Nermin Yıldırım kitaplarından Unutma Beni Apartmanı kitap alıntıları sizlerle…
Unutma Beni Apartmanı Kitap Alıntıları
aradığım belli bir şey yoktu, ama bulabilmek için çok uzun yollar dolaşmam gerekti
Bazı büyülerin kıyısında dolaştım, bazı insanlar
tanıdım, bazı anılar biriktirdim. Ama insanları, onları biriktirmeyi beceremedim, daha doğrusu denemedim.
tanıdım, bazı anılar biriktirdim. Ama insanları, onları biriktirmeyi beceremedim, daha doğrusu denemedim.
Ne aradığını bilmeyen biri için bir şey bulmak neredeyse mucizedir.
Doğru yerde olmak ne büyük hazdı kim bilir, bir ölü için bile
Aradığım belli bir şey yoktu, ama bulabilmek için çok uzun yollar dolaşmam gerekti.
bu telefon konuşmasının ardından bildiğim iki şey vardı şimdi: Biri, onunla birbirimize turnusol kağıdı gibi yaslandığımız, tüm kabahatlerimiz ve acıyan yerlerimizle. Diğeri, bir hayatı yaşamayı denemenin, denememekten daha az pişmanlık vereceği. Her şeye rağmen hem de
Ne yaparsa yapsın, bir şey olamıyordu. Oysa tek derdi bir şey olabilmekti.
Baktım, nasıl olursa olsun, her ölüm, ardında bıraktıkları için hep biraz cinayetti. Öyleydi..
Çok eskiden, tarih kadar eski bir zamanda, bir yerlerde öyle büyük bir boşluk açılmıştı ki, kaybını kaldıramayacaklarımın varlığına da tahammül edemez olmuştum belki de.
Mutlulukların doyamadığımız kısacık anlara sıkıştırılıp, felaketlerin, acıların, sıkıntıların bitmek bilmeyen koca koca zamanlara yayılması, yazılmamış, ama dünya döndüğünden beri şaşmaz bir hukukla süren kanunlardan biriydi.
Ölüm vazgeçişlerin en katmerlisi,kahramanlığa giden yolun kestirmesiydi.
İddiasızca hayatıma giren ve büyük laflar etmeden uzun zaman orada kalmayı becerebilenler,zaman içinde kalbimizin ve ruhumuzun en manzaralı dairelerine yerleşiveriyordu demek.
İnsan,hayatın külliyen yalan, ölümün her dem pusuda olduğunu genç yaşta görünce,ya gel geç heyecanlara düşüyor ya da kendini yaşamak coşkusuna büsbütün kapatıyor.Ben ikincisini seçmiştim.
Sevildiğini bilmeyen çocuklar kendilerini de sevmezlermiş çünkü.Sevemezlermiş.
..,içten içe ölümden deli gibi korkanların,kendilerini ebediyete yaklaştıran zamanın akışını böylesine coşkuyla karşılamalarını da komik bulmuşumdur daima.
Bunu düşününce kendimi yabanıl bir ot gibi hissettim. Oysa mezarlıklarda bile istenmezdi, yolunurdu o otlar. Ne ölünün ne dirinin yanında tutunabilirlerdi.
İnsan kaderine karşı öfke duyduğu vakit günahkâr mı olur? Şayet öyleyse, adalet terazisi un ufak olmuş bu hayatta, dışarıya sussa bile, kendiyle yalnız kaldığında bu günahı hiç işlememiş kaç babayiğit bulunur?
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Bir an gelir, insan hayatta olmanın kendisine kazandırdıklarıyla kaybettirdiklerini kıyaslamaya başlar. Yüzünün güldüğü anların diğerlerine nazaran ne kadar az olduğunu fark ettiğinde de, o kısacık anların bir ömür kederlenmeye değecek kadar vazgeçilmez olup olmadığını düşünür. Büyük acıların ardından ikramiye gibi gelen o kısa sevinçler de seyrekleşince, daha fazla yaşamak için bir neden bulamaz hale getiriverir insanı bu kıyas. Oradan da sabırsız bir uçurumun kenarına
Anladım ki aşk gözlerini kaybetmekti zaten. Sesini kaybetmekti, tümden kaybolmaktı. Başkasının gözünden bakıp, ağzıyla konuşmaktı. Aşk yakalandığım en kişiliksiz hastalıktı.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Dalgaları insanları yutan tsunamiler, hortumlar, seller ve depremler, evrene hükmetmeye çalışan insanoğlunun her şeye yeter sandığı gücünün ne kadar cılız olduğunu göstermek, evrenin azameti karşısındaki insanın çaresizliğini hatırlatmak için, övünerek yaşadığımız yılların diyeti gibi can almaya geliyordu.
İstediğim zaman istediğim her şeyden vazgeçebilmek kaybetmek istemediğim tek lüksümdü. Hayatım boyunca vazgeçme halkından hiç feragat etmedim. Can acıtmak pahasına olsa bile
Derinlerde yüzeysel ilişkilerdense kıyıdan çok uzaklaşmadan derin ilişkileri tercih ediyordum. Çünkü birinde boğulma ihtimaliniz vardır, diğerinde her zaman güvendesinizdir. Ama en önemlisi bir gün fazlaca açılacak olsanız bile kıyıya çağrılacağınızı ya da derinlerde yalnız kalmayacağınızı bilirsiniz.
Bir kent, benim kafamda kurduğum resme göre inşa edilebilir miydi? Hayali mimarım dünyanın gözbebeği bir kentten daha başarılı çalışmış olabilir miydi? Kim bilir
Kızım çok büyümüş, insanlar tanımış. Onlara itimat etmemeyi öğrenmesine neden olacak kadar habislerini hem de. Çocukluğunun umacıları, devanaları, çarşamba karıları, hakiki iblislerin yanında masum ve zararsız kalmış büyüdüğünde.
İnsanın kişisel tarihi başladıklarıyla değil bitirdikleriyle, kazandıklarıyla değil kaybettikleriyle yazılıyor.
Bir şeylerin başlaması hep başka bir şeylerin bitmesine denk düşer. Biri bir diğerine dönüşüp size ekleniverir. O zaman geride bıraktığınızı sandığınız her şeyi farkında olmadan yanınıza katarak, peşiniz sıra sürükleyerek yolunuza devam edersiniz. Bunun için yıllar geçtikçe yürümek biraz daha zorlaşır.
Ağzını aç, açabil ki, bu vakte kadar sustukların damla damla karışsın ummana şimdi. Sen de sonra onun içinde boğul kal icap ederse. Sustuklarının içinde boğulmaktan evladır böylesi.
Bazı şeyler gerçek önemini yitirdiğinde önemli hale geliverir bizim için. Onlara anlamlar biçmeye çalışırken buluveririz kendimizi. Öyle olması icap ettiğine inandığımızdan olsa gerek, birdenbire kayıpların boşluğunu hissetme sevdasına kapılırız. Gereklilik kipleri duygularımızı yönlendirmeye başladığında sahicilikten uzaklaşırız. Çünkü öyle olması gerektiği için öyle hissetmek, kendisini kandırmaya çalışmasından başka bir şey değil bana göre.
Küçük bir çocuğun tek istediği, diğer çocuklar gibi olmaktır. Herkes nasılsa, öyle olmak. İyi ya da kötü tüm farklılıklar, onu arkadaşlarının gözünde yabancı yapar. Diğer çocukların hayal bile edemeyeceği hir bisiklete sahip olmak da, herkesin sahip olduğu bir anneden mahrum bırakılmak da
Kim sırdaşlarını sever ki? Sırrın emanetçisi gönülsüz bir hamal, kör bir kurşun gibi sokaklarda dolanırken, kim anlık bir patlamadan ya da zaruretten dolayı sırlarını verdiği birini sevmeye devam edebilir ki? Sır verenlerin aklına şaşarım.
Belki bütün tanrılar biraz mahkûmdur yarattıklarına, bilemiyorum.
Ölüme dair omayan hiçbir şey yazamaz oldum neredeyse. Gerçi ölüme dair olmayan bir şey var mı, onu da bilmiyorum ya!
İnsan sadece dışarıdan gelecek tehlikelerden değil; içeridekilerden, kendi gizli yaralarından da korkar. Hatta en çok onlardan
Acımak, başkalarının çektiği azaba bakıp, onların yasını tutarmış gibi yaparak kendi mutluluğuna şükretmektir çünkü. Acımak, kıl payı yırttığın mutsuzluğun diyetini uğursuz, cüretkâr bir sadaka gibi dağıtmaktır. İşte bu sadaka, iki damla gözyaşı ya da kimsenin bir işine yaramayacak anlık bir yürek burkuntusu kadardır. Acıyan, kendini yüce duygulara malik, iyi yürekli bir insan olduğu yalanına inandırmaya çalışır. Halbuki bencil bir sahtekârdan fazlası değildir.
Ah benim aptal kafam, zaten hiçbir gün doğru zamanda doğru kararları veremedim ki.
Aşık oldular, açılamadılar. Açıldılar, birbirlerini yanlış anladılar.
Timur Selçuk şarkısı misali, kriz vardı, bunalım vardı, yani ekonomi tıkırındaydı.
Mutlulukların doyamadığımız kısacık anlara sıkıştırılıp, felaketlerin, acıların, sıkıntıların bitmek bilmeyen koca koca zamanlara yayılması, yazılmamış ama dünya döndüğünden beri şaşmaz bir hukukla süren kanunlardan biriydi.
Dünyaya kazık çakacakmışız gibi pervasız, neredeyse hayatın sonsuzluğuna güvenerek yaşayıp giderken, günün birinde aniden ömür niyetine yaşadığımız fasarya bitiyor, sahip olduğumuz her şey anlamını yitiriyordu.
Beni de sevenler olmuştu muhakkak
Mutlulukların doyamadığımız kısacık anlara sıkıştırılıp, felaketlerin, acıların, sıkıntıların bitmek bilmeyen koca koca zamanlara yayılması, yazılmamış, ama dünya döndüğünden beri şaşmaz bir hukukla süren kanunlardan biriydi.
Eğer suyun kaldırma kuvvetini keşfetmediyseniz, bir dünya savaşı başlatacak kadar korkunç biri değilseniz ya da fevkalade şiirler yazmamış, en güzel şarkıları söylememiş, mucizevi resimler yapmamışsanız, ne sebeple hatırlanacaksınız?
Laf kimin ne iş yaptığına gelmişti
Kibir, insanın, insanlığın en büyük düşmanı
Arkadaşlık iki insanın birbirine günlük rapor vermesi, hayatlarının tüm ayrıntılarını paylaşması demek değildi. İki insanın birbirine iyi gelmesi yeterliydi bana kalırsa
İnsan kaderine karşı öfke duyduğu vakit günahkâr mı olur ? Şayet öyleyse, adalet terazisi un ufak olmuş bu hayatta, dışarıya sussa bile, kendiyle yalnız kaldığında bu günahı hiç işlememiş kaç babayiğit bulunur?
Oysa anahtar da bendim, kapı da.
Geçmişimiz her zaman geleceğimiz hakkında söz sahibi olmaz mı ?
aşk sadece âşıklarına büyülü görünür
Kahraman olamayacak kadar korkak, ama korktuğumu söyleyebilecek kadar cesur biriyim ben.
“Acımak, başkalarının çektiği azaba bakıp, onların yasını tutarmış gibi yaparak kendi mutluluğuna şükretmektir çünkü.”
Bir şeylerin başlaması hep başka bir şeylerin bitmesine denk düşer. Biri bir diğerine dönüşüp size ekleniverir. O zaman geride bıraktığınızı sandığınız her şeyi farkında olmadan yanınıza katarak, peşiniz sıra sürükleyerek yolunuza devam edersiniz. Bunun için yıllar geçtikçe yürümek biraz daha zorlaşır. Ardınızda sürüklenen gürültücü teneke parçalarını göremezsiniz.
Herkesten aynı anda tek bir şey olması bekleniyor. Oysa insan aynı anda birçok şey.
.. ölüm haberini almaya hazırdım, ama bu bilinmezlik çok daha yakıcıydı.
Herkes gibi biri olduğun ortaya çıkacak diye korkuyorsan, korkunun yersiz olduğunu söyleyeyim. Hepimiz aynıyız.
Anladım ki aşk gözlerini kaybetmekti zaten. Sesini kaybetmekti, tümden kaybolmaktı. Başkasının gözünden bakıp,ağzıyla konuşmaktı. Aşk yakalandığım en kişi liksiz hastalıktı.
Kişinin yerini bulması, olmak istediği yerde olması Doğru yerde olmak ne büyük hazdı kim bilir,bir ölü için bile
Sahip olduğumuz her şey sırtımıza bir yüktür.
Suskunum, hep suskundum, çocukken de suskundum.
Beklemek zamanı ağırlaştırır. Bu ağırlığın değeri beklenenin kıymetine endekslidir.
“Kendim çok günahsızmışım gibi sana ceza kesebilir miyim?”
Gençlik koca bir sünger gibiydi. Her şeyi kolaylıkla emebiliyor, hemencecik hazmediyordu. Gençlik nankörlük demekti bazen de.
Bu bizim arkadaşlığımızın değişmeyen ve en muzip yanlarından biriydi. İnsan, önemsiz küçük bilgiler edinebilmek için bile kendine zaman ayırmalı, yalnız kalmalıydı.
Ben insanları kolay kolay hayatımdan çıkaramıyorum. Arada bir de olsa görüşmek, haber almak, nasıl olduğunu bilmek ihtiyacı duyuyorum. Diğer türlü ardımda artık hiçbir işe yaramayan ve can yakan izler bırakarak yürüdüğümü hissediyorum.
Yokluğun birilerinin varlığına tesir etmesi gerekir. Etmiyoksa, kimse için önemli olmamışsın, kimsenin hayatında boş luğu hissedilecek bir yer dolduramamışsın demektir bu. Uçsuz bucaksız bir yalnızlığın orta yerinde yaşamışsın demektir.
İnsanlar üçüncü sayfaların hep başkalarını yazdığını zannederler. Oysa orada basılanlar birilerinin kızına, birilerinin yeğenine, birilerinin babasına aittir. Bunu düşündüğümde oradaki hiçbir hikaye uzak görünmez gözüme. Bilirim ki en olmayacak şeyler, hiç başına gelmeyeceğini sananlara olur.
İddiasızca hayatımıza giren ve büyük laflar etmeden uzun zaman orada kalmayı becerebilenler, zaman içinde kalbimizin ve ruhumuzun en manzaralı dairelerine yerleşebiliyordu demek.
Kibir insanın, insanlığın en büyük düşmanıydı.
Arkadaşlık iki insanın birbirine günlük rapor vermesi, hayatlarının tüm ayrıntılarını paylaşması demek değildi. İki insanın birbirine iyi gelmesi yeterliydi bana kalırsa.
İnsan vücudunda bir çivi yapmaya yetecek kadar demir olduğunu biliyor muydun?
İnsanın kişisel tarihi başladıklarıyla değil bitirdikleriyle, kazandıklarıyla değil kaybettikleriyle yazılıyor.
Verdiğimiz kararlar sonsuza dek onları koyduğumuz yerde uslu uslu oturmuyor.
Çok eskiden, tarih kadar eski bir zamanda, bir yerlerde öyle büyük bir boşluk açılmıştı ki, kaybını kaldıramayacaklarımın varlığına da tahammül edemez olmuştum.