İçeriğe geç

Uyanış Kitap Alıntıları – Güney Kurt

Güney Kurt kitaplarından Uyanış kitap alıntıları sizlerle…

Uyanış Kitap Alıntıları

Çünkü kaybetmekten korktuğumuz hayatlarımızın, işlerimizin, okullarımızın ve özgürlüğümüzün olduğuyla aldatıldık.
Büyümek denen tünelin ucunun nereye çıktığından zerre haberleri yoktu.
‘’İnsan böyle çürüyor işte. Oksijene alışa alışa. Her hayal kırıklığında umudunu kaybede kaybede.’’
Acı, yüzölçüm olarak bilinen en büyük ve nüfus olarak en kalabalık devletti. Herkesi ayrı ayrı istila ediyordu.
‘’Ve her sevildiğini sanan insan gibi, ben de ziyan oldum. ‘’
İnsan bu, çürürdü işte. Bazıları yaşarken, bazıları da öldükten sonra. Bazıları ise ne yaşamayı ne de ölmeyi beceremezken.
alışkanlık demişti. İnsanı bitiren tek duygu
Zira en temelde hayat da böyleydi. Dayanıksız ve her an düşmeye müsait
Umut, müebbet hapis cezası yiyen bir mahkûmun içeriye tek damla ışık sızmayan dört tarafı kapalı odasının beton duvarına tebeşirle çizdiği pencere resminden her sabah uyanır uyanmaz sonsuzluğa bakmasını sağlıyordu.
Aslında insanın başka bir insana acı çektirmesi için sadece aynı havayı soluması yeterliydi. Zira birini ensesine sıkarak öldürmekle ortada hiçbir neden yokken onu terk edip gitmek, birini sırtından bıçaklayıp sakat bırakmakla onun küçük bir jesti karşısında teşekkür etmemek, birini kırmızı ışıkta ezmekle boş yere karşıdakinin zamanını çalmak aynı şeydi.
Makyaj yapmaya hep rujla başlardı. Her zamanki gibi ruju hafifçe büküp kırmızı ucunu gördüğünde pufa oturdu. Arka dayanağı olmayan. Belki de yaşamı anlatan. Zira en temelde hayat da böyleydi. Dayanaksız ve her an düşmeye müsait. Bir anlık boşluk ve güven duygusu, insanı tepetaklak ediyordu.
Çünkü bilinci olan her canlının derdi aslında buydu. Var olmanın yükünden kaçmak. İç sıkıntıdan kurtulmak. Zira bir loto milyarderiyle bir evsizi aynı paydada buluşturan tek duygu veya eylem bu ikiliden kurtulmaktı. Çok güzel bir kadınla dünyanın en tipsiz erkeğini aynı çizgide dümdüz yürüten de aynı histi.
Çünkü iyi veya kötü fark etmeksizin birisi için delirme nedeni olan düşünce ya da eylem, bir diğeri için belki de evrendeki en değersiz şeydi.
Çünkü maddi veya manevi geri kalmışlığın en büyük nedeni düşünmemektir.
Ve yine herkes , en hüzünlü hikayenin kendine ait olduğunu düşünüyordu. Zira yirmi birinci yüzyılda insanlar ilgi çekmek için dert yarıştırıyorlardı.
Biliyordu genç kadın ; yaşadığı ülkenin sadece doğusunda değil, her yerinde kadın olmak belki de yüz kızartıcı bir suçtu. Sadece daha hukuk kitaplarına eklenmemişti.
Modern çağda herkes tüm duyguları parça parça , başka başka insanlarda yaşıyor.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Attığı her adımda kanla karışık gözyaşından ibaret bir yol çizdi. Peşinden gelen olursa kendisini çabuk ve kolay bulsun diye.

Ardından, hiç kimse, gitmedi..

