M. Ertuğrul Düzdağ kitaplarından Üstad Ali Ulvi Kurucu – Hatıralar 1 kitap alıntıları sizlerle…
Üstad Ali Ulvi Kurucu – Hatıralar 1 Kitap Alıntıları
&“&”
Gidenler gitti.
Bugünün fitne devrinde kalanlar kendilerine ağlamalı…
……..
Lakin sen Sultanım gavs-ı ekbersin!
Ahiretten bile himmet eylersin.
Çok çekti şu millet murada ersin,
Şefaat kıl şahım meded-hahına!
Peder merhum öyle demişti:
“Sulukahve’deki sarhoşlar serbest, bizler kaçıp saklanıyoruz. Yahu şu kapıları, pencereleri örtün sesler sokağa aksetmesin, diyoruz. Yahu öz yurdumuzda, evimizde garip olduk. Yahu meyhaneci serbest, gazinocu serbest, kerhaneci serbest, bizler esaretteyiz, Allah Allah!
Ev sahibi o akşam, hâfızlarla o garip fakirlere birer de bahşiş verdi. Gariplerden, almaya çekinenler oldu.
Neyse ki o çekingenlik, Hâfız Zekaî Efendi’nin lâtifesi ile halledildi:
"Diş kirasıdır bu, diş kirasıdır!"
Hocam maalesef çok yiyorum ben." dedi.
Amcamın şu cevabı unutulacak gibi değildi:
"Öyle mi! Aslan gibi ye, aslan gibi çalış! Aslan gibi ye, aslan gibi çalış!"
Yoksa cismi ile insanın, diğer hayvanlara karşı hiçbir üstünlüğü yoktur.
Paşam, Konya’da uzun konuşmaya lüzum yoktur. Konyalıyı bir kelime ile kazanabiliriz."
"Nedir o kelime Fevzi Bey?”
"Paşam, Konyalıya, Allah deyin yeter…"
Ertesi gün Paşa konuşmasını yapmış. Fevzi Çelik, akşam olunca Paşa’ya:
“Efendim, Allah demediniz.” deyince, şu cevabı almış:
"Allah’a ısmarladık, dedim ya Fevzi Bey!.."
Ziya Efendi’nin büyük babası Memiş Efendi’dir. Asılları Konya’nın Bozkır kazasındandır. Memiş Efendi, Nakşibendî tarikatının, İmam-ı Rabbani’den sonra ikinci toparlayıcısı olan ve Şam’da medfun bulunan Hâlid-i Bağdadi’den bizzat hilafet almış bir zat imiş. Onun oğlu olan Muhammed Bahaeddin Efendi de Nakşi şeyhi ve alim bir zattır.
Bahaeddin Efendi, Bozkır’dan Konya’ya gelerek, oğulları olan Zeynelabidin, Rifat ve Ziya Efendileri burada okutmuş.
Üç kardeşin en büyüğü olan Zeynelabidin Efendi, 1908’de Meşrutiyette, Meclis-i Mebusan’a Konya mebusu olarak katılmıştır. Aynı günlerde, kardeşlerin en zekisi olan Ziya Efendi de, ağabeylerinin karar alıp, kendisine vazife olarak vermeleri üzerine, Konya’da "Islah-ı Medaris" medresesini açmış.
Bu medresede, Fahri Efendi, Ali Kudsî Efendi, Bozkırlı Abdullah Efendi, Senirkentli Ali Efendi, Kadirî Şeyhi-zade Hâfiz Ali Efendi, dedem, amcam ve babam ders okutmuşlardır. Bunlar Konya’nın alim olarak bilinen ileri gelenleridir. Ali Kudsî Efendi, sonra Şam’da vefat etmiştir.
Zeynelabidin Efendi’nin İstanbul’dan Konya’ya geldiği bir seferinde, Meclis’te Tokat mebusu olarak bulunan ve daha sonra şeyhülislâmlık edecek olan Mustafa Sabri Efendi ile Antalya mebusu ve daha sonra meşhur tefsirini yazacak olan Elmalılı Küçük Hamdi Efendi’yi de Konya’ya davet etmişler. Hem Konyalılar onların sohbetlerinden istifade etsinler, hem de onlar “Islah-ı Medaris”i görsün istemişler.
Kahire’de iken Mustafa Sabri Efendi’den dinlemiştim. Şöyle demişti:
Islah-ı Medaris’i görünce, ruhum yandı… Senelerdir, tesis olunmasını, kurulmasını, açılmasını tasavvur ettiğim medrese açılmıştı… Talebeleri imtihan ettik. Çok iyi idiler. Sade eski medreselilerin anladığı gibi anlamıyorlar; kendilerinde ayrı bir ruh var. Ayrıca hesap, hendese, tarih, coğrafya filân da biliyorlar… O gün imtihan ettiklerimizden birisi Medine-i Münevvere’ye yerleşen Saatçi Osman Efendi idi. Hatırımda kalan bir diğeri de kütüphaneci Konyalı İbrahim Hakkı Efendi’dir.
Medreseyi öyle beğendim ki, Konya’dan İstanbul’a döner dönmez, hanıma ilk söylediğim:
"Hanım, İbrahim’i yarın Konya’ya gönderiyoruz, bavulunu hazırla.” demek oldu.
Başlarken emsile” ile başlanır, sonra “bina”ya geçilirdi. Sarf ilminden Maksud, İzzî ve Merah okunurdu. Sonra “nahv"e geçilirdi.
Nahiv ilminden de Avâmil, İzhar, Kâfiye ve Molla Câmî, bir de Mugni’l Lebîb okunurdu. Anadolu’da ekseriye nahiv ilmi Câmî’de sona ererdi. Câmî adlı kitap, Kâfiye’nin şerhidir. Meşhur şair Abdurrahman Molla Câmî’nin eseridir.
Efendim, İbrahim Efendi Hocamız mı büyüktü, zâtıâlîniz mi?" Amcam şu ince cevabı vermiş:
“O büyük de, ben ondan önce doğmuşum…"
Bu yasak, dedeme çok ağır geldi. Başına siyah bir takke giyerek, tenha sokaklardan camiye gidip geliyordu. Amcamla ve babamla müşavere ederek, nasıl davranmak gerektiğine karar vermeye çalışıyordu: İmamete devam mı etmeli, yoksa camiyi ve cemaati bırakıp, başkasına mı teslim etmeliydi?
Fakat maaşsız camiyi kim açar, kim süpürür, kim ezanını okuyup, namazı kıldırırdı? Kendisi bunların hepsini Allah rızası için yapıyordu.
Takke giymeye karar vermişti. Ama o zamanlar başı açık dolaşmak âdet değildi. Herkes başına bir şey giyerdi. Yeni vaziyette 1925 Şapka Kanunu’ndan sonra, ya şapka ya kasket giyiliyordu. Başına bir şey giymeyen devrim’e muhalif sayılırdı. Hele bu sırada bir imamın başı açık dolaşması mümkün değildi.
Takkeye de namazda giyildiği için sarık veya fes muamelesi yapıyorlardı.
Babam, dedeme “Bir kasket alıp cübbesinin cebine koymasını” tavsiye etmişti.
Caminin önünde, dedemin takkeyle dolaştığını gören bir kurmay albay, “Sen niçin şapka giymiyorsun?” diye dedeme musallat olmuş.
Dedemin camiinin yakınında Aslanlı Kışla vardı. Subaylara o zaman "zabit” denirdi. Zabitler evlerine atla gidip gelirler, arkalarında da yine atlı bir "emir eri” bulunurdu. Zabitlerin atları çok iri "katana” denilen cinsten idi.
Dedem, koynundan çıkarıp kasketi gösterince:
"Hoca bunun adı nedir, şapkadır; yani serpuştur, başa giyilir. Cebe konulmak için mi, başa giyilmek için mi yapıldı?” diye bağırmış.
Bu zâlim, dedeme musallat olmuş, ne zaman görse sataşırmış. Birgün dedem eve çok üzgün geldi.
Dedem: Oturduğum yerde, ibrikle abdest alıyordum. Adam yoldan geçerken beni gördü. Atını çevirdi, geldi.
"Hoca, nedir benim senden çektiğim? Sana kaç defa söyledim, şapka giy diye! Niçin giymiyorsun da hâlâ takke giyiyorsun?" "Efendim bundan önce de size arz ettim. Şapkam var…"
"Ayağa kalk!.."
"Efendim, abdest alıyorum…"
"Seni bir daha bu takkeyle görürsem. Seni bu atla çiğnerim!…”
O atın üzerinde; ben oturmuş, abdeste devam ediyorum. Katanayı üzerime doğru şaha kaldırdı. Atın ayağındaki nallar, kaldırımdan kıvılcımlar çıkarıyordu… Allah cesaret verdi, sükûnetimi muhafaza ettim… Zabit söylene söylene gitti… Mahzun oldum, gönlüm kırıldı:
"Allah’ım, dedim; Allah’ım, Nemrud’un köşkü bu attan büyük idi. Fakat kahr u celâlin önünde eridi gitti. Celâline sığınırim Allah’ım, cemâline değil, celâline sığınırım!”
O gün hepimiz çok üzüldük.
Üç gün sonra duyduk ki, o zabite bir buğday kamyonu çarpmış; yere serilip ölmüş gitmiş…
Namazdan sonra ders okuyacak çocuklar gelirdi. Bunlara mektep vaktine kadar Kur’an öğretir, ders verirdi. Namaz sureleri, ahlâk, fazilet, ana babaya itaat ve hürmet, göz, söz ve öz temizliği, üzerinde durduğu bahislerdi.
Çocuklar mekteplerine gidince, Arapça okumak isteyenler gelirdi. Bu dersleri, yasaklar ağırlaşıp, takibat başlamadan önce camide yapardı. Dinsizlerin baskısı ve takibi arttığı sırada, birkaç kere yakalandı. Sonunda camide Kur’an ve din öğrettiği için mahkemeye verildi.
Son yıllarda Adapazarı’nda doktorluk yapan İsmail Hakkı Bey’in babası, o sırada Konya Sulh Ceza hâkimi idi. Dedemi Arap harfleri okutuyor." diye mahkemeye verdiler. Bu zat beraat ettirdi.
Kendisine beraat ettiği söylenince, dedem hâkime şöyle demiş: "Hâkim Bey, beraat ettiğimize göre demek ki suç sayılmıyor, vazifeye devam edelim öyle mi, evlâdım?"
Hâkim Bey o gece amcama haber göndermiş:
"Peder efendinin mahkemesi vardı, beraat ettirdim. Yine ettiririm. Fakat sonra beni Konya’da durdurmazlar."
Amcam, bu vaziyeti dedeme nasıl söyleyeceklerini düşünüyor. Sonunda, "Polis takibi var, çocuklar korkarlar gelemezler. Size bir ev bulalım da vazife devam etsin." diyerek, bir çare buluyor.
Dedemin korkup çekinmeyle filân alâkası yok. Bir keresinde talebe okuttuğu için, aynı sebeple karakola çağırıldığında, sırasını beklerken, yanındaki masada oturan komisere sormuş: "Oğlum, sen Kur’an-ı Kerim okumayı, namaz surelerini bilir misin?"
"Nerede hocam, öğrenemedim."
"Öyleyse şu fırsatı değerlendirelim, gel sana Fatiha’yı öğretivereyim de yâdigârım olsun…"
1935 öncesinde inkılâplar çok sert idi. Kur’an öğretenler âdeta kaçaktılar. Polis yakalayacak, jandarma önünü kesecek… İşte dedem gibi, o günlerde Kur’an için çalışan fedakârların aşkı ve gayreti, Kur’an okuttuğu için tevkifini beklerken, polise Kur’an öğretmeye çalışacak bir derecede idi. Allah hepsine rahmet eylesin.
Dedem camide ve bir evde, vazifesini yapıp dersini verdikten sonra, kuşluk vakti, öğleden bir birbuçuk saat önce eve gelirdi. Bu sırada babam da dedeminkine benzer bir hizmeti tamamlayıp eve döndüğü için birlikte yemek yerlerdi. Bu hem kahvaltı, hem öğle yemeği yerine geçerdi.
Dedem ve babam yemekten sonra öğleye kadar dinlenirlerdi. Öğle namazını, bir saat geç olarak mahallemizdeki küçük mescidde cemaatle kılar. İkindiyi de orada eda ederlerdi.
Öğle namazı ile ikindi ezanı arasında dedem, aile içi ders yapardı. Ezanın Türkçe okunması kanunla mecbur edildikten sonra, öğle ve ikindinin ezanlarını yalnız cami içinde okumaya başlamışlardı.
Amcamın evi de hemen karşımızda olduğundan, aile içi derslere, ninem, annem, halalarım, amcamın hanımı ve kızları, kim varsa katılırdı.
Dedem hem anlatıp hem sorarak, sohbet şeklinde ders yapardı. Hanımlar onu dinlerken, bir taraftan da örgülerini örer, dantelalarını işlerlerdi.
Dedem halalarıma Ahmediye ve Muhammediye’yi okutur. Daha önce yazdırdığı, ezberlettiği manzume ve kasideleri, meselâ Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin 28 peygamberi sayan şiirini ve ilmihal bilgilerini tekrar ettirirdi.
Namazda okunan sure ve duaların manalarını iyice öğretir, sonra sık sık sorardı.
Böylece hiç sıkmayan, sohbet şeklinde bir ders olurdu.
Dede, sizin abdestiniz bizimkinden çok farklı oluyor; siz abdesti çok uzun alıyorsunuz. Niye böyle oluyor?"
"Oğlum ben abdest suyunu semâdan inen manevî bir bulut olarak kabul ederim. Semâlardan bir manevî bulut geliyor, günahlarımı yıkıyor… Senin günahın yok. Onun için şimdi senin bunu hatırlamana lüzum yok. İleride lâzım olur diye söylüyorum…"
“Hâfız Mehmed, neyse ki yalnız cismine dokunmuş, elhamdulillâh… Ben, ruhuna dokunan bir illete müptelâ olursun diye korkuyordum. Başından böyle şeyler geçen bizim zümreden bâzı kimselere dinde lâubâlilik illeti ârız olur. Hâfız Mehmed, ben ondan korkmuştum. Yalnız cisminiz hasta olmuş; ruhunuza dokunmasın da geçer inşaallah” dedi.
Cenab-ı Hak, bir hadisenin zuhurunu murâd buyurdu mu, sebepler halk eder.
Gönül mir’ât-ı Rahman’dır
Safâdan sîneni çâk et
Gönül mir’ât-ı Rahman’dır
-Hadisi Şerif
muhalif yollara giden bir ümmet
fitneye uğrar perişan olur
Ya Rabbi bu adam yarın beni sana şikayet ederse Allah’ım ben cahildim hoca komşum idi beni irşad etmedi derse ben ne cevap veririm? Bu adam yolunu kaybetmiş günahkar ama münkir degil günah adamı dinden çıkarmaz
Merhum Akif Bey Fatih Camii şiirinde
bir mısra söyler ve camii taş toprak olmaktan çıkarır
O bir mabed değil, Mabuda yükselmiş bir ibadettir"
Dedem çok yavaş abdest alırdı o sırada sarf nahiv derslerimi verirdim dedeme
Rakib ve Atid isimli iki melek kaydeder
Asil azmaz" dermiş
Uyanık insan nimetin kadrini bilir
Peygamberler bunun için gelmiş kitaplar şeriatler bunun için inmiştir. Şeriat hakka teslim olmak demektir insanı insan eden şeriattır…
İnsan kokucu dükkanından ya koku alır veya oranın kokusu üzerine siner de mis gibi kokar. Alimlerin meclisinde de insan güzel şeyler duyar, öğrenir ve ahlakı düzelir.
Cahillerin meclisi ise demircinin ocağı başında durmaya benzer. Ya bir kıvılcım sıçrar, üzerini yakar veya isden, dumandan üstün başın kokar, başın ağrır, miden bulanır.
Habibim! Günahkarlara, asilere, günah işlemekten korkmayanlara, şeytan, kötü işlerini yaldızlar da iyi gösterir;onlardan zevk alırlar."
Allah’ım, amellerimizin en hayırlısı, son amellerimiz olsun. Hüsn-i hatimeyle sana kavuşalım. sonumuz iyi olsun. Ömrümüzün en hayırlı zamanı da, ömrümüzün sonu olsun. Gençliğimizde iyi insan olup da, yaşlandıktan sonra mânevi servetini kaybeden müflislerden olmayalım. Ve günlerimizin en hayırlısı sana kavuştuğumuz gün olsun. "
Biz çok şeyler biliyoruz. Çok şeyler duyuyoruz. Ama maalesef parasının zekâtını vermeyen zengin gibi, bildiklerimizle amel etmiyoruz.