıyorum.
Zamanla kadının yüzüne direkt bakabildi ve o zaman kadının yüz ifadesinin tıpkı Budist bir rahip gibi sakin olduğunu fark etti. Olması gerekenden çok daha sakindi, içinde öyle büyük acılar mayalanmış, öyle onulmamış yaralar taşıyormuş da bu sadece görünen yüzeyiymiş gibi, korkutan türden bir sakinlik.
uzun geceyi kırık bir porselen gibi paramparça ediyor.
“Birbirimizi affetmeye bile gerek yok. Çünkü seni tanımıyorum.”
Bir kişi tamamen değişince diğerinin ona ayak uydurmaktan başka çaresi kalmaz.
Yaşamak denilen şey çok tuhaf, diye düşünür gülmesi biterken. Bazı olaylar geçtikten sonra bile, onca korkunç şeye maruz kaldıktan sonra bile, insan yiyor, içiyor, tuvalet ihtiyacını görüyor, yıkanıyor ve yaşamaya devam ediyor. Hatta kimi zaman kahkahalarla gülüyor.
Acısının mucize gibi dindiği anlar, güldükten sonraki anlar olurdu. Kimi zaman güldüğüne inanmadığından daha da gülerdi.
Yağmurda eriyip Tamamen eriyip toprağın altına girmek üzereydim. Tersten çıkarak filizlenmem için başka çarem yoktu çünkü.
Seni tanımıyorum. Birbirimizi affetmeye bile gerek yok. Çünkü seni tanımıyorum.
Sen! Öleceksin diye korkumdan böyle davranıyorum.

Neden? Ölmek kötü bir şey mi?

Gözlerimin hiç görmemesini tercih ederdim diye düşünüyor. Birileri gözlerimi kapatıverse.
Hastalar, insan ile insan bedeninin korunması gereken uygun mesafeyi önemsemez, bakışlarını yöneltecekleri uygun zamanı kollamamaz.
Ben, sulamalıyım. Abla bana böyle yemekler gerekmiyor. Benim suya ihtiyacım var
Abla Dünyadaki bütün ağaçlar kardeşim gibi.
Sabırla sımsıkı bütünleşen kadının hayatı, acımasız olduğu kadar adil de olan zamanla birlikte, sürüklenmeye devam etti.
Abla, ben amuda kalktım, vücudumda yapraklar büyüyüp, ellerimden kökler çıkarak toprağın altına girdi. Sonsuzdu, sonsuz Evet, kasıklarımda bir çiçek açmaya başladığından bacaklarımı araladım
Artık korkunç değil Korkmayacağım.
Keşke ölsem.
Keşke ölsem.
O zaman öl.
Geber.
Şu anın dünyasının yaşattığı kaygı ve acıya dayanmak için bile enerjisi yoktu
Ona o dingin barışı hissettiren mutluluk, geri dönüşe kapanmıştı. Ancak onun kayıp duygusunu hissetmesi imkânsızdı.
Son zamanlarda tecrübe ettiği, renklerin var olmadığı o siyah-beyaz dünyası, muhteşem, sessiz ve huzurluydu ama artık geri dönemeyeceği bir yerdi.
Karanlıktım. Kendisine böyle açıklamak istediği zamanlar olmuştu. O karanlıktı. Karanlık bir yerde o vardı.
Kadının kendi canına kıymaya çalıştığı o an, hayatının bir köşesinde hep yer edinecekti.
Bir rüya gördüm.
Sen! Öleceksin diye korkumdan böyle davranıyorum!

Neden ölmek kötü bir şey mi?

Yaşamak denilen şey çok tuhaf, diye düşünür gülmesi biterken. Bazı olaylar geçtikten sonra bile, onca korkunç şeye maruz kaldıktan sonra bile, insan yiyor, içiyor, tuvalet ihtiyacını görüyor, yıkanıyor ve yaşamaya devam ediyor. Hatta kimi zaman kahkahalarla gülüyor.
Sadece bir kez, tek bir kez haykırmak istiyorum. Pencerelerin ötesindeki karanlığa doğru koşmak istiyorum. Öyle yapsam bu yumru dışarı fırlar mı acaba? Olur mu, böyle olması mümkün mü? Kimse bana yardım edemez.
Kimse hayatımı kurtaramaz.
Kimse tekrar nefes almamı sağlayamaz.
Keşke ölsem.
Keşke ölsem.
O zaman öl.
Geber.
Tüm çıplaklığı ile apaçık ortada, tamamen saf ve her şeyden arınmış bir an.
On küsur yıldır yaptığı bütün çalışmalar sessizce ona sırt çeviriyordu. Onlar artık ona değil, bir zamanlar tanıdığı ya da tanıdığına inandığı başka birine aitti.
Kimse bana yardım edemez.
Kimse hayatımı kurtaramaz.
Kimse tekrar nefes almamı sağlayamaz.
Gördüğüm en sade siyah ayakkabılarla beklemekte olduğum masaya doğru yaklaşmıştı, ne hızlı ne yavaş, ne güçlü ne mecalsiz adımlarla.
Anlamsız ve moralsiz geçen bir gün, otobüs beklerken kaldırımdaki bir ağaca istemsizce dokunmuştum. Ağacın nemli kabuğu soğuk bir ateş gibi avucumun içini yaktı. Göğsüm buz gibi, sayısız yarıklara ayrılarak parçalandı. Canlı bir şeyle canlı başka bir şeyin buluşmasını, artık elimi çekip daha fazla ilerlemem gerektiğini, hiçbir şekilde inkâr etmenin yolu yoktu.
2002 yılının güzünden 2005 yılının yazına kadar bu üç öyküyü kaleme aldım; tek tek okunduğunda her biri farklı hikâyeler gibi görünse de birleştirildiğinde tamamen farklı, gerçekten anlatmak istediğim hikâyeyi oluşturan bir roman. Artık kendi yerlerine sırayla yerleşmiş oldular. Uzun bir ipin bağlanması gibi bir his bu.
“Rüyadayken her şey gerçekmiş gibi gelir ya insana, ancak uyandıktan sonra rüya olduğunu anlarsın. Demek istediğim elbet bir gün biz de bu rüyadan uyanırsak, o zaman…”
Hastalar Mesih’i bulmuşçasına birden akın ederek doktorun etrafını sarıyor.
Sepette çeşitli tırnak makasları var. Hastalar sıraya girerek birer tırnak makası alıp gidiyor. Herkesin sevdiği şeyler farklı olduğundan mıdır nedir, seçerken çok fazla zaman harcıyorlar.
Ağaç dalgalarının aslında ne demek istediğini bilmesi mümkün değil, o gece şafak vaktinde dar patikanın sonunda gördüğü, gün doğumunda tamamı yeşil bir alev gibi dimdik duran ağaçların ne söylediğini de.
Söylenenler katiyen samimi şeyler değildi. Teselli edip onu ayağa kaldıran sözler de değildi. Aksine merhametsiz, korkulacak kadar soğuk sözlerdi. Nereye bakarsa baksın, kendi hayatını kabul edecek bir ağaç bulamıyordu. Hiçbir ağaç onu kabul etme niyetinde değildi. Ağaçlar, yaşayan devasa hayvanlar gibi, çetin ve hoşgörüsüz bir şekilde, bütün bedenleriyle dimdik duruyorlardı sadece.
Yaşamak denilen şey çok tuhaf, diye düşünür gülmesi biterken. Bazı olaylar geçtikten sonra bile, onca korkunç şeye maruz kaldıktan sonra bile, insan yiyor, içiyor, tuvalet ihtiyacını görüyor, yıkanıyor ve yaşamaya devam ediyor. Hatta kimi zaman kahkahalarla gülüyor.
Ansızın bu dünyada hiç yaşamamış olduğu hissine kapılması onu şaşırtmıştı. Bu doğruydu. Hiç hayatını yaşamamıştı. Hatırlayabildiği çocukluk döneminden beri yaptığı tek şey sadece sabretmekti. İyi bir insan olduğuna inanmış ve inandığı gibi kimseye bir zararı da olmamıştı. Hep dürüsttü, kendi çapında başarılı olmuştu ve bir süre böyle devam edecekti.
O akşam Yonğhe’nin dediği gibi ebediyen evden ayrılsalardı her şey bambaşka olur muydu?
O gün aile toplantısında, babası Yonğhe’ye tokat atmadan önce babasının kolunu daha sıkı tutsaydı, her şey bambaşka olur muydu?
Artık, en büyük kız olarak gösterdiği sadakatin olgunluğundan değil namertliğinden, korkaklığından olduğunu biliyordu. Bu, hayatta kalmanın tek yoluydu.
“Sen! Öleceksin diye korkumdan böyle davranıyorum!”
“Neden, ölmek kötü bir şey mi?
“Abla, doğru söylüyorsun… Yakında sözler de düşünceler de, hepsi kaybolacak. Çok yakında.”
O ise dudakları sımsıkı kapalı halde kendi kendine konuştu. Kendini yıpratma. Nasılsa sırtlanamayacağın bir yük. Kimse seni suçlamıyor. Bu kadar direnmiş olman da gayet iyi.
Doktora belirttiği gibi hastalığın nüksetmesine yönelik kaygısının sadece yüzeysel bir bahane olduğunu ve Yonğhe’nin yakınında olma gerçeğinin imkânsızlığını hissettiğini o zaman biliyordu. Onun hatırlattığı her şeyin katlanılmaz olduğunu. Aslında kardeşinden içten içe nefret ettiğini. Bu çamura batan yaşamını ona devredip tek başına sınırın öte tarafına geçen kardeşinin zihniyetini ve sorumsuzluğunu asla affetmeyeceğini. Biliyordu.
Hastaneye sık sık gelip gitmeye başladıktan sonra, normal insanlarla dolu mutlu sokaklar, ona yabancı geliyor.
O günün sonrasında hayatları hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı.
Böyle her şeyin, onu çevreleyen herkesin hayatının, kumdan bir kale gibi yıkılması, engellenemez miydi?
Yanlışlıklar nereden başladı acaba?
Böyle anlarda bazen kendi kendine soruyor.
Ne zaman başladı tüm bunlar? Hayır, hayır, ne zaman her şey yıkılmaya başladı?
“Bizim evin babası var mı?”
O çekip gittikten sonra Ciu, annesine hep böyle sorardı ama bu soru, adam çekip gitmeden önce de çocuğun her sabah yönelttiği bir soruydu.
“Yok,” diye kısaca cevaplar, duyulmayan bir sesle eklerdi. “Kimse yok. Sadece sen ve ben varız. Bu her zaman böyle olacak.”
“Miyazaki Hayao’nun filmindeki gibi, Ciu her adım attığında ayak izlerinde çiçeklerin açtığı bir animasyon koysam mı? Hayır, kelebek sürüsünün uçması daha iyi olacak. A, o zaman çayırda tekrar çekmek daha iyi olur.”
Kaynağı bilinmeyen hayat ışığının parıldadığı gözlerle konuşmaya başlamıştı kocası.
Kocasının tutku dolu eserleri ve akvaryumdaki balık gibi yaşadığı hayatı arasında o kadar büyük bir uçurum vardı ki bunların aynı kişiye ait olabileceği kesinlikle düşünülemezdi.
Çok geçmeden kadın bir gerçeğin farkına vardı. Kadının hevesle yardım etmek istediği aslında belki de kendisiydi. On dokuz yaşında evden ayrıldıktan sonra kimsenin yardımını almadan Seul’de yaşamanın zorluklarını alt eden geçmişteki halini, kocası vasıtasıyla açığa çıkarmış olamaz mıydı?
Kardeşinin bu halinin kocasının melankolik durumuyla benzer hiçbir yanı yoktu ancak ikisi de kimi yönden aynı şekilde onu hüsrana uğratıyordu. Çünkü ikisi de fazla konuşmazdı.
İnsanda uyandırdığı soğukkanlı izlenimin ötesinde, neredeyse bir ıssızlığın hissedildiği yüz ifadesinin karşısında ne cevap vereceğini bilememişti.