Hamdım, yandım, piştim..
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İçimde kocaman bir ateş var, hiç kimse ısınmak için başına gelmiyor, yanından geçenler ise sadece dumanını görüyor..
Sadece beklemek, çıldırmak için yeterliydi. Çünkü insan herhangi bir kişiyi ya da şeyi beklerken koca bir duvar saatine dönüşüp zamanın kendisi oluyordu..
Zira yeterli zaman geçtiğinde insan her şeye alışıyordu. Kötülüğe ve hiçliğe bile. Hatta bir raddeden sonra asla ağarmaz denilen geceler güneşle aydınlanıyor, bitmez denilen yollar bitiyor, kapanmaz denilen en derin yaralara çiçek ekilip bütün gözyaşları yerini kocaman bir tebessüme bırakıyordu..
Ayrıca özgürlük tam olarak Nikos Kazancakis’in dediği şeydi:

Özgür değilsin. Senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden daha uzun. Hepsi bu kadar..

Dar gelirli ve eğitimsiz kitleleri kontrol altında tutmanın en pratik yolu borçlandırmaktır..
Hep söylenenin aksine tarih tekerrürden ibaret değildi. Dönüp dönüp aynı hataları yapmak, aptallar içindir..
Bir boşluk neden bu kadar ağır?
Diğer yandan üstat, Sorgulanmayan hayat, yaşanmaya değer değildir, diyordu. Sorgulanan ise yaşanmıyordu. Platon bunu bilmiyordu..
İnsan bazen tek bir ana takılıp kalır. Pili bitmiş duvar saati gibi. Zaman geçer ama o işlemez. Ömür biter ama o yaşamaz..
Bizler mutsuz insanlarız. Ümitsizce hayata yamanmaya çalışan. Dünyaya savaş açıp muharebe alanında tek başına kalan. Tıpkı, küçükken olduğu gibi her düştüğünde elinden tutacak birini arayıp her ağladığında gözyaşlarını silineceğini ümit eden Pollyanna’lar..
İnsan hep mahkûm, diye düşündü. Atmosfer de dünyanın parmaklığı.
Uyum sağlayamadığı her şeye saygısızlık eden insan, tabiatı kendine uydurmaya çalışmıştı. Yakıp yıkarak..
İnsan yüzsüz bir misafirdi. Dünya denilen misafirhaneyi berbat bir hale getirmişti. Hatta kendi ırkına yaptığı kötülükler yetmiyormuş gibi bir de bitkileri ve hayvanları zarara uğratmıştı..
İnsan en derininde geldiği yere dönmek istiyordu. Bu ister anne rahmi olsun, ister toprak. Fark etmiyordu. İnsan şimdiye ait değildi..
İnsanın insana yaptığı yanlışı hiçbir insan onaramazdı. Bu yüzden cinnetler gerçekleşip intiharlar artıyordu..
Binlerce yıldır anlatılan ve tüm bilinenlerin aksine gerçek bir çürüme zihinden başlardı. Düşüncelerden. Duygulardan. Eylemlerden. Bu sebeple nefes alıp verirken hisleri ölü olan bir insanın beyni ve kalbi de bunu kaldıramazdı..
Gerçek acı, tüm hayatı kaplayıp insanın yeni bir organı oluyor, evlat acısıyla yanan bir annenin veya babanın nasıl hayatta kalabildiğini ise hiç kimse bilemiyordu..
Gerçek acı asla kelimelere dökülemiyor, anlatılanların hepsi ise birer masaldan ibaret oluyordu. Ama dinlerken kimse uyumuyordu..
İnsanlar, içlerindeki bencil arzular tatmin edildiğinde mutlu olurken, aynı zamanda uslu çocuklar haline geliyor..
İnsan yürürken bir şeyleri unutmak istediğinde hızlı, anımsamaya çalıştığında ise yavaş yürürmüş..
Oysa erkek onaramadığı her şeyi daha da bozan bir canlıydı. Bozduktan sonra ise tamir etmekten tamamen vazgeçip hemen yenisini alan..
Umut, bir insanın kendine veya başka bir insana attığı en büyük ve en yağlı kazıktı! Yiyen nasıl yediğini bile anlamıyordu..
Topraktan yaratıldığı söylenen insan
binlerce yıl sonra aptallıktan taş kesilmişti.
Bir noktadan sonra o kadar sıradan geliyor ki yapılan iş, kişiye beyni değil de görünmez başka bir güç hükmediyor. Ve vücut her emri anında yerine getiriyor. Bu ise yok oluşu hızlandırıyor. İnsan böyle çürüyor işte. Oksijene alışa alışa. Her hayal kırıklığında umudunu kaybede kaybede..
Ben ruhuma yediğim tüm özensiz darbelerden sonra muhteşem bir sanat eseri beklerken, onlar ortaya bir ucube çıkardılar. Yine kimin dilinde iyelik eki aldıysa adım, ebabil kuşları hemen harekete geçti, gönül Kâbe’mi yerle bir ettiler. Ve her sevildiğini sanan insan gibi, ben de ziyan oldum..
Mutlu aileler birbirlerine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır..
Ruha iyi gelen her şeye, insan damdan düşer gibi vurulmalıydı. Yoktu ama. Zira bilim geliştikçe insanlık duygu olarak geri gidiyor, teknolojik aletler akıllandıkça insan şuur kaybı yaşıyordu. İlim ilerledikçe saygı bazında ters yöne doğru son sürat koşuluyor, sosyalleştiğini düşünen insanlar yapmacık ve sahte bir dünyaya hapsediliyordu..
Vücudu ve derisi sayesinde insan her türlü iyi veya kötü duyguyu gizliyor ve onlardan herhangi birine ihtiyaç duyduğunda ise hiç acemilik çekmeden her türlü ortama küt diye uyum sağlıyordu. Bu sebeple insan bilinen en büyük bukalemundu..
Var olan en sağlam zırh insan vücududur..
İnsan kendine bile yabancıyken alışkanlıklar ona verilen en büyük cezaydı. Çünkü öyle bir esir alıyordu ki bireyi, kişi her birine ayrı ayrı isim bile veriyordu: Aşk, sevgi, saygı ve nezaket gibi..
Diğer yandan bu kısır döngüde insan kendisinin her şeyi oluyordu. Annesi, babası, sevgilisi, eşi En çok da katili. Haliyle kişi sürekli kendini öldürüyordu. Bazen başka biriyle, bazen bir hayalle, bazense yürürken aniden bir kavşakta durmayla..
Maddi ve manevi geri kalmışlığın en büyük nedeni düşünmemekti. Gelir adaletsizliğini. Eğitim eşitsizliğini. Kendinden başka birilerini..
Yazmak sanıldığı gibi güzel bir şey değildi. İnsan yaşayamadığı için yazardı. Hayal kurar, güler, sever, sevilir, sevişir, üzülür ve ölürdü..
Acı, yüz ölçümü olarak bilinen en büyük ve nüfus olarak en kalabalık devletti. Herkesi ayrı ayrı istila ediyordu..
Zira acı bir kereliğine insanın derisinden bedeninin içine girdi mi, kolay kolay dışarı çıkmayıp kendine yer yaparak hep orada yaşıyor, en nihayetinde ise bağımsızlığını ilan ediyordu..
Medeni olmak kesinlikle ekonomiyle bağlantılı değil, eğitimle ve saygıyla ilgiliydi..
İnsan en temelde zehirliydi. Sevgiyle kollarını doladığı her şeyi öldürüyordu. Sarıldığı her şeyin onu yok ettiği gibi..
Beynimizin büyük kısmını işgal eden gelenek, alışkanlık göreneğin muazzam ağırlığı geriye kalan kısımdan çıkabilecek parlak ve yaratıcı fikirlerin üzerine çöker, bu ağırlık arada bir işe yarasa ve serbest kalmaları durumunda bizi yoldan çıkaracak abartılı hayallere vursa da, bizi, farkında olmaksızın ışığın geldiği yöne bitkiler gibi, irademizin bilinçsizce yönlendirdiği yana ittikleri de bir gerçektir..
Modern çağda herkes tüm duyguları parça parça, başka başka insanlarda yaşıyor..
Gelmiş geçmiş en sağlıklı kişi katrilyonlarca yıl hayatta kalsa bile ne bir serçenin ne de ağacın yaşadığı huzuru asla yaşayamayacaktı. Bir cam bardak bile ondan daha huzurlu duracaktı tepside. Ya da bir masa, odada. Hiç bilemedin bir sehpa, yatağın yanında..
Yaşam denilen azaba tabi tutulan en nihayetinde insandı. Ete kemiğe bürünüp piyasaya sürülmüştü. Kaçış yoktu! Hatta bu durum lanetti. Yani, insan olmak..
Kişi hep sıkılacaktı. Canıyla birlikte. İnsan olmanın tek şartı belki de buydu. Bu yüzden sırf iç sıkıntısı geçsin diye filmler izleyip romanlar okuyacak, şarkılar dinleyip şiirler yazacaktı. Öyküler, hikâyeler..
Yine de en nihayetinde bir gün anlayacaktı insan. Önce Tanrı’yı. Sonra kendini. Diğer insanları anlamaya gerek yoktu. Sıkılmak yeterliydi. Delirmek için..
İntihar tüm semavi dinlerde en büyük günah, oksijenle birlikte asla yok edilemeyen yarına kalma ümidi ise dozajı en yüksek uyuşturucuydu. Bağımlı olunmuştu. Mecburen yaşanacaktı. Yaşadıkça sıkılıp sıkıldıkça kahrolarak..
İnsan bir şekilde gelmiş veya getirilmişse dünyaya, sıkılacaktı. Hatta o kadar çok sıkılacaktı ki, infilak edecekti midesi, kalbi, böbrekleri O kadar çok bunalacaktı ki kişi, diğer insanların tüm dertleri ona dar gelecekti. Sevinçleri ise bol. O kadar çok sıkılacaktı ki insan, her şeyi deneyecekti. Her şeyi ama. Bütün ideolojilerden girip tüm dinlerden çıkacaktı. Kahramanlık masalı anlatan ırkların hepsine hak verip herhangi bir şeyden taraf olacaktı. Çünkü kaçış yoktu..
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmış akışında..
İnsan bir kereliğine dahi olsa herkesten ve her şeyden vazgeçtiğinde herkes ve her şey daha da silikleşiyordu.
sadece ilkel toplumlarda bir insan güzel veya yakışlı olduğu için diğerinden üstün sayılabilir .
topraktan yaratıldığı söylenen insan
.binlerce yıl sonra aptallıktan taş kesilmişti .
insanın üçte ikisi sudan değil , yalandan oluşuyor .
Medeni olmak kesinlikle ekonomiyle bağlantılı değil , eğitimle ve saygıyla ilgiliydi
Zira yirmi birinci yüzyıl damdan düşenin damdan düşeni bile anlamadığı çağ oluyordu. Yere yapışanlardan zayıf olanın canı daha fazla yanarken diğerinin etli kıçı , zeminle bedeni arasında hava yastığı görevi görüyordu . İnsanlık öyle bir devrin içine sıkıştırılmıştı ki , herkes kaybetmeyi göze alabildiği şeyler miktarınca sevilip,gülüp üzülüyordu . Bu çağa ve insanına ise modern deniyordu .
Kim beni sevdiğini söylediyse ve ben de onu sevdiysem , bir noktadan sonra olmamı istedikleri kişiye dönüşmem için hepsi her bir yanımı törpülleyip ruhumu parçaladılar . Güzel bir şekle soksaydılar , gam yemezdim . Ben ruhuma yediğim tüm özensiz darbelerden sonra muhteşem bir sanat eseri beklerken , onlar ortaya bir ucube çıkardılar .
Her söylenin aksine tarih tekerrürden ibaret değildi . dönüp dönüp aynı hataları yapmak aptallar içindi
Oysa her şey bireysellik ve kişinin kendine yetebilmesi yalanıyla başlamıştı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir