İçeriğe geç

Ve Durgun Akardı Don – 2. Cilt Kitap Alıntıları – Mihail Şolohov

Mihail Şolohov kitaplarından Ve Durgun Akardı Don – 2. Cilt kitap alıntıları sizlerle…

Ve Durgun Akardı Don – 2. Cilt Kitap Alıntıları

Mesele adda değil, haklı olup olmadığında. Halkın istediği şey gerçektir, ne var ki öteden beri gerçeği gömüp üzerine tepe gibi toprak yığarlar. Dediklerine göre, gerçek denilen şey çoktan ölmüş.
Mücadeleli, dertli yıllarda
Kardeşler, kardeşlerinizi yargılamayın.
Biz herkesin iyiliğini istiyoruz: Kurtlar da doysun, kuzular da yaşasın..
Bu kahrolası savaş iki yıldır sürüp gidiyor. İki yıldır bütün ulusların işçisi, köylüsü kanını akıttı. Yüz binlerce ölü, yaralı, yüz binlerce dul, yetim! Bu kırımın sonucu bunlar işte. Niçin savaşıyorsunuz? Kimin çıkarlarını koruyorsunuz..
Rüzgâr bir atın yelesini nasıl dolaştırırsa, zaman da günleri öylece birbirine doladı.
Mezarları otlat nasıl bürürse, zaman da öylece acıyı sarar .
…yaklaşan güz mevsiminin o nefis yumuşaklığını taşıyan buğulu tarlalarla çevirdi.
Puslu bir çayırın rutubeti.
Birisi çıkıp ‘püf’ dese, eskimiş bir palto nasıl dökülürse adamın sırtından, her şey öylecene dağılıverecek.
Baş gitti mi ayaklar yaşamaz!
Baş gitti mi ayaklar yaşamaz!
Tanrı bizi dostlarımızdan korusun, düşmanlarımızın hakkından nasıl olsa geliriz.
Mezarları otlar nasıl bürürse, zaman da öylece acıyı sarar. Rüzgar gidenlerin izlerini nasıl silerse, zaman da öylece sevdiklerinin dönmesini boş yere beklemiş olanlarla, hep boş yere bekleyecek olanların müthiş acılarını alır götürür, çünkü insan ömrü kısadır ve çimleri çiğnemek için dünya da hiç kimseye uzun bir zaman bağışlanmamıştır.
Ne acayip şey bu hayat aleksey! Insanlar kör gibi el yordamıyla dolaşıyor sanki; bir birleşiyor, bir ayrılıyor, bazen birbirlerini çiğniyorlar işte şimdi sen de burada ölümün burnunun dibine gelince, kendi kendine bütün bunların ne demek olduğunu düşünürsün. Bana kalırsa, bir başka insanın ruhu kadar müthiş bir şey yoktur; ne istersen yap bir ruhun derinliklerine inemezsin işte senin yanında yatıyorum burada kafandan neler geçtiğini bilemiyorum, hiçbir vakit de bilemedim; görünüşünün ardında ne biçim bir yaşam var bilmiyorum, sen de benim hakkımda bir şey bilmiyorsun
Ve oyunuzu düşmanlarınıza bir silah olarak kullanmak için nasıl örgütleneceğinizi öğrenin, hapse girmek korkusuyla koltuklarına yapışan adamları meclislerde iş sahibi kılmak için değil..
Dünyada en korkunç şey, bana sorarsan, bir başkasının ruhudur. Ne yaparsan yap, başkasının yüreğinden geçeni bilemezsin..
Şimdilik onlar bizden çok daha güçlü. Gelişmemiz, etki alanımızı genişletmemiz ve savaşın gerçek nedenlerini açıklayarak, hiç durmadan çalışmamız gerekir. Gelişiyoruz da emin olabilirsin. Onların her kaybı bizim için bir kazanç oluyor; hiç şaşmaz bu. Olgunluk çağındaki bir adam hiç kuşkusuz bir çocuktan güçlüdür, ama yaşlanıp kasları pörsüyünce, delikanlı çarçabuk soluğunu kesebilir onun. İşte şimdi bizim karşımızda sadece yaşlılıktan pörsümüş kaslar değil, felcin gittikçe yayıldığı bütün bir organizma var.
Sanma ki bu dünyada demirden yapılma insanlar var. Hepimiz biriz. Istedigin kadar ara, savaştan korkmayan insan bulamazsın, kimse içi yanmadan adam öldürmez .Ahlâkı, vicdanı yaralanmadan.
Ne acayip şey bu hayat Aleksey! İnsanlar kör gibi el yordamıyla dolaşıyor sanki; bir birleşiyor, bir ayrılıyor, bazen birbirlerini çiğniyorlar… İşte şimdi sen de burada ölümün burnunun dibine gelince, kendi kendine bütün bunların ne demek olduğunu düşünürsün. Bana kalırsa dünyada, bir başka insanın ruhu kadar müthiş şey yoktur; ne istersen yap bir ruhun derinliklerine inemezsin… İşte senin yanında yatıyorum burada, kafanda neler geçtiğini bilemiyorum, hiçbir vakitte bilemedim; görünüşünün ardında ne biçim bir yaşam var bilmiyorum, sen de benim hakkımda bir şey bilmiyorsun… Belkide ben seni öldürmek istiyorum, oysa sen benim kafamdan geçenlerden haberin bile olmadan bana peksimet veriyorsun…
Böyle güç, kargaşalı günlerde,
Kardeş kardeşi suçlamasa olmaz mı?
Bütün o nefret dolu, anlamsız, dünyaya sırtını dönmek istiyordu.
Getirdiği bezginlikle savaş onu kırmış,çökertmişti. Bütün o nefret dolu, anlamsız dünyaya sırtını dönmek istiyordu. Gerisinde her şey birbirine dolanık,çelişmeliydi. Doğru yolu bulup çıkarmak da o denli güç
Biz hareketlerimizin doğrulanmasını, övgülerin tatlı sözlerinde değil, kudurmuş kişilerin yabani haykırışlarında buluruz.
İktidar, basit yaradılışlı Kazak’ın başını döndürmüştü
Mezarların üstünde biten ot gibi zaman acıyı alır dindirir. Bu dünyayı koyup gidenlerden arta kalan izleri savurup götüren rüzgar gibi, zaman, sevdiklerini boşuna bekliyenlerin, sevdiklerini daha çok boşuna bekleyeceklerin korkunç acısını ve korkunç anılarını savurup götürecekti. İnsanoğlunun hayatı kısa. Şunun şurasında, her birimize ne kadar yaşamak nasip ki?
Dünyada en korkunç şey, bana sorarsan, bir başkasının ruhudur.Ne yaparsan yap,başkasının yüreğinden geçeni bilemezsin
Bana kalırsa dünyada, bir başka insanın ruhu kadar müthiş şey yok tur; ne istersen yap bir ruhun derinliklerine inemezsin İşte senin yanında yatıyorum burada, kafandan neler geçtiğini bilemiyorum, hiçbir vakit de bilemedim; görünüşünün ardında ne biçim bir yaşam var bilmiyorum, sen de benim hakkımda bir şey bilmiyorsun Belki de ben seni öldürmek istiyorum, oysa sen benim kafamdan geçenlerden haberin bile olmadan bana peksimet veriyorsun
Mesele adında değil, hak olup olmadığında. Halk hak olanı istiyor. Ama ne yapıp edip hakkın üstünü örtüyorlar. Dediklerine göre, çoktan çürümüş gömüldüğü yerde!
Böyle hükümet mi olur?Ben bundan sonra nasıl olur da böyle bir hükümetin memleketi felaketten kurtarabileceğine inanırım?
Rüzgârın bir atın yelesini dolaştırması gibi zaman, günleri birbirine düğümlüyordu.
Bazen yaşam ona bir oyun gibi gelir, bazen de suda boğulan bir adamın boynuna bağlı taş misali olanca ağırlığıyla yüklenirdi sırtına. Çok görmüş geçirmişti.
Yüreği sertleşmiş, suyu çekilmiş bir tuzlu bataklık gibi katılaşmıştı; tuzlu bataklık nasıl suyu emmezse, Gregor’un yüreği de öylece, acıma denilen şeyi içine almaz olmuştu. Buz gibi bir yürekle, kendi canını da başkalarının canını da hiçe sayarak, şan ve şerefe boğulmuştu Gregor. Dört St. George nişanı, dört de başka madalya kazanmıştı. Ara sıra yapılan geçit törenlerinde, sayısız savaşların barut dumanıyla tavlanmış olarak alay sancağının yanında dururdu. Ama artık eskisi gibi gülmediğini de biliyordu Gregor; gözlerinin çukura kaçtığını, elmacık kemiklerinin daha da fırladığını biliyordu ve bir çocuğu öptüğü zaman onun duru, masum gözlerinin içine bakamadığının farkındaydı. Nişanlarıyla madalyalarını ne pahasına kazandığını biliyordu o.
İvan Alekseyeviç takır takır birbirine çarpan dişlerinin arasın dan, Kimi Kimi çağırıyordu ölüm anında? Annesini mi? diye mırıldandı ve birden dönerek kör gibi sendeledi.
Olgunluk çağındaki bir adam hiç kuşkusuz bir çocuktan güçlüdür, ama yaşlanıp kasları pörsüyünce, delikanlı çarçabuk soluğunu kesebilir onun. İşte şimdi bizim karşımızda sadece yaşlılıktan pörsümüş kaslar değil, felcin gittikçe yayıldığı bütün bir organizma var.
Fakat mağdurdur bizim Don, sevgili babamız, sakin Don;
Ne bir kafire boyun eğdi, ne de nasıl yaşayacağım diye
Moskova ‘ya danıştı
Ve yüzyıllar boyunca Türkleri kılıcının ucuyla selamladı;
Ve her yıl Don ülkesi bozkırı, toprak anamız bizim
Bakire Meryem uğruna, kendi imanı için,
Evet, mırıltı dalgalarıyla onca özgür Don için,
düşmanlarıyla savaştı.
‘Ölünceye kadar bu anıları taşıyacağım, hem yalnız ben değil, sağ çıkan herkes taşıyacak. Bütün yaşamımız kötürüm edildi, lanetlendi! Kahrolsunlar! Kahrolsunlar! Ölüm bile onların günahlarını temizleyemez ‘
Elveda, şehir yollarına, kasabanın toprağına, taşına,
Elveda, memleketim, güzel köyüm, gözbebeğim,
Elveda, küçüğüm, güzelim, sevdiceğim,
Sevdiceğim, gök mavisi çiçek takar başına,
Bir zamanlar akşamdan gün ağarıncaya kadar
Sevdiğimin kolunda okşanarak yatardım,
Şimdi elde silah dikilir, nöbet tutarım,
Akşamdan gün ağarıncaya kadar.
“Biz hareketlerimizin doğrulanmasını, övgülerin tatlı sözlerinde değil, kudurmuş kişilerin yabani haykırışlarında buluruz.”
“Eskiden Ataman Alayında askerliğini bitiren Kazakları evlerine gönderirlerken donatırlarmış. Kazaklar sandıklarını, atlarını, eşyalarını trene yüklermiş. Tren yola çıkar, tam Voronej’e gelince, hattın Don’u ilk geçtiği yerde, makinist ağırlaştırırmış treni, ama elinden geldiği kadar ağırlaştırırmış Ne olacağını bilirmiş. Tren köprüye varır varmaz Vay babam vay! Görülecek şey! Kazaklar hepten çılgına dönermiş: ‘Don! Don! Durgun Don! Babamız, Don’umuz! Hurra!’ ve pencerelerden dışarıya, köprünün üstünden suya kasketler, eski gömlekler, pantolonlar, mintanlar, daha Allah bilir neler uçarmış! Askerden dönüşleri şerefine Don’a hediyeler verirlermiş. Bazen öyle olurmuş ki, suya baktığında, Ataman Alayının mavi kasketlerini kuğular ya da çiçekler gibi yüzer görürmüşsün Çok eski bir görenekmiş bu ”
“Mezarları otlar nasıl bürürse, zaman da öylece acıyı sarar. Rüzgâr gidenlerin izlerini nasıl silerse, zaman da öylece, sevdiklerinin dönmesini boş yere beklemiş olanlarla, hep boş yere bekleyecek olanların müthiş acılarını ve anılarını alır götürür, çünkü insan ömrü kısadır ve çimleri çiğnemek için dünyada hiç kimseye uzun bir zaman bağışlanmamıştır.”
“Biz hareketlerimizin doğrulanmasını, övgülerin tatlı sözlerinde değil, kudurmuş kişilerin yabani haykırışlarında buluruz.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir