İçeriğe geç

Ülkeye Adanmış Bir Yaşam-Atatürk ve Türk Devrimi Kitap Alıntıları – Metin Aydoğan

Metin Aydoğan kitaplarından Ülkeye Adanmış Bir Yaşam-Atatürk ve Türk Devrimi kitap alıntıları sizlerle…

Ülkeye Adanmış Bir Yaşam-Atatürk ve Türk Devrimi Kitap Alıntıları

Türkiye’deki, laiklik uygulamasının, Batı’dan farklı bir başka özelliği, toplumsal gelişim mücadelesinin, sınıfsal nitelikli iç çatışmaya değil, işgale dayanan dış saldırıya karşı verilmesidir.
Fransız Devrimi’nde yurttaş, Rus Devrimi’nde yoldaş olan kavram, Türk Devrimi’nde halk sözcüğüyle tanımlanmıştır. Tanım farklılığıyla sınırlı kalmayan bu ayrım, devrimler arasındaki nitelik farkının doğal sonucudur.
1923-1938 arasında gerçekleştirilen devrim atılımlarının tümü, Altıok içinde ifadesini bulur; hiçbir girişim dışarda kalmaz. Örneğin saltanat ve hilafetin kaldırılması cumhuriyetçilikle; dil-tarih yenileşmesi milliyetçilikle; eğitim birliği, tekke ve zaviyelerin kapatılması laiklikle; kamulaştırmalar ve ekonomik uygulamalar devletçilikle; tarım ve sağlık atılımları halkçılıkla; hukuk ve yenilikçi girişimler devrimcilikle ilişkilidir. Bu ilişkiler, altı ilkenin bütünlüğü içinde, ayrıca birbirlerine bağlanmışlardır.
Uluslararası Kadın Birliği Yazmanı Katherin Bonifas, 1935’te, Atatürk’ten öke (dahi) olarak söz ediyor ve Türk kadın devriminin evrensel boyutunu şöyle dile getiriyordu: Atatürk gibi, insanlığın en yüksek katına erişmiş bir dahinin, kadınların genel düzeyini yükseltmesi, uluslararası kadın hareketini çok kolaylaştırmıştır. Atatürk’ün Türk kadınına kazandırdığı hak ve özgürlükler, bütün dünya kadınlarında özgüven yaratmış ve mücadelelerinde onlara destek olan, yardımcı bir güç vermiştir.
Ünlü İtalyan gezgini Marco Polo, bir seyahatname klasiği olan II Millione adlı yapıtında, Türk kadınlarının ahlaki temizliğini över ve onların tüm dünyanın en temiz ve ahlaklı kadınları olduğunu söyler.
Örneğin Abdülmecid’in (1823-1876) sarayında 800, Abdüzaziz’inkinde (1830-1876) ise 400 kadın vardı.
1911’de, İstanbul’da açılan Gülhane Parkı’na, haftada dört gün erkekler, 3 gün kadınlar giriyordu.
Osmanlı yönetimi, 16. ve 17. yüzyıllardan sonra kadını toplum yaşamının dışında tutmak için bir dizi karar almıştı. 18. yüzyılda, kadının belirlenen günler dışında sokağa çıkmasını yasaklayan padişah fermanları vardı.
Yazı devrimini eleştirenlerin bir bölümü, Çin ve Japonya’yı göstererek, onların okuması ve yazılması zor olan alfabelerini atmadıklarını ileri sürdüler. Oysa Çin ve Japonya abecesi, onların kendi dil özelliklerinden çıkmış, binlerce yıl geriye giden, ulusal abecelerdi. Dil yapılarına tümüyle uygundu. Arap harfleri, Türkçeye uygun olsaydı; bir devrime gereksinim duyulmaz, öğrenim zorlukları ortaya çıkmaz ve Türkçe bir kültür dili olurdu.
Kimi din adamları kendilerinden yeni yazıyı öğrendiler. Konya Müftüsü Hacı Ali Efendi, Samsun Müftüsü Halil Efendi, bunların öncüleriydi.
Tarikat yapılanmaları, mezhepler, ölülere bağlanmak, türbe ve mezarlardan medet umma inancı , İslami inanç düzeniyle uyuşmayan kavramlardı. Hz. Muhammed mezhepçiliği, tarikatçılığı, ölülere tapınmayı reddetmiş, bunları yasaklamıştı. Eski bir puthane olan Kabe’yi yıkmayıp ayakta bırakması, dünya Müslümanlarının yılda bir kez toplanarak tanışmaları, anlaşmaları amacını taşıyordu ve bu eylem, Müslüman olmanın beş koşulundan biri haline getirilmişti. Bunun dışında din gereği olan yatır, türbe, mezar gibi simgesel kutsal mekanlar yoktu.
Şapka giyme eylemi, ülkenin her yerine ve kesime yayıldı. Karamürsel’de, Türkiye’nin ilk şapka fabrikası kuruldu. Bursa’da, Belediye Meydanı’nda yapılan mitingde katılımcılar, kendi feslerini yırtarak şapka giydiler. Konya’da lise öğrencileri toplu olarak, fes giymemeye yemin ettiler . İstanbul’da hamallar, deniz kıyısına sıralanarak, verilen bir işaret üzerine feslerini denize attılar .
İngiltere büyükelçisi bir gün, Ankara’nın sebze pazarında bir köylü topluluğuna; Mustafa Kemal’i neden bu kadar sayıp dinliyorsunuz diye sorduğunda, bir genç çiftçi hiç duraksamadan; Çünkü o bizi bizden daha iyi tanıyor ve neye ihtiyacımız olduğunu bizden daha iyi biliyor demişti.
Kastamonu müftüsü, sarığını çıkararak eline almış, karşılayanlar arasında saygı duruşuna geçmişti. Müftüye, İslam’da kıyafetin biçimi nedir? diye sorduğunda: İslam’da kıyafetin biçimi yoktur. Kıyafet yarar ve gereksinime bağlıdır yanıtını almıştı.
İngiltere’nin İstanbul büyükelçilik görevlisi Kidston, 28 Kasım 1919’da Londra’ya gönderdiği raporda, Kürtlere ne kadar güvenmesek de onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir diyordu.
Veli Ağa ve aşireti, Şeyh Sait güçlerine karşı savaştı. Mustafa Kemal, Hormek Aşireti’ne 27 Şubat 1925’te bir kutlama telgrafı gönderdi ve şunları söyledi: Şeriat perdesi altında Cumhuriyet’e ve birliğimize karşı düzenlenen suikast girişimine karşı gösterdiğiniz fedakar ve vatansever duygularınıza teşekkür ederim. Gerici örgüt ve girişimler, halkımızın her yerde gösterdiği lanet ve nefret duygularıyla, en kısa zamanda ve tümüyle cezalandırılacaktır. Hepinize selam ve saygılar.
Ankara’nın Türkleşmiş yeni hükümeti onu rahatsız ediyor, Osmanlı döneminden alıştığı ayrıcalık haklarını yitirerek derebeyliğinin zarar göreceğine inanıyordu. Bu tehlikeyi önlemek için, dini etkisini kullanarak, Kürt aşiretlerini Kemalist hükümetin kafirce siyasetine karşı ayaklanmaya çağırdı; Allah’ın emriyle cihat ilan etti.
Piran, Şeyh Sait’in kardeşi Şeyh Abdürrahim’in köyüydü ve ayaklanma hazırlığı içindeki Şeyh Sait, üç yüz atlısıyla birlikte o gün oradaydı. Şeyh Sait kaçakları vermek istememiş, teğmenler görevlerini yapmak zorunda olduklarını bildirince, subay ve askerler üzerine ateş açılarak, iki teğmen esir edilmişti. Bir kaç ay sonra başlatılması düşünülen ayaklanma, bir rastlantı sonucu 13 Şubat’ta başlatılmıştı.
Hilafetin Türkiye’ye uluslararası bir güç kazandırdığını söyleyenlere; Eğer diğer Müslümanlar bize yardım ettiyse ve cansız bir kalıntıya, hilafet makamına sahip olmamızdan değil, Türkiye’nin güçlü olmasındandır yanıtını verdi.
Halifeliğin ortaya çıkışı ve gelişimi konusunda şunları söylüyordu: Yüce Peygamber, ‘Benden otuz yıl sonra hilafet olmayacak, sultanlıklar olacak’ demişti. Bu konuda kuvvetli hadisi şerifler vardır. Hz. Ömer halife seçildikten sonra kendisine Tanrı’nın Halifesi (Halife-i Resulullah) dendiğinde, ‘Ben Tanrı’nın halifesi olamam, sizin emiriniz olabilirim’ dedi Bu da gösteriyor ki, hilafet makamının korunması, İslam dünyasında daha sonra ortaya çıkan bir siyasettir.
Eski dostları, yeni karşıtları Rauf (Orbay) Bey, Refet (Bele) Paşa, Adnan (Adıvar) Bey ve Kazım (Karabekir) Paşa bile, saygın, güvenilir ve bilgili bir insan olan Abdülmecid’i, Türkiye’nin meşruti hükümdarı yapmak istiyorlar, kendilerini de onun bakanı olarak düşünüyorlardı .
Emperyalizmin küreselleşme adıyla dünyaya yeniden egemen olma çabası, Lozan-Sevr çekişmesini kaçınılmaz olarak yeniden gündeme getirmiştir. Açıktır ki, emperyalizm var oldukça, gündemde kalacaktır.
Gandhi’nin kayınpederinin sözleri, Lozan’daki Türk başarısının ezilen uluslara yaptığı etkiyi gösteren, en özlü açıklamalardan biridir: Biz, Atatürk büyük