İçeriğe geç

Vakit Öldürmek Kitap Alıntıları – Paul Feyerabend

Paul Feyerabend kitaplarından Vakit Öldürmek kitap alıntıları sizlerle…

Vakit Öldürmek Kitap Alıntıları

Benim derdim gidişimden sonra benden geriye bir şeyin kalması, makalelerin değil, son felsefi beyanların değil, sevginin.
1993’ün sonuna doğru bu bölümün başlığı (Çekip Giderken) yeni bir anlam kazandı. Bir hastanede, ameliyatı mümkün olmayan bir beyin tümörü sonucu kısmi felç oldum.
Yurttaşlarını bilgilendirmek isteyen bütün yazarlardan rica ediyorum felsefeden uzak dursunlar ya da hiç değilse Derrida gibi kafa bulandıranlardan sinip etkilenmesinler, onun yerine Schopenhauer ya da Kant’ın popüler denemelerini okusunlar.
Asıl sebep; büyük, derin ve felsefi olma dileği. Ama önemli olan hangisi; başkaları tarafından anlaşılmak mı, yoksa derin düşünür olarak görülmek mi? Genel okurun anlayacağı yalın bir tarzda yazmak yüzeysel olmak anlamına gelmez.
Beni Yönteme Karşı’yı yazmaya iten sebeplerden biri, felsefi bulanıklıkların zulmünden ve insanların görüşünü ve dünyadaki varlık biçimlerini daraltan hakikat , gerçeklik ya da nesnellik gibi soyut kavramlardan insanları kurtarmaktı. Dü­şündüklerimi formüle etmek benim kendi tutum ve inancımdı, ne yazık ki ben de demokrasi , gelenek ya da görece hakikat gibi benzer katılıkta kavramlar sundum.
Köşe yazılarındaki belagat ve argüman kombinasyonunu çok cana yakın buldum; öyle uzun uzun argümanlar yoktu, yalnız bir parça akıl yürütmeyle biraz da kısa gözlemler. Dü­şünceyle çevrelenmiş imgeler ve küstahça sözler ya da küstahlık ve imgelerle söylenmiş düşünce: Köşe yazısı esasen bir çorbadır!
Benim gibi o (eşi Grazia) da fizik okudu, ancak daha da ileri gitti; akademik derecesi felsefi ilavelerle sulanmadı. Bu konuda büyük bir yeteneği vardı, araştırmaların keskin yüzündeydi ve önünde harika bir kariyer uzanıyordu; meslektaşlarından bazıları Nobel ödülü bile bekliyordu. Ne var ki o her şeyi bıraktı. Hindistan’da insanlığın sefaletini yakından görünce bunu dindirecek bir şeyler yapmak istedi ve fiziğin bu amaç için uygun bir konu olmadığını düşündü.
Kendi hayatlarımızı bu biçimde sürdürürken en azından çocuklarımıza bir şans vermemiz gerek. Onlara ilkeler değil, sevgi ve güvenlik sunmalıyız ve hiçbir surette geçmişin suçlarını onların üzerine yıkmamalıyız. Eylemlerimizin ve geride bıraktığımız kaosun fiziksel, yargısal ve parasal sonuçlarıyla nesiller boyunca uğ­raşmaları gerekebilir; fakat onlar bütün ahlâki, tarihi, ulusal suçlardan uzaklar.
Aşk insanları sınırlandırılmış bireylik lerinden dışarı çeker, ufukları genişletir ve önlerindeki her nesneyi değiştirir. Ancak bu tür bir sevginin bir yararı yoktur.
Bugün bana öyle geliyor ki sevgi ve dostluk önemli bir rol oynuyor ve onlar olmadan en soylu başarılar ve en temel ilkeler bile soluk, boş ve tehlikeli kalıyor. Sevgiden söz ederken hakikat aşkı ya da insan sevgisi gibi soyut görevleri kastetmiyorum, bunlar kendi başlarına ele alındıklarında çoğunlukla dar kafalılığı ve zulmü teşvik etmişlerdir. Kendilerini hemen tüketen duygusal havai fişekleri de kastetmiyorum.
Makale yazmak ve ders vermek başka şey, yaşamak başka şey diye hissediyorum ve öğrencilerime hangi mesleği seçerlerse seçsinler ağırlık noktalarını bunun dışında aramalarını öğütlüyordum.
Ian Richardson pırıltılı altın rengi pelerinini, rütbelerini ve onu kral yapan her şeyi yavaşça yere bı­raktığında, sadece bir sosyal rolü terk ediyormuş gibi değil, kendi bireyliğinden de, onu başkalarından ayıran özelliklerden de sıyrılıyormuş gibiydi ve o karanlık, hantal, sakar, zavallı yaratık şimdi hapis ve ölüme rağmen geride bıraktıklarından daha özgür, daha güvenli gibi görünüyordu. Sanki hayatım yenilenmiş gibi kendimi huzurlu, neredeyse mutlu hissettim. Ama öyle olmadı; çok geç­meden eski alışkanlıklarıma geri döndüm.
Zeki kadınların yanında olmaktan hoşlanmamın bir sebebi, düşüncelerinin, dünyaya yaklaşım tarzlarının benimkilerden daha az belirli olmasıydı, çünkü onlarla konuşunca düşünceyle duygu, bilgiyle kurmaca, ciddi ve daha hafif meseleler arasındaki sınırlar eriyor gibiydi, zira bunun sonucu olarak ben de daha az belirli hale geldim.
Pek çok insan kendileriyle çevreleri arasına mesafe koyar. Batı uygarlığı bir bütün olarak insanları bireyler e dönüştürüyor. Ben benim, sen de sensin; birbirimizi sevebiliriz ama yine de ben ben kalacağım sen de sen. Kurşun geçirmez cam gibi tarafların kendilerine ait bir varlıklarının oluşu, duygu ve hareketleri kısıtlıyor.
Hâlâ bu işe ilk girdiğim zamanki gibi meslek ve karakter açısından belirsizim ve röportajcıların bana sanki bir kâhinmişim gibi fikirleri şekillendiren, önemli akımların, eğilimlerin, kuramların dostu ya da düşmanıymışım gibi davranmalarına şaşıyorum. Yazılarım bile beni şaşırtıyor. Bunları ger­çekten ben mi yazdım? diye soruyorum kendi kendime.
Kasım’da (1993) beraberliğimiz on yılı bulmuş olacak; beş yıldır evliyiz. Yine de Roma’ya gelirken sanki yeni tanışıp âşık olduğum bir kadını ziyaret ediyormuşum gibi hissediyordum. Acaba nasıl görünecek? diye sordum kendime. Beni nasıl karşılayacak? Önü­müzdeki günlerin ruh hali nasıl olacak? Kendimi kıstırılmış hissedip kaçmaya çalıştığım bir anın olması inanılmaz geliyor. Sorun tamamen benim hayal gücümdeydi, Grazia çok bağımsız bir kişi. Hareketlerim onu üzdü; fakat bunları mizah, hoşgörü ve kararlılıkla karışık bir tavırla karşıladı. Böyle olmasaydı hayatlarımız ayrılacak ve ben asla bir insanı gerçekten sevmenin ne demek olduğunu öğrenemeyecektim.
Sistematik analizden kaçınırım. Unsurlar birlikte çok güzel dururlar, ancak argüman birey ya da sosyal grupların hayatlarıyla bağlantılı değilse adeta uzaydan gelmiş gibi durur. Elbette zaten öyle bağlantılıdır, yoksa anlaşılmazdı; fakat bağlantı gizlenir, yani kelimenin tam anlamıyla, sistematik analiz sahtekârlıktır.
Kendimi bir entelektüel olarak asla görmedim, felsefeci olarak hele hiç. Bu işi bana bir gelir sağladığı için yaptım ve kısmen eylemsizlikten, kısmen de gazetelerde, televizyonda canlı bir dinleyici kitlesi karşısında hikâye anlatmaktan hoşlandığım için de sürdürüyorum.
Toplantı bitip de sokağa çıktığımızda kar­şımıza filler, develer, atlar çıktı; kasabaya az önce sirk gelmişti. Feyerabend’in seminerine uygun bir sonuç, diye yazdı Neue Zürcher Zeitung.
(Platon’un) İletişim aracı olarak epik, drama, nutuk ve bilimsel makale yerine diyaloğu seçme nedenleri üzerinde uzun uzadıya durdum. Üslubunu Platon düşünüyordu, dedim; bugün bilimsel bir makalenin üslubu editörler tarafından kararlaştırılıyor.
Paul (Huene) benim en yakın arkadaşlarımdan biri oldu. Harika bir aşçı ve ev sahibi, iyi şaraplar konusunda geniş bilgiye sahip; mantıkçılar da o kadar kötü değiller hani.
Benim gibi dalgacı herifin biri, felsefe gibi ciddi bir konuyu öğretmek için uygun gö­rünmüyordu.
Feyerabend ordan oraya gitmekle isim yapmıştır.
Galiba iş teklifi koleksiyonu yapıyor.
Zaman zaman ‘succès de scandal’ için duyduğu şeytani arzu bazı çevrelerde hiddet uyandırdı.
Müfredat kuruluyla sürekli çatışma halinde oldu. Bunun iyi mi yoksa kötü mü bir referans olduğundan emin değilim. (Berkeley’den biri olmalı.)
Ben olsam onu hiçbir surette Zürih’e almazdım.
Onu ya tam gün almak ya da hiç almamak konusunda karar vermem gerekseydi, hangisini seçeceğimi imkân yok bilemezdim.
Özetle, onun göreve alınması, hangi felsefe bölümü olursa olsun, o bölümün ününe ün katar.
Profesöre benzeyen bir beyefendi beni Ortaçağ’a geri dönmeye çalışmakla suçladı. Ortaçağ hakkında ne biliyorsunuz ki? diye sordum. Buridan’ın ya da Oresme’nin eserini bilir misiniz? St. Thomas’dan kaç satır okudunuz? Öfkeyle kapıyı arkasından çarparak çıktı.
İnsanları daha bütünsel (holistic) şekilde yargılayan örgütler var. Bir zamanlar çürük olan bir ruhun sonsuza dek çürük olacağını varsayarak, şüpheli olayları arayıp onları bir insanı ömür boyu fiş­lemek için kullanıyorlar.
Belli cinsel tercihleri olan insanların gizli odalarından çıkmaya davet edildiği bir zamanda yaşıyoruz, yasaları ve kurumlan onların yaşam tarzlarına göre ayarlamak için çabalar sarf ediliyor. Gay’ler de lezbiyenler de herkesin gay ya da lezbiyen olduğunu ya da olması gerektiğini söylemiyorlar; kendilerinin öyle olduklarını, onlara katılmaya hazır olan insanların olduğunu, bu doğrultuda yaşama hakkına ve yasal korunmaya sahip olmak istediklerini söylüyorlar. Başka bir deyişle, tercihleri doğrultusunda hareket etmek, hakkında yazmak, araştırmalarını ve sanatsal uğraşlarını bu çerçevede yönlendirmek istiyorlar.
Bu kargaşanın ortalarında bir yerde depresyona girdim. Depresyon bir yıldan fazla sürdü; bir hayvan gibiydi, net, yeri belirlenebilir bir şey. Uyanır, gözümü açar, kulak kesilirdim; burada mı, değil mi? Görünürde yok. Belki uyuyordur. Belki bugün beni rahat bırakır
Öğ­rencilerimi sık sık kendilerini eserleriyle özdeşleştirmemeleri için uyarmıştım. Bir şey başarmak istiyorsanız, bir kitap yazmak, bir resim yapmak, varlığınızın merkezinin başka bir yerde ve de sağ­lam bir zeminde olmasına dikkat edin; ancak o zaman gelecek saldırılara tepeniz atmadan gülüp geçersiniz.
Bilimin ancak dışarıdan bir müdahaleyle rahatsız olacağı kendini düzelten bir süreç olduğu hep söylenegelir. Ancak demokrasi de kendini düzelten bir süreç olduğuna göre onun bir parçası olan bilim de daha geniş bir kendilik tarafından düzeltilebilir.
Bilim, felsefecilerin hayal ettiği özgür ve açık teşebbüs olmaktan çok uzaktır. Ticari kaygılar önemli bir rol oynar, Nobel Ödülü yarışı bilim adamları arasındaki iletişimi önemli ölçüde azaltır, vatandaşların girişimleri bilim adamlarının göz ardı ettiği sorunları keşfetti ve onlar tarafından yasaklanmış uygulamaları meşru kıldı. Kanun huzurunda tanıklık ederken uzmanlar sıradan insanlara ve onların temsilcilerine, yani avukatlara cevap vermek zorundadır.
Sonra bilim adamları girdi sahneye. Kimisi benim daha az dogmatik bir yaklaşım çağrımı övdü, kimisiyse beni bilimin baş düş­manı olarak gördü {Nature 1987). Peki neden? Bilimsel kurumlara bağlı olmayan yaklaşımların bir değeri olabileceğini söylemiştim.
Eleştirmenlerin çoğu beni tutarsızlıkla suçladı: Anarşistmişim, ama hâlâ tartışıyormuşum. Bu itiraz beni şaşkına çevirdi. Akılcılara hitap eden bir kişi elbette onlarla tartışabilir. Bunun anlamı, o kişinin argümanların bir meseleyi çözeceğine inanması değildir, buna onlar inanmaktadırlar. Bu yüzden, eğer argümanlar geçerliyse (onların anladığı şekliyle), sonucu kabullenmek zorundadırlar. Akılcılar argümana adeta inançsız biri kullandığı zaman gücünü yitirecek dinsel bir tören gibi bakıyorlardı. Ben onların kabul ettikleri bir önerme kurup kabul etmedikleri bir sonuca gidince, Feyerabend A diyor, diye feryat ediyordu eleştirmenler, ama belli ki A’ya karşı; o yüzden tutarsız .
Bilim ve sağduyu, onların felsefi üstyapılarının eleştirmenlerince -ben de dahil- varsayıldıktan kadar basit, kendi kendine yeterli, hatasız değiller. Tek bir sağduyu yok, pek çok var. Bilmenin, bilimin de tek yolu yoktur; böyle pek çok yol vardır ve bunlar Batı kültürü tarafından mahvedilmeden önce, insanları canlı tutmak ve varoluşlarını anlaşılır kılmak anlamında etkiliydiler. Bilimin kendisi de farklı stratejiler, sonuçlar ve metafizik süslemelerle çelişen kısımlara sahiptir.
Siz ortaçağ âlimlerine benziyorsunuz, diye itiraz etmiştim; onlar, Latinceye çevrilmedikçe hiçbir şeyi anlamazlardı . Mantığa, sadece açıklık getirmek için değil, bilimsel sorunlardan kaç­mak için değinilince kuşkularım arttı. İlkeleriyle gerçek dünya arasındaki mesafe oldukça bariz bir hale gelince, burada mantıksal bir mesele üzerinde duruyoruz, derdi filozoflar. Böylesi ikili konuşmayla karşılaştırınca Quine’in Deneyciliğin İki Dogması eseri ilaç gibi geldi.
Dünya, bilim dünyası da dahil, teoriler ve basit kurallarla kavranamayacak kadar karmaşık ve dağınık bir kendiliktir. Daha öğrenciyken bile felsefecilerin büyüttüğü entelektüel tümörlerle alay etmiştim.
Argüman yeterince iyi kurulmuştu, ancak argümanlar adeta uzaydaydı; bilimsel uygulamayla hiçbir bağlantısı yoktu. İlk defa sadece düşünmeden, soyut felsefi akıl yürütmenin sefaletini hissettim.
Kraft Çevresi’ndeki tartışmalarla onların sonucu yazmış olduğum tez, tarihçilerin ve hatta tarihsel aktörlerin kendilerinin pürüzsüz bir gelişmeyi ispatsız varsayma alışkanlığında oldukları yerlerde benim çatlaklar görme eğilimimle çok ilgili.
Galile’nin teleskoplu gözlemleri onun düşündüğünden çok daha riskliydi. Sadece bilgiyi arttırmadılar; bilginin yapısını da değiştirdiler.
Stebbing bir bilim adamıyla bir yaban kişi nin (Batı kültürü dışında olanlara bu ad veriliyordu) bir kavanozu nasıl gördüklerini anlatır. Bilim adamına göre kavanoz belli bir şekil verilmiş maddedir. Yaban için kavanozun ritüel işleviyle tanımlanmış sihirli bir anlamı vardır. Fakat, der Stebbing, bilim adamıyla yaban kavanozun yüzeyindeki bir yere baktıkları zaman ikisi de aynı şeyi görürler. Hayır! diye bağırdım, neredeyse içgüdüsel olarak ve aradaki farkın ne olabileceğini düşündüm. Anaximander’in, Güneş’le Ay’ın içinde ateş taşıyan karanlık yapılardaki delikler olduğu düşüncesi beni hayrete düşürmüştü. Anaximander Ay’ı görmüş müydü, yoksa sadece spekülasyon mu yapıyordu? Plutarch’ın Ay’daki Yüz’üne göre bazı insanlar yüzü görsel bir bozukluk olarak yorumlarken, bazılarına göre de Ay tek bir ışıklı noktadan çıkan bir parıltıymış. Onlar Ay’ı bu şekilde mi algılamışlar? Basit algılamalar arasında bu derece büyük farklar olması mümkün mü? Taşrada dolaşırken gözlerimi sık sık o gümüş diske dikip onu bir delik ya da bir parıltı gibi görmeye çalıştım; başaramadım.
10 Mayıs 1967 günü defterime şunları yazmışım: İşte günler günleri kovalıyor ve neden yaşanması gerektiği de açık değil.
(Ardrey) İnsan doğasıyla ilgilendiği için Afrika’ya gitti; antropolog Raymond Dart orada insanın kö­kenleri hakkında bazı şaşırtıcı duyurularda bulunmuştu. Ardrey tartışmayı takip edip African Genesis’i yazdı, bilim adamlarının, bir fikri ne şekilde hakikate çevirdiklerinin ilginç bir dokümantasyonu. Kitap eleştirel ve anlaşılır olması anlamında bilimsel. Fakat aynı zamanda bir gazeteci kuşkuculuğuyla yazılmış, bir bilim adamının kibriyle değil.
Benno yalnızlık çekiyordu, nefretle çaresizliğin bir karışımı. Çok az insan zahmete değiyor; hiç minnet duyguları yok, dedi, hasta bir köpeğe masaj yaparken. Hayvanlar farklı.
Ben asla aklı kü­çümsemedim, karşı çıktığım sadece aklın bazı putlaştırılmış ve zorba versiyonlarıydı. Benim eleştirimin meselenin sonu olduğunu da düşünmüş değildim. Bir başlangıçtı, çok zor bir başlangıç; ama neyin? Bilimleri daha iyi anlamanın, daha iyi toplumsal dü­zenlemelerin, bireyler arasındaki daha iyi ilişkilerin, daha iyi bir tiyatronun, daha iyi sinemanın, vs..
Berlin Üniversitesi’ndeki konferans salonu yol seviyesinin altındaydı; cam pencerelerle çevrelenmişti ve dışarıdaki silahlı askerler tarafından gözetleniyordu. Kendimi iyi korunan bir akvaryumdaki balık gibi hissediyordum. Tartışma siyasete kayınca dinleyici tarafına geçiyordum; Benim önyargılarım var, diyordum.
Dersten önce herkese bira (ya da kahve) ve sandviç (ya da şeker) alıp bunları asistanlara dağıttırıyordum.
On yılı aşkın bir süredir çalışmış olduğum İsviçre’de bir odam bile yoktu. Saygınlığın zedelenir, diyordu bazı meslektaşlarım. Ben meseleleri farklı görüyordum; odam olmayınca öğrenci görüşme saatleri de olmayacak, boşa zaman harcanmayacak.
Bakın, dedim asistanlara, yeni bir kütüphane açmak için bana 80 000 mark verildi; gidip istediğiniz kadar kitap satın alın ve istediğiniz kadar seminer düzenleyin. Bana sormayın; bağımsız olun! Asistanların çoğu devrimciydi ve ikisi polis tarafından aranıyordu. Yine de Che Guevara ya da Mao ya da Lenin almadılar; mantık kitapları aldılar! Nasıl dü­şüneceğimizi öğrenmemiz gerek, dediler, sanki mantığın bununla herhangi bir ilgisi varmış gibi.
Görüş, karakter ve hırs bakımından birbirimizden farklıydık; yine de gerçekten iyi dost olduk. Imre’nin öldüğünü duyduğumda kahrolmuş ve çok öfkelenmiştim. Bunu bana nasıl yaparsın? diye ruhuna haykırdım.
Ancak Imre, çabalarını potansiyel döneklerle sınırlamazdı. Akılcılığın meziyetleri hakkında genel bir tartışma başlatmak istiyordu. Hemen hemen belli başlı bütün tarih ya da bilim felsefesi konferanslarını takip etti; yine ona eşlik etmemi istedi. Evde uyurum daha iyi, diye cevapladım, üstelik çok daha rahat. Haklıymışsın, diye yazıyordu Imre toplantılar bittikten sonra; bir avuç sıkıcı, yetersiz şahsiyet .
Kopernik devrimi hikâyesini yineledim. Bilimin pek çok açığı var, dedim, öyle laf arasında. Popperci safsata” diye bağırdı her derse gelen Imre Lakatos. Bu, sesimi kesti; fakat kısa süre sonra bu olaya güldüm. Lakatos bildik bir hileye başvurmuştu: Dinleyicilerinizin fazla tarih bilmediklerini varsayarak modem bir cücenin boyunu, üstüne asırlık keşifler ekleyerek uzatabilirsiniz. Bu örnekte atalar açıktı; kadim septikler.
Öğrenci liderlerinin tavsiyelerini her zaman kabul etmezdim. Örneğin ilan ettikleri boykotlara katılmadım. Aksine, boykotlar sı­rasında, öncesinde ya da sonrasında olduğundan daha az ders astım. Hiç dayanışma duygusu hissetmedin mi? diye sordu Grazia ona anlatınca. Öğrencilerle evet; boykotu düzenleyenlerle, hayır. Sözde bütün öğrenciler adına konuşuyorlar, tıpkı Johnson’ın bütün Amerikalılar adına hareket etmesi gibi yine o eski otoritecilik. Ayrıca, öğrenci boykotunun salakça bir şey olduğunu düşünüyordum. Endüstride işçi boykotları, grevler, mal yokluğuna sebep olur. Öğrenci boykotları can sıkıntısından başka bir şey değil. (O zamandan bu yana fikrimi değiştirdim. Öğrencisiz profesör, vidasız tornavida kadar işe yaramazdır ve bunu da hisseder.)
Altın kalpli, düşük çeneli ve tescilli cadı, dostum Joan McKenna bir deney girişiminde bulundu. Misafir hoca olarak tanıştırıldıktan sonra yaklaşık yirmi dakika konuştu; sonra durup soruları kabul etti. Verdiği cevaplar haksız, aşağılayıcı, otoriterdi. Kimse müdahale etmedi. Aksine, kurbanlarının yanındaki insanlar biraz kenara çekildiler; senin gibi başarısızlarla bizim işimiz yok, der gibiydiler. Sonra Joan mizanseni ve amacını açıkladı. Şu yaptığınıza bakın! diye haykırdı. Gülünç, otoriter cevaplar veriyorum. Bunları yutmakla kalmıyor, direnecek cesareti gösteren bir iki öğrenciye de cüzzamlı gibi davranıyorsunuz. Elbette bir profesörün her yaptığı yanına kâr kalır! Ondan sonra bu meslekteki hödüklerle nasıl uğraşacağımızı tartıştık. Diyelim ki böyle üstün bir varlık salakça ve anlaşılmaz şeyler söylüyor. Ne yaparsınız? Kalkıp açıklık getirmesini istersiniz. Otoriter bir el hareketiyle susturulduğunuzu düşünelim. O zaman da bir başkası kalkıp soruyu tekrarlar: Ben de anlamadım. Daha çok öfke, daha çok aşa­ğılama. Bir üçüncü öğrenci kalkar. Sizden beklenen bize öğ­retmeniz, bizle dalga geçmeniz değil; onun için lütfen açıklayın. Küstahlık etme! Küstahlık etmiyor, der dördüncü bir öğrenci Bilgi istiyor, siz de vermiyorsunuz ve böyle devam eder. Er ya da geç, dedim, daha uygun bir cevap gelecektir. Bunu yapamayız, dedi bazı öğrenciler: Kötü not alırız. Bunu yapmayız diye tepki gösterdi öbürleri. Uğraşmaya değmez.
Çağdaşımız Shakespeare kitabı yıllardır okuma listemde bulunan Jan Kott, Euripides’in Orestes’ini sahneye koydu. Orestes ve Pylades sahneye motosikletle çıktılar, Menelaus bir generaldi, Tyndareus güneyli bir politikacı ve Helen de; eh, o da sıradan bir fahişeydi. Bir sürü dizeyi değiştirmiş olmalı, dedim Alan’a, oyunun sahneye konuşunu denetliyordu. Tek bir dize değiştirmedi, diye cevapladı Alan. Yine de bütün bölümler, oyun sanki bugün yazılmış gibi tam uyuyordu.
Bir dersimde siyah bir adam, Nehemiah Pitts şöyle dedi, Siz beyazlar insan bile değilsiniz! Ondan sonra biz çevresini sardık; biz , yani öğrenciler, asistanlar ve ben; münakaşa etmedik, sadece konuştuk. Pitts de bazıları ünlü olan pek çok kişi gibi (Lenny Bruce örneğin ya da Artaud), ger­çekten insanca olmayan bir durumun yarattığı korkunç bir baskı altında gibiydi. Daha çok (yüzde olarak bugün kampüste bulunanlardan daha çok) siyah derslerime gelmeye başladı ve ben genellikle ne yapacağımı bilemiyordum. Onları beyaz kültürün bir parçası olan entelektüel inceliklerle beslemeye devam mı etmeliydim?
Daha geniş bir dinleyici kitlesini tercih ederdim, ama yine de idare müdahale edene dek tavsiyemi (evinize gidin, notları incelemeniz yeterli) yineledim. Niçin böyle yaptım? Düşünce ve rutin arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran sınav sistemini sevmediğim için mi? Bilginin, sıkı eğitimle edinilmesi ve sabitleştirilmesi gerektiği fikrini küçümsediğim için mi? Yoksa kendi performansımdan fazla memnun olmadığım için mi? Bütün bu faktörler rol oynamış olabilir.
Nasıl yapıyorsun bunu? diye sordu Robin; üç derste üç defa tamamen aynı şeyleri söylüyorsun. Espriler bile aynı. Yine de öğrenciler ağızları açık, vahiymiş gibi dinliyorlar
Pozitivistler Meehl’in deyişiyle anlamda bir yukarı sızıntı yı benimsiyorlardı: (diyagramların altına koyduğumuz) gözlem cümleleri anlamlıdır; teorik cümleler, kendi baş­larına alındıklarında, ancak onları gözlem cümlelerine bağlayan mantık bağları aracılığıyla anlam kazanırlar. 1958’deki tezimin çizgisinde o zaman anlamın zıt yönde hareket ettiğini savundum. Duyu verisinin kendi içinde ve kendi için anlamı yoktur; sadece vardırlar. Kendisine duyu verisi dışında başka bir şey verilmeyen bir kişinin zihni tamamen karışır. Anlam fikirlerden gelir. Bu yüzden anlam teorik seviyeden gözlem seviyesine doğru aşağı damlar . Bugün olsa her iki görüşün de oldukça naif olduğunu söylerdim. Anlam herhangi bir yerde yerleşik değildir. Eylemlerimizi (düşüncelerimizi, gözlemlerimizi) yönlendirmez, ancak onların akışında ortaya çıkar.
Bir teorik fizikçi olan Hill bilim felsefecilerinin görüşlerini desteklemek üzere verdikleri örneklerin çoğunun kuruntu olduğunu gösterdi. Klasik mekanik hiçbir surette Planck sabitine küçük de­ğerler verilmiş kuantum mekaniğinin devamı değildi; elastikiyet teorisi klasik nokta mekaniğinin bir uzantısı hiç değil; nokta mekaniği de basit bir şey değil, farklı yaklaşımların bir toplamıydı; vs.. Bugün bunlar çok iyi biliniyor. Ellilerde bilim adamları bile bunların farkında değillerdi.
Amerika bana bir kültürün ne olabileceğine ilişkin müphem bir fikir veren ilk ülkeydi. Amerikan kültürüyle Thoreau’yu, Dewey’yi, James’i, Stevens’ı ya da Henry Miller’ı değil, Hollywood’u, vodvili, mü­zikalleri, pankreas güreşlerini, pembe dizileri, stand-up komediyi, Spillane’yi, Chandler’i, Hammett’i kastediyorum; kısaca gösteri dünyasını ve ucuz romanı.
Imre Lakatos bana neredeyse aynı sebeplerle saldırdı: Neden Popper Y derken sen X diyorsun ve neden o da sonuçta birkaç yerde X dediği halde Popper’den söz etmiyorsun?
Geriye bakıp düşündüğümde heder edilen şey beni ürkütüyor; başlangıçta orada olan, ama sonra benim hareketlerim yüzünden keder, korku ve nefrete dönüşen aşk ve sevginin heder oluşu.
Yaptığım tam anlamıyla vakit öldürmek ti. Bir anlamda hayatımın başlamasını bekliyordum; yarın, diye düşünüyordum ya da gelecek hafta ya da gelecek yıl her şey yerli yerine oturacak.
Sık sık âşık oluyordum, hem de tutkuyla; fakat macera, ki benim için çoğunlukla hayal gücünün bir işiydi, gerçek olmaya başlıyor gibi olunca duygularım değişiyordu. Hemen her hareketim deneme kabilindendi, tamamlanmamıştı ve kapsamlı bir amaçtan yoksundu. Belki çok fazla şeyden hoş­lanıyordum ve bir yere çakılı kalmak istemiyordum. Gece gündüz birinin, tercihen bir kadının ortaya çıkıp işleri yoluna koymasını ümit ederek etrafta dolaştığım uzun yalnızlık ve sıkıntı anları oldu.
Bilimin de bir mantık problemi olmayıp bir hikâye olduğu ger­çeğini gözardı ediyorlardı. Frank Kopernik’e yapılan Aristotelesçi itirazların ampirizmle uyum içinde olduğunu, fakat Galile’nin eylemsizlik yasasının böyle olmadığını savunuyordu.
Önceleri dışarı yalnız çıkardım. Kendi başıma olmaktan hoş­lanıyordum; başkalarının ruh haline dikkat etme gereği yoktu ve canım ne zaman istese kalkıp gidebilirdim. Ancak zamanla yerleşimdeki kadınların bazıları oldukça çekici görünmeye başladılar.
Büyük keşifler, dedim, genel doğasının zaten bilindiği Amerika’nın keş­fine benzemezler. Daha ziyade, düş görüldüğünün farkına varılması gibi bir şeydir. Bugün böyle değişimler için teknik bir terim var: kıyaslanamazlık. Bu terimi kullanmadım, özel bir kelime ihtiyacı da hissetmedim; mesele bariz gibiydi.
Akılcı standartlar tamı tamına ve istisnasız uygulandığında, en az şu an sahip olduğumuz, kabul ettiğimiz ve övdüğümüz bilimler kadar hareketli, zengin, kam­çılayıcı ve teknolojik bakımdan etkili bir pratiğe varılacağını varsaymıştım. Fakat bu varsayım yanlış. Kaçamak yapmadan, kararlılıkla uygulandığında yanlışlanabilirlik doktrini bildiğimiz haliyle bilimi silip süpürür.
Bugün yanlışlamacılığı, soyut akıl yürütmenin tehlikelerine mükemmel bir örnek olarak görüyorum. Ortalıkta pek çok tehlikeli felsefe dolaşıyor. Niçin mi tehlikeliler? Çünkü yargımızı felç eden unsurlar içeriyorlar. Akılcılık da ister dogmatik olsun ister eleştirel, istisna değil. Hatta daha kötü; akılcılığın ürünlerindeki iç tutarlılık, ilkelerinin görünüşteki akla yatkınlığı, bireyleri önyargıdan kurtarmayı sağlayan bir yöntem vaadi ve esas başarılarından gibi gö­rünen, bilimlerin başarıları, onu neredeyse insanüstü bir otorite kılıyor.
Popper’in British Society for the Philosophy of Science’a yaptığı bir konuşmada sunduğu argümana göre (argüman Duhem’e ait, fakat Popper bunu söylemedi) üst düzey kanunlar (Newton’in kütle çekim kanunu gibi) çoğunlukla alt düzey kanunlarla çelişir (Kepler’in yasaları gibi) ve bu yüzden de onlardan türetilemezlerdi; öncüllere ne kadar varsayım eklenirse eklensin sonuç değişmeyecekti. Yanlışlamacılık artık ger­ çek bir seçenek gibi duruyordu, ben de avlandım.
(Popper) Ad hocçuluğun modası geçti; böylece, sıkı bir ampirik uyum gerekliliğinin yerini delillerin mümkün olduğunca ötesine geçme gerekliliği almalıdır. Metafizik, bilinen olguların ötesine geçmekte ve olgularla sık sık çelişmektedir. Bunun anlamı bilimin metafizik olduğu mudur? Hayır; bilimsel hipotezler çü­rütülebilir, metafizik sistemlerde bu mümkün değildir.
(Popper) Ben bir Bilimsel Yöntem Profesörüyüm; ama benim bir sorunum var: Bilimsel yöntem diye bir şey yok. Ne var ki, diye devam etti, bazı basit, göz karan işler vardır ve oldukça da yararlıdırlar . Örneğin gök gürültülü bir fırtınayı Zeus’un çıkardığını söyleyerek açıklamak istediğimizi varsayalım. Bu iyi bir açıklama olur mu? Belli olmaz. Diyelim ki birisi, Zeus’un varolduğunu nasıl bildiğimizi sordu. Gök gürültülü fırtınayı görmedin mi?” cevabı tatmin edici değildir; açıklamayı döngüsel yapar. Bugün benzer modeller var mı? Evet; ad hoc açıklamalar. Döngüsellik nasıl ortadan kaldırılır? Açıklayan şeyin açıklanması istenen durumdan içerik bakımından daha zengin olması sağlanarak. Açıklama prensipleri bir tür tutarlılığa da sahip olmalı, bu da en iyi kuvvet, alan, par­çacık vb. gibi yeni kendilikler sunularak elde edilir. Bilinen fenomenleri açıklamak amacıyla ortaya atılan bu kendilikler daha önce bilinmiyorlardı, yani biz bilineni bilinmeyenle açıklıyoruz, yoksa genellikle iddia edildiği gibi bilinmeyeni bilinenle değil.
Artık başvuru için gerekli şarta sahip olduğumdan, Cambridge’de Wittgenstein’la çalışmak için British Council bursuna baş­vurdum. Birkaç referans yazısı aldım, İngilizce sınavını geçtim ve kabul edildim. Wittgenstein öldü, ben de başka bir danışman seç­mek zorunda kaldım. Popper’i seçtim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir