Ahmed Yüksel Özemre kitaplarından Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı kitap alıntıları sizlerle…
Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı Kitap Alıntıları
Dâr-ı dünyâ, ey birâder, köhne mihânhânedir.
Dil veren vîrâneye, ulsû değil dîvânedir.
Bir mukîm kimse bulunmaz hâne-i eflâkde,
Cümle halk ehl-i sefer, âlem misâfirhânedir.
Eski Üsküdarlılar Osmanlı’nın zarâfet, diğerkâmlık ve lisâna hâkimiyetini aksettiren üslûbları, zarâfetleri, iz’anları, yol yordam bilmeleriyle parmakla gösterilir kadar azınlıkta kalmışlardı Üsküdar’da artık, renksiz bir avâmîlik kol gezmekteydi.
Fevkalâde şuurlu, hürmetkar bir gençti.
Aile fertlerine olan rikkati, merhameti ve muhabbeti her türlü takdîrin üstündeydi.
Eşref amcanın sohbetleri ve irşâdı, zamanla onu temkinli bir olgunluğa ulaştırmıştır.
Ailece kendisinden feyz almakta olduğumuz bir İnsan-ı Kâmil’in himmeti ve duası berekatıyla yeğenim çok kısa zamanda bu emarelerden kurtulmuş ve sağlıklı bir çocuk olmuştu.
Bir tesbihin hangi ağaçtan yahut madenden yapılmış olduğunu ilk bakışta söylerdi.
Bu irfân meclislerindeki sohbet ve muhabbetin lezzeti herkesi uhrevî bir âleme ref’ ettiğinden, kimse bu sıkışıklıktan müştekî olmuyordu.
Dar-ı dünya ey birader köhne mihmanhanedir.
İmamların, kıldırdıkları namazın tavrına göre, cemaati fevkalade tesir altında bırakabildiklerini, çocukluğumda Necmeddin Hoca ile Saim Efendi Amca’nın arkalarında kılmış olduğum namazlardan ve bilhassa teravih namazlarından bilmekteyim. Kıldırdıkları namazla cemaate onlar kadar inşirah, neş’e ve letafet bahşeden imamlara, maalesef, bir daha hiç rastlayamadım. Onların arkasında namaz kılan bir insan, namazın bittiğine hayıflanırdı.
İmamların, kıldırdıkları namazın tavrına göre, cemaati fevkalâde tesir altında bırakabildiklerini, çocukluğumda Necmeddin Hoca ile Sâim Efendi Amca’nın arkalarında kılmış olduğum namazlardan, ve bilhassa teravih namazlarından, bilmekteyim. Kıldırdıkları namazla cemaate onlar kadar inşirâh, neş’e ve letâfet bahşeden imamlara, maalesef, bir daha hiç rastlayamadım. Onların arkasında namaz kılan bir insan, namazın bittiğine hayıflanırdı.
Müşterinin hakkının geçmemesi için, malın ambalajlandığı kağıdın aynısı terazinin ağırlık kefesine dara olarak konur ve, daha da garanti olsun diye ayrıca, tartılan malın birkaç gram daha ağır çekmesine özen gösterilirdi.
Onların arkasında namaz kılan bir insan, namazın bittiğine hayıflanırdı.
Akıl serhoş, gönül bîhûş, doymadık bu vuslata.
Ve mutlaka kâmil bir mürşidin insanın elinden tutarak onu sabırla yetiştirmesi gerektiğini idrâk ettim. Ama öyle bir zât neredeydi? Farz-ı muhâl, böyle bir zât karşıma çıkmış olsaydı acaba ben onun eğitimine lâyık mıydım? Böyle bir yeteneğim var mıydı? Bu zâtın bana vereceği egitimi acaba hazmedebilecek miydim?
Neyleyim dünyayı,
Bana Allah’ım gerek.
Gerekmez mâsivâyı,
Bana Sultânım gerek.
Ehl-i dünya dünyada,
Ehl-i ukbâ ukbâda,
Her biri bir sevdâda,
Bana Allah’ım gerek..
Ey türbedar, fakirane karaladın haylı laf,
Hiç kıymeti yoktur amma, aşk söyletti bir tuhaf
Babam ekseriyâ yorgun ve düşünceli olurdu. Eh böyle bir berhaneyi geçindirmek de bir hayli zordu. Ağabeyim yatılı olarak Galatasaray Lisesi’nde okumaktaydı. Evde bir hizmetçi bulunması zarûrî idi. Allâh eksik etmesin, gelenimiz-gidenimiz de pek boldu. II. Cihân Harbi’nin ilk yıllarından îtibâren pekçok gıdâ maddesi de birdenbire pahalılanmış ve karaborsaya düşmüştü. Zeytinyağının kiloşu 575, şekerinki ise 535 kuruş olmuştu. Ekmek, patiska ve taşkömürü karneye bağlanmıştı. Onun için babam bâzen arpacı kumrusu gibi düşüncelere dalardı. Bu gibi zamanlarda Sâim Efendi Amca’nın Hızır gibi imdâdımıza yetiştiğine birkaç kere şâhid oldumdu. Mübârek adam himmetini tahrîk eden o ince ve merhamet dolu düşüncesiyle, bâzen de kendisinden hiçbir şey taleb edilmeksizin hizmete tâlib olurdu.
Hiç unutmam, gâliba 1941 yılının Haziran ayındaydik; lebâleb kuru meşe yüklü, her birini bir çift öküzün zorlukla çektiği iki uzun araba, öğle vakti, bizim konağın kapısının önünde durdu ve kapı çalındı.
Kapıda Sâim Efendi Amca vardı. Annem: Hayrola Sâim Hoca?” diye sorunca: Hanım Abla, çok iyi bir kuru odun buldum. Hâfız Efendi’ye de alıverdim. Şimdi bunları kapının önüne yıkıp odunluğa taşıttırayım; yarın da bir baltacı gönderirim” cevâbını almıştı. Annem, gene endîşeyle: Nûri Bey’in (annem babama Nûri Bey diye hitâb ederdi) haberi var mı? Bu sıralarda para bakımından çok sıkışık. ‘Odunu Eylûl’den önce alamam’ diye düşünüyordu deyince, Sâim Efendi Amca’nın: Hanım Abla, sen kendini üzme! Biz Hâfız Bey’le anlaşırız. Paranın da acelesi yok. Bu sene odun pahalı olacak diyorlar. Onun için Hâfız Bey ucuzken almış olsun istedim diye çok lâtif bir şekilde annemin endîşesini gidermiş olduğunu da çok iyi hatırlıyorum.
Babam ise akşam eve döndüğünde bu sürprizle karşılaşınca, hayretini ve Sâim Efendi Amca’ya olan muhabbetini: Fesubhânal/âh! Şu Sâim Hoca da ne mübârek adamdır! Allah ondan râzı olsun! diyerek dile getirmişti.
Müşterinin hakkının geçmemesi için, malın ambalâjlandığı kâğıdın aynısı terâzinin ağırlık kefesine dara olarak konur ve daha da garantili olsun diye ayrıca tartılan malın birkaç gram daha ağır çekmesine özen gösterilirdi. Aktar Hocalar’da herşeyin çok cüz’î bir kârla satılmasına rağmen, kul hakkına hürmet ve riâyet titizliğinin lûtfettiği bereket dolayısıyla bu dükkândan iki âile, yâni cem’an 9 kişi, kimseye muhtaç olmadan geçinirlerdi.
Dikkate değer bir başka husus da, müşterinin içinde bahârat veyâ kokulu başka bir yâhut da birden çok madde bulunan birkaç kalem nesne satın alması hâlinde, kokulu olanlarının, mutlaka, kokularını dışarıya vurmayacak ikinci bir kâğıtla ambalâjlanması ve bu türlü ambalâjlanmış kokulu maddelerin bir arada ayrı, diğerlerinin de bir arada ayrı ambalâjlandıktan sonra hepsinin beraberce paket edilmesiydi.
Mustafa Ağabey o yıllarda kendisinden 50 kuruşluk çekilmiş karabiber almak isteyen -tanımadığı- bir müşterisine, bayatlayınca kokusunu kaybedeceğini hatırlatarak, 25 kuruşluk vermeyi teklif edebiliyor, kasasına daha fazla girecek paranın cazibesine kapılmıyordu.
Neyzen Niyâzi Ağabey, bir gün bana, bu dükkânın rahmânî füyûzâtının sebep olduğu maddî ve manevî müktesebâtını hamd ü şükrânla ve cezbeyle yâd ederken: “Yüksel’ciğim; biz bu dükkândan geçmemiş olsaydık şimdi yedi dükkân süprüntüsünden beter olurduk” demiştir.
Niyâzi Ağabey beş lisâna bihakkın vâkıf, kudretli bir şâir ve mûsikîşinas olan Ahmed Celâleddin Dede’nin:
Dâr-ı dünyâ, ey birâder, köhne mihmânhânedir.
Dil veren vîrâneye, uslû değil dîvânedir.
Bir mukîm kimse bulunmaz hâne-i efkâlde,
Cümle hal ehl-i sefer, âlem misâfirhânedir.
dedikten sonra Hakk’a yürümüş olduğunu, Dede’nin oğlu Mahmûd Bey’den nakletmektedir.
Bir müddet sonra nefsinde zuhur eden bu benlik onu rahatsız etmeğe başlamış ve bunun tek zâhirî sebebinin güzel sesi olduğunu idrâk eder etmez de derhâl enâniyyetinden ötürü Allah’a tövbe edip bu sesi ondan alması husûsunda Nasûhî Dergâh’ında niyâzda bulunmuş. Bu hâlis duâsı kabûl olunmuş ki, ertesi sabah kalktığında o güzelim sesinin gitmiş, yerine kısık ve çatlak bir sesin ikame edilmiş olduğunu sevinçle görmüş.
Şuûnât-ı ilâhî’dir, merâyâda görünen
Ârif bilir, kimdir nakkaş; nuküşiyle övünen.
Dâr-ı dünyâ, ey birâder, köhne mihmanhânedir.
Dil veren virâneye, uslû değil dîvânedir.
Bir mukîm kimse bulunmaz hâne-î eflâkde,
Cümle halk ehl-i sefer, âlem misâfirhânedir.
Ahmed Celâleddin Dede
Attar Dükkânı’nın ve bütün Üsküdar’ın muhterem âşinâlarından biri de Galata Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Celâleddin Dede (1853-1946) idi.
Neyleyeyim dünyáyı,
Bana Allah’ım gerek.
Gerekmez mâsivâyı,
Bana Sultânım gerek.
Ehl-i dünyâ dünyâda,
Ehl-i ukbâ ukbâda,
Her biri bir sevdada,
Bana Allāh’ım gerek.
Azîz Mahmûd Hüdâyî
Dâr-i dünyâ, ey birâder, köhne mihmânhânedir.
Dil veren vîrâneye, uslû değil dîvānedir.
Bir mukîm kimse bulunmaz hâne-i eflâkde,
Cümle halk ehl-i sefer, âlem misâfirhânedir.
AHMED CELALEDDİN DEDE
“Yarım asır öncesinin Üsküdar’ı gürültüsüz, âsûde bir belde idi. Nüfûsu ancak kırkbin kişi civârındaydı. Sabahları hemen her mahallede önce bülbüller şakır; akabinde de horozlar öterdi.”
“ Ben gizli hazîne idim, bilinmek istedim ; yarattığım mahlûkatla bilindim “
Bu dükkana gelenler yalnızca müşteriler değildi. Aktar Hocalar’ın dükkânı zamanın bâzı meşhûr san’atkârlarının, âriflerinin, sırlı sôfîlerinin ve meşâyihinin sohbet ve muhabbet etmek üzere sürekli uğradıkları bir yerdi; âdetâ Akademi gibi bir şeydi.
Dâr-ı dünyâ, ey birâder, köhne mihmânhânedir.
Dil veren vîrâneye, uslû değil dîvânedir.
Bir mukîm kimse bulunmaz hâne-i eflâkde,
Cümle halk ehl-i sefer, âlem misâfirhânedir.
~ Ahmed Celâleddin Dede
Yahyâ Kemal’in Üsküdar’ı anlatan Hayâl Şehir indeki beyti:
Ebedî mağfiretin böyle bir iklîminde,
Altının göz boyamaz, kalpı kadar hâlisi de!
Dâr-ı dünyâ, ey birâder, köhne mihmânhânedir.
Dil veren vîrâneye, uslû değil divânedir.
Bir mukîm kimse bulunmaz hâne-i eflâkde,
Cümle halk ehl-i sefer, âlem misâfirhânedir.
Ahmed Celâleddin Dede
Dükkân, mûtad olduğu üzere, bir kuyumcu dükkânına dönüşürken, şu yâhut bu şekilde doğrudan doğruya veyâ dolaylı olarak, yalnızca Üsküdar’ın değil, bütün Türkiye’nin kültür hayâtında müessir olmuş bulunan 75 yıllık bir irfân yuvası da devrini kapatmış, târihe gömülmüş oluyordu.
ve mutlaka kâmil bir mürşidin insanın elinden tutarak onu sabırla yetiştirmesi gerektiğini idrâk ettim. Ama öyle bir zât neredeydi? Farz-ı muhâl, böyle bir zât karşıma çıkmış olsaydı acaba ben onun eğitimine lâyık mıydım? Böyle bir yeteneğim var mıydı? Bu zâtın bana vereceği egitimi acaba hazmedebilecek miydim?
Ahmed Celâleddin Dede:
Dâr-ı dünyâ, ey birâder, köhne mihmânhânedir.
Dil veren vîrâneye, uslû değil dîvânedir.
Bu mukîm kimse bulunmaz hâne-i eflâkde,
Cümle halk ehl-i sefer, âlem misâfirhânedir.
Sâlih beni severdi. Çünkü yolda yâhut da dükkânda karşılaştığımda mutlaka: Merhaba Sâlih’ciğim; nasılsın? diye hatırını sorardım. Eğer kendisini benim önümde kızdıranlar olursa onlara küfürlerini savururken: Ulan bu beyden utanın! Adam evlâdı böyle olur diye bağırarak kendisini kızdıranları bir de te’dîb ederdi.
Aslında Sâlih çok meşgûl bir adamdı (!?). İkide bir, Aktar Hocalar’a gelip Cenâze var mı? diye sorardı. Eğer o gün cenâze levâzımı satılmışsa, Karacaahmed Mezarlığı’nda cenâzeye mutlaka yetişir ve ne yapar yapar, cenâze sahibinden bir sadaka koparırdı. Lâkin o gün dükkândan cenâze levâzımı satılmış değilse, bu sefer de bütün sululuğu ile Mustafa Ağabey’e tebelleş olur ve ona Hürriyet gazetesindeki ölüm ilânlarını okutarak Karacaahmed Mezarlığı’ndan kaldırılacak cenâze olup olmadığını öğrenirdi.
Şimdi düşünüyorum da, gerek Sâim Efendi Amca’nın gerekse babamın ne kadar büyük, ne kadar sağduyulu mürebbi’ler olduğunu daha iyi idrak ediyorum. Bana Mızraklı İlmihâl’in umdelerini teorik olarak ve sert bir edâ ile korkutarak ezberletmek yerine, önce Hazret-i Peygamber’in ve O’nun sâdık yakınlarının muhabbetini aşıladılar. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla! kabîlinden ortadan anlattıkları menkabelerde işledikleri hep: Allāh’ın birliğine îmânın insanı nasıl yücelttiği ve insanı nasıl sadâkat, cesâret, selâbet, dirâyet, ferâgat, ittikā, adâlet, merhamet ve ihsân vasıflarıyla techiz ettiği idi.
Bu dükkâna gelenler yalnızca müşteriler değildi. Aktar Hocalar’ın dükkânı zamanın bâzı san’atkârlarının, âriflerinin, sırlı sôfilerin ve meşâyihinin sohbet ve muhabbet etmek üzere sürekli uğradıkları bir yerdi; âdetâ Akademi gibi bir şeydi.
İmamların kıldırdıkları namazın tavrına göre, cemaati fevkalâde tesir altında bırabildiklerini, çocukluğumda Necmeddin Hoca ile Saim Efendi Amca’nın arkalarında kılmış olduğum namazlardan, ve bilhassa terâvih namazlarından, bilmekteyim. Kıldırdıkları namazla cemaate onlar kadar inşirâh, neş’e ve letâfet bahşeden imamlara, maalesef, bir daha hiç rastlayamadım. Onların arkasında namaz kılan bir insan, namazın bittiğine hayıflanırdı.
“Derin bir idrâk ile sahip olduğu rûhani emaneti avâmın gözlerinden uzak tutabilmek için ”
“Üsküdar’daki bu Attar Dükkânı nice sohbetlerin, nice dostlukların, nice himmetlerin, nice hayırların, nice tefekküre şâyan ibretlerin, nice füyûzâtın, nice mânevî tohumların ve irşadların sebebi ve mihveri olmuştu.”
Eski Üsküdarlılar Osmanlı’nın zarâfet, diğerkâmlık ve lisâna hâkimiyetini aksettiren üslûbları, zarâfetleri, iz’anları, yol yordam bilmeleriyle parmakla gösterilir kadar azınlıkta kalmışlardı. Üsküdar’ın san’atkârlarının, ediplerinin, şâirlerinin, sôfîlerinin ve meşâyihinin soyları hemen hemen tükenmişti; hâlâ mevcûd olanlar ise kendilerini herkesten gizliyorlardı.
“ dünyâ hayâtındayken bile ebedî âlemin rüzgârıyla soluklanan o velî tabiatliler ”
Kol ve bacak kırıkları için de yağ mumu, havacıva ve muşamba satılırdı.
7-8 kişi bu dükkâna zar zor sığıyordu; ama, bu irfân meclislerindeki sohbet ve muhabbetin lezzeti herkesi uhrevî bir âleme ref’ ettiğinden, kimse bu sıkışıklıktan müştekî olmuyordu.
Aktar Hocalar biriken banknotları bu çekmecede değil de, iki veya üç ayrı kutu içinde saklarlardı. Raflardaki diğer kutular arasına yerleştirilen bu kutular, görünüş bakımından farklı olmadığından, kimsenin dikkatini çekmezdi.
Kefen 2 parça olurdu; iç gömlek için 90 cm eninde 5 metre patiska, mevtâyı sarmak için de 140 cm eninde gene 5 metre patiska gerekmekteydi.
Cenaze levâzımı ise merdivenin yanındaki sandığın arkasındaki raflarda bulunurdu. Bu genellikle Bir erkek takımı ya da Bir kadın takımı diye talep edilirdi. Erkek takımı 10 kalemden, kadın takım ise 12 kalemden oluşurdu.
Boyalar iki çeşitti. Boya ile ne iş yapacağını ifade etmeden boya isteyen müşteriye, mutlaka ne işte kullanacağı sorulur ve boya ona göre verilirdi. Eğer kumaş için boya isteniyorsa bu türden boyalar, genellikle, anilin boyalar olduklarından pasta ve sâir gıdaların hazırlanmasında kullanılmazdı; çünkü anilin boyalar zehirli olurdu.
Yarım asır öncesi Üsküdar’ı gürültüsüz, âsûde bir belde idi. Nüfûsu ancak kırkbin kişi civârındaydı. Sabahları hemen hemen her mahallede önce bülbüller şakır; akabinde de horozlar öterdi.
Attâr kelimesini aktar diye telâffuz neden Üsküdar ahâlisi, onları kısaca Aktar Hocalar diye anardı.
Neyleyeyim dünyâyı,
Bana Allah’ım gerek.
Gerekmez mâsivâyı,
Bana Sultânım gerek.
Ehl-i dünyâ dünyâda,
Ehl-i ukbâ ukbâda,
Her biri bir sevdâda,
Bana Allah’ım gerek.
| Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi Hazretleri
Bütün bu cilveler insanı Cenâb-ı Peygamber’in El-hayru fî mâ vaka’ (Meâli: “Vuku’ bulanda hayır vardır) hadîsinin ma’nâsını nasıl da derin derin düşünmeğe sevkediyor!
Üsküdar’da artık, renksiz bir avâmîlîk kol gezmekteydi.
Eski Üsküdarlılar Osmanlı’nın zarâfet, dîğerkâmlık ve lisâna hâkimiyetini aksettiren üslûbları, zarâfetleri, iz’anları, yol yordam bilmeleriyle parmakla gösterilir kadar azınlıkta kalmışlardı.
Dâr-ı dünyâ, ey birader, köhne mihmânhânedir.
Dil veren vîrâneye, uslû değil divanedir.
Bir mukim kimse bulunmaz hâne-i eflâkde,
Cümle halk ehl-i sefer, âlem misafirhânedir.
50 kuruşluk çekilmiş karabiber almak isteyen -buraya dikkat: tanımadığı bir müşterisine, bayatlayınca kokusunu kaybedeceğini hatırlatarak, 25 kuruşluk vermeyi teklif edebiliyor; kasasına daha fazla girecek paranın cazibesini kapılmıyordu!
Neyleyeyim dünyâyı,
Bana Allah’ım gerek.
Gerekmez mâsivâyı,
Bana Sultânım gerek.
Ehl-i dünyâ dünyâda,
Ehl-i ukbâ ukbâda,
Her biri bir sevdâda,
Bana Allah’ım gerek.
Yarım asır öncesinin Üsküdar’ı gürültüsüz, âsûde bir belde idi.