Yonğhe ondan dört yaş küçüktü. Yaş farkından mıdır nedir, iki kardeş arasında sık görülen çekişme ve çatışma olmadan büyüdüler. Eli ağır olan babasından art arda tokatlar yediği çocukluk döneminden beri Yonğhe, onun için son derece iyi bakmak zorunda olduğu, tıpkı anne şefkatine benzer bir sorumluluk duygusu uyandıran bir varlıktı. Topukları kirden kapkara olan, yaz gelince burnunun üzeri kıpkırmızı isilik dolan kız kardeşinin büyüyüp evlenmesini ilgi ve şaşkınlıkla izlemişti. Ancak, yaş aldıkça kardeşinin giderek az konuşmasına içten içe üzülüyordu. O da aynı çekingen mizaca sahipti gerçi ama onun ortamına göre neşeli ve sıcakkanlı davranabilmesinin aksine, Yonğhe’nin daimi çekingenliği insana zor geliyordu. Bu zorluk, kimi zaman kardeşini bir yabancı gibi hissettiriyordu ona.
Ancak olduğu yere çakılı kaldı, hayatının ilk ve son ânıymış gibi, harıl harıl alevlenen bir çiçeğe benzeyen kadının bedenini, gece çektiği tüm sahnelerden daha güçlü bir imge halinde parıldayan bedeni, sadece o bedeni izledi.
Hiçbir şey barındırmayan bir bakıştı. İlk defa, kadının gözlerinin küçük bir çocuğunkileri andırdığını düşündü. Yalnızca küçük çocukların sahip olabileceği, her şeyi barındıran ancak hiçbir şey de barındırmayan gözlerdi bunlar. Hayır, belki de küçük çocuk bile olmadan önceki, gözbebeklerine hiçbir şey yüklenmemiş bir bakıştı.
Karısının sesi çok gergindi ama aksine kendini zorlayarak sakinliğini koruyordu. Bu ses tonunu iyi bilirdi. Had safhadaki duygularını saklamak istediği zamanlardaki gibi yavaş ve alçak, hafiften titreyen bir ses tonuydu.
Çiçek, hayvan ve insan karışımı tek vücut haline gelmişler miydi?
Ağlayacak gibiydi ama bunun anılar yüzünden mi, hissettiği dostluk yüzünden mi, yoksa yakında aşacak olduğu sınıra dair korku yüzünden mi olduğunu bilemiyordu.
“Karanlıktım.” Kendisini böyle açıklamak istediği zamanlar olmuştu. O karanlıktı. Karanlık bir yerde o vardı. Son zamanlarda tecrübe ettiği, renklerin var olmadığı o siyah-beyaz dünyası, muhteşem, sessiz ve huzurluydu ama artık geri dönemeyeceği bir yerdi. Ona o dingin barışı hissettiren mutluluk, geri dönüşe kapanmıştı. Ancak onun kayıp duygusunu hissetmesi imkânsızdı. Şu ânın dünyasının yaşattığı kaygı ve acıya dayanmak için bile enerjisi yoktu.
Karısı da başka kadınlar gibi bağırıp çağırsaydı, başının etini yiyip lanetler okusaydı içi belki daha rahat edecekti. Bu kadar kolay vazgeçmesi, vazgeçişin tortusunu hüzünlü biçimde bastırması âdeta nefesini kesiyordu.
Adam yalnız kalınca güldü. Gülüşü kaybolduktan sonra, uzun süredir böyle gülmediğini fark etti.
Telefon kapandı. Ne kadar meşgul olursa olsun, telefonu önce kapatmamaya özen gösteren bir karısı vardı.
Kadın cevap vermek yerine gülümsedi. Gülüşü, karısınınkinden farksız, sessiz ve düşünceliydi. Tıpkı sıradan bir kadın gibi. Hayır, o zaten sıradan bir kadın, diye düşündü. Asıl deliren benim.
Tüm bu olanları sakince kabullenen kadının kutsal bir varlık olduğunu düşündü; insan denilemeyecek fakat hayvan da olmayan, daha çok insan, hayvan ya da bitkinin özelliklerini taşıyan yabancı bir varlık gibiydi kadın.
Bu soruyu duyunca kadın ona bakıp güldü. Belirsiz ancak güçlü, hiçbir şeyi reddetmeyen, hiçbir şeyden şaşırmayacak bir gülüştü.
Korkuyorum, diye mırıldandı karısı yattığı yerde arkasını dönmüş vaziyette. Hayır, öyle demedi. Senden korkuyorum. O sırada neredeyse ölü gibi uykuya daldığından sözün gerçekten karısının ağzından çıkıp çıkmadığından emin olamadı. Karısı karanlıkta saatlerce ağlamış da olabilirdi. Bilmiyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir