İçeriğe geç

Varoluşçular Kahvesi Kitap Alıntıları – Sarah Bakewell

Sarah Bakewell kitaplarından Varoluşçular Kahvesi kitap alıntıları sizlerle…

Varoluşçular Kahvesi Kitap Alıntıları

Alışkanlıklarının ve kitlesel medyanın boyunduruğu altındaki insanlar olup bitenleri sorgulamak için rutinlerine ara vererek durup düşünmeyi ihmal ediyorlardı.
Bilinç daima bir şeyin bilincidir.
Zihnimizdeki betimleyici faaliyet hiç durmaz ve hayatımızın her anında yönelimselliğin bitmek bilmez dansına eşlik eder. Yaşamın müziği devam ettikçe zihinlerimiz birbiri ardına yöneldikleri başka başka fenomenlere kenetlenir ve onları pistin üzerinde döndürüp durur.
Yaşamım ve felsefem bir ve aynıdır, diye yazmıştı Sartre günlüğünde ve bu prensibinden hiç şaşmadı. Yaşamla felsefeyi iç içe geçirmesi diğer insanların yaşamlarına da ilgi göstermesine neden oldu.
Sartre ve Beauvoir için yaşadıkları açık ilişki ferdi bir tertipten öteydi: felsefi bir tercihti. Özgürlük teorilerini yaşamak istiyorlardı. Burjuva tipi evlilik modelindeki katı cinsiyet rolleri, örtbas edilen sadakatsizlikler, mal mülk ve çocuk sahibi olmaya adanmışlık onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Hiç çocukları olmadı, fazla bir eşyaları da. Hiç beraber yaşamadılar. Ancak birbirleriyle ilişkileri diğer tüm ilişkilerden hep daha önce geldi ve neredeyse her gün buluşup yan yana çalıştılar.
1945 yılında Samedisoir’ da çıkan bir yazıda, kadınları Camembert peyniri koklatarak baştan çıkardığı iddia edilmişti (1945’te iyi peynir bulmak hiç kolay değildi). Gerçekte, Sartre’ın kadınları yatağına çekmek için peynirle kandırmaya ihtiyacı yoktu. Sartre’ın fotoğraflarına bakan, nasıl başardığına hayret edebilir ama bu konudaki başarısını görünüşünden çok entelektüel enerjisine ve özgüvenine borçluydu. Doğru, fikirler üzerine konuşurken kendisini dinleyenleri büyülerdi ama aynı zamanda çok da eğlenceli biriydi.
Tıpkı önceki nesillerdeki Parisli bohemler ve Dadaistler gibi, varoluşçuların isyankâr dünyasında da tehlikeli ve kışkırtıcı olan her şey iyi; cicili bicili ve burjuvaziyi çağrıştıranlarsa kötüydü.
( )herhangi bir sebepten içinde huzursuzluk, hoşnutsuzluk, isyan ve yabancılaşma hissi uyanmış kim varsa onlara dayandırılabileceği söylenegelir.
Kierkegaard’ın her şeyinde bir sıradışılık vardı, düşmanlarının acımasızca alay ettiği omurga eğriliğinin neden olduğu yürüyüşünde bile. Büyük ölçüde yalnız bir yaşam sürdü. Ancak arada sırada Kopenhag sokaklarında insan banyosu yapmaya çıkardı.
İlişkileri o kadar yoğun ve güçlüydü ki şahit olanlar arasında böyle bir ilişkileri olmadığı için üzülenler çıkıyordu.
Ben hem Varlık’ı sorgulanan hem de cevabı içinde bulunduran varlığım.
Varlık’ın kendisi varolan değildir. Yani varlık, tanımlanmış ve sınırları çizilmiş bir varolan türü değildir.
… Marcel Proust’un çayına bir kurabiye batırıp , üzerine yedi cilt yazması gibi …
Her durum en çok ezilen ve en büyük acıyı çeken kesimlerin gözünden yargılanmalı.
Kierkegaard büyük ölçüde yalnız bir yaşam sürdü. Ancak arada sırada Kopenhag sokaklarında “insan banyosu “ ???? yapmaya çıkardı
Ahlak yasalarına uygun davrandığınızı ya da psikolojik yapınız, geçmiş deneyimleriniz ve çevresel faktörlerin davranışlarınızı belirlediğini düşünebilirsiniz.Bu etkenler davranışlarınızı etkileyebilir, ancak içinde bulunduğunuz “durum” karşısında yapacağınız seçimi onlar belirlemez.
Bana bir etiket yapıştırıp beni tanımlayabileceğinizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz çünkü ben , her daim yapım aşamasındayım.
Her zaman kendimden bir adım öndeyimdir ve yaşadıkça kendimi oluştururum.
Göründüğümüzden farklıyız
Belki daha kötü, belki daha iyiyiz ama kesinlikle farklıyız
Hepimiz kendimize yabancıyız.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Sartre bana okulu bırakmayı öğretiyordu ki bu, dünyaya verilecek, kıymeti bilinmeyen ve kimi zaman faydalı bir cevaptır.
Albert Camus, sisifos söyleni’nde fransızların yenildiği dönemde üzerinde çalışırken keşfettiği bir fikre çok şey borçlu olduğunu belirtir. Nihilizmin limitleri içinde dahi nihilizmin ötesine geçmenin yollarını bulmak mümkündür . Kitabın başlığı Homeros un Odysseia destanında geçen bir hikayeye atıfta bulunur. Tanrılara kafa tutan mağrur kral sisifos, bir kayayı durmadan yuvarlayarak dağın tepesine çıkarmaya çalışır. Tepeye yaklaştığı her sefer kaya elinden kurtulup aşağı yuvarlanır. Camus şunu sorar: Hayatın da Sisifos’un çabası gibi nafile olduğu açığa çıktığında nasıl bir tepki vermeliyiz?
Sartre’in anlatıcısı bulantiya gark olmuştur, öte yandan bulantı hissiyle aydınlanma da yaşar. Dünyada hiçbir şey herhangi bir zorunluluktan dolayı gerçekleşmez. Hayatta herşey olumsaldir (zorunsuz) ve gerçekleşmiş herşey, farklı bir şekilde gerçekleşmiş de olabilirdi. Bu aydınlanma karşısında dehşete düşer.
Öte yandan artık varoluşçuların modasının geçmiş olduğunun farkına vardım. 1980 lerde meydan, yeni nesil yapısalcılar, postyapisalcilar, yapısökumculer ve postmdernistlere kalmıştı. Bu yeni tip filozoflar felsefeyi bir oyun olarak görüyor gibiydiler. Isaretler, semboller ve anlamlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor, tüm yapıyı çökertmek için biribirlerinin metinlerinden ekzantrik sözcükler cımbızlayıp çekiyorlardı.
Soyut düşünce tutkusuzdur. Oysa var olan için, kendi varoluşu en yüce tutkudur.
Hayatta kalmak için, yaşamaya karar vermelisin

Sartre

Böyle gelmiş ama böyle gitmez deyip çizgiyi çeker. Başkaldırı, despotluğun dizginlenip durdurulmasıdır.
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
her yeni düzen de kendi aşırılıklarını ve haksızlıklarını yaratırdı.
Hata yapmaktan korkup tarafsız kalıyorsanız kesinlikle bir hata yapıyorsunuz demekti.
Bir mantar gibi benliğinden taşan kekremsi öz suyu ile baş başa kalmıştır.
Kadınlar yaşamlarını değiştirebilirler, bu yüzden de bu gerçeğe uyanmalarını sağlamak açısından yazılan kitaplar büyük önem taşır.
Cehennem başkalarıdır .
Sartre, Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım.” önermesini tersine çevirir ve “Ben hiçim, öyleyse özgürüm.” der.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Hiçbir yere varmayan, karman çorman meraklı düşüncelere dalmak hoşuma gidiyordu.
Heidegger sessiz kalarak bize kendisinin düşünmediği şeyi düşünme zorunluluğu yüklemişti .
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Göründüğümüzden farklıyız. Belki daha kötü, belki daha iyiyiz ama kesinlikle farklıyız. Hepimiz kendimize yabancıyız.
Savaşa dair en nefret uyandırıcı ve tiksinç şey, bireyin değerini sıfıra indirgemesidir.
Eğer bir çocuk ,’ hiçbir şey umurumda değil,’ diyorsa bu durum bilge bir çocuğa değil,sorunlu ve bunalmış bir çocuğa işaret eder.Benzer şekilde dünyadan elini eteğini çeken yetişkinler de kısa sürede sıkılırlar.Sevgililer bile eğer çok uzun süre baş başa aşk yuvalarına çekilirlerse birbirlerine olan ilgilerini yitirirler.
“Sevgi varsa ruhun hamuru kabarır, yoksa söner.”
Oyun oynar gibi insanlar katlediliyor. Aşağılanma ve ahlaki aşınma önemsiz vakalar olarak kabul ediliyor.
Başka bir hayatı hiç tatmamış olan gençlerin sığınabilecekleri güzel hatıraları dahi yoktu.
İnsanlara karşı ,saplantılı derecesinde cömertti .Eline biraz para geçer geçmez,sanki elinde bir el bombası tutuyormuşcasına ,bir an önce elden çıkarmaya bakar,etrafa dağıtırdı.
Sartre burada antik Stoacı düşünceyi diriltir: Başıma gelecekleri ben seçmemiş olabilirim ancak ruhsal açıdan, ona nasıl bir anlam vereceğime karar verebilirim. Sartre, tutkumuzu kaybetmememiz, hatta başımıza gelenle ve başımıza gelen karşısında başarabileceklerimizle coşkulu bir bağ kurmamız, uğraşmamız; özgürlüğün gaddarca zor olmasından daha azını beklemememiz gerektiğini düşünüyordu.
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
hiçbir şey deneyimlemeyen, hiçbir şey hayal etmeyen ya da hiçbir şey hakkında fikir yürütmeyen bir zihin için zihin demek çok zordur.
Yaşam düşüncelere dönüşür ve düşünceler hayata döner.
Dışarıda arama; kendine dön. Gerçek, içteki insanda yatar.
Özgürsün o yüzden seçimini kendin yap yani onu yarat .
Bana bir etiket yapıştırıp beni tanımlayabileceğinizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü ben her daim yapım aşamasındayım. Bilincimi kazandığım ilk andan ölümün gelip onu yok edişine kadar kendimi eylemlerimle sürekli yeniden yaratırım.
Sartre ‘nin düşüncesine göre, insan olmanın temelinde özgürlük yatıyordu ve insanı diğer tüm varlıklardan ayıran buydu. 
Cehennem başkalarıdır.
Ama yaşadık işte; yaşadığımız dünyaya ilgi duyduğumuzu hissettik ve onu gözlemleyip anlamaya çalıştık.
İnternet, sağladığı sonsuz bağlantısallık ile tüm dünyayı depolanabilir ve emrinize amade kılma vaadi taşımakla birlikte, bir yandan da bunu yaparken mahremiyet ve derinliği ortadan kaldırıyor.
Levinas, Heidegger’in aksine, insanların ezici Varlık’ı asla olduğu gibi kabul etmemesi gerektiğini düşünüyordu. Kabuslarımızda üzerimize çöken ağırlıktan kaçarak medenileşiriz diyordu, onu kucaklayarak değil.
Ama yaşadık işte, yaşadığımız dünyaya ilgi duyduğumuzu hissettik ve onu gözlemleyip anlamaya çalıştık.
Sartre
Özetle, Sartre sayesinde bir parça kafa karışıklığının ne kadar büyüleyici olabileceğini öğrendim diyebilirim.
Heidegger, Düşünmek kendinizi tek bir düşünceyle sınırlandırmaktır, diye yazmıştı, bense artık bunun, düşünmenin olması gereken şeyin tam tersi olduğuna inanıyorum. Düşünmek çok yönlü ve iştahlı bir edim olmalı.
Şimdi de söyleyecek tonlarca şeyi vardı ancak söyleyecek enerjisi kalmamış gibiydi.
Ölüm, der Wollheim, bizi sadece gelecekte yapma ihtimalimiz olan şeylerden ve deneyimleyebileceğimiz tüm zevklerden mahrum bıraktığı için düşmanımız değildir. Asıl sorun, bize bir daha asla bir deneyim yaşama imkanı bırakmamasıdır.
Herkes, her an kendini eşit ölçüde kurban ya da cellat olarak bulabilir.
Sartre
Varoluşçuluğa popülerlik kazandıran ilk isimlerden William Barret, bir yanda Sartre’nin eserleri dururken Steinbeck ve Don Passos’u gönül rahatlığıyla büyük yazarlar olarak görmenin mümkün olmayacağını yazıyordu. Eleştirmen F. W. Dupree de Fransızların Faulkner hayranlığının Amerikan edebiyatına olan bir övgüden çok “Fransızların zevklerinde ve akli melekelerinde yaşadıkları korkunç bir kriz”in göstergesi olduğu sonucuna varıyordu.
Sartre, Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım.” önermesini tersine çevirir ve “Ben hiçim, öyleyse özgürüm.” der.
Hiçbir yere varmayan, karman çorman meraklı düşüncelere dalmak hoşuma gidiyordu.
Oliver Wickers, Sartre ‘ın uykuyu askeri bir mecburiyet olarak ele aldığını yazıyordu: makinenin işlemeye devam edebilmesi için verilen zorunlu bir dinlenme ve bakım molası.
1976 yılında Bernard – Henri Levy ile yaptığı bir söyleşide Aron solcu aydınların kendisinden komünizmin gerçek yüzünü gösterdiği için değil, en baştan beri onların inancını paylaşmadığı için nefret ettiğini ileri sürer. Levy bunun üzerine ona, Ne düşünüyorsunuz? Bu durumda, yanılmış ama galip çıkmış Sartre ‘ın yerinde olmak mı yoksa yenilmiş ama haklı çıkmış Aron’ un yerinde olmak mı daha iyi? diye sorar. Aron net bir cevap veremez. Ama soru akıllarda kalmaya devam eder ve basit ve dokunaklı bir slogana dönüşür :Aron’la aynı safta haklı olmaktansa Sartre ile aynı safta yanılmış olmak yeğdir.
College de France’taki konuşmasında da filozoflardan, başkaları uyurken uyanık kalmayı başaran kişiler şeklinde bahsetmiştir.
Sartre, her şeye rağmen kişinin gereklilik ortaya çıkar çıkmaz ipleri ele alıp tarafını seçmesi gerektiğine inanıyordu. Hata yapmaktan korkup tarafsız kalıyorsanız kesinlikle bir hata yapıyorsunuz demekti.
Yetmiş yıl önce, Dostoyevski, Karamazov Kardeşler ‘de bu tür bir ahlaki ikilemi basit bir soruyla özetlemişti: Ivan Karamazov, kardeşi Alyoşa’ dan insanların tarihin sonuna kadar mutlak barış ve mutluluk için yaşayacakları bir dünya yaratma gücüne sahip olduğunu tasavvur etmesini ister. Ancak, der, bunu gerçekleştirmek için küçük bir canlıya, sözgelimi şuradaki bebeğe işkence etmek ve onu öldürmek zorundasındır. Bu örnek, birçok kişiyi kurtarmak için (umut edilen budur) bir kişinin feda edilmesi gerektiği troleybüs problemi nin erken dönemli ve uç bir çeşididir. Bunu yapar mısın, diye sorar Ivan. Alyoşa ‘nın cevabı kesin bir hayırdır. Ona göre, bir bebeğe işkence etmeyi haklı çıkaracak hiçbir şey olamaz ve bunun üzerine söylenebilecek tek bir kelime bile yoktur. Hiçbir yarar-zarar hesabı bunu değiştiremez, bazı şeyler ölçülmez ve pazarlık konusu olamaz.
Aralarındaki fark, mizaçlarından ve dünyanın kendisini onlara tamamen bambaşka şekillerde gösterme biçiminden kaynaklanıyordu.
Merleau – Ponty’den önce Rousseau dışında çocukluk dönemi üzerinde ciddiyetle duran çok az filozof çıkmıştır. Çoğu filozof öyle bir yazmıştır ki tüm insan deneyimleri tamamen bilinçli, rasyonel, dilsel iletişim kurmayı bilen ve gökten dünyaya bu şekilde inmiş ( belki de leylekler tarafından getirilmiş) yetişkinler tarafından yaşanmaktadır sanırsınız.
Dini soruların altında ezilen ve kendini insanlığın geri kalanından ayrı gören Kierkegaard büyük ölçüde yalnız bir yaşam sürdü. Ancak arada sırada Kopenhag sokaklarında insan banyosu yapmaya çıkardı. Yakasına yapıştığı tanıdıklarını kendisiyle birlikte uzun felsefi yürüyüşler yapmaya sürüklerdi.
Sartre’ın düşüncesine göre, insan olmanın temelinde özgürlük yatıyordu
Başkalarının yorumlayıcı bakışını kabul etmeyi reddeden biri hakkında yorumlayıcı bir çalışma kaleme almasındaki ironinin muhtemelen Sartre de farkındaydı. Kendi mitolojisini oluşturan Genet için hakkında yazı yazılan bir yazara dönüşmenin özellikle rahatsız edici bir tarafı vardı: O, kalemin diğer tarafında olmaya alışmıştı ve sanatsal maskesinin sıyrılmış olmasından dolayı tiksinti duyuyordu.
Her kadın kendi içinde zorlu bir mücadele verir ve bunun içindir ki Beauvoir, kadın olma meselesini varoluşsal meselelerin şahı olarak görür.
Kadınlar kendilerini dünyadan sorumlu hissetmekte zorlanmaktadırlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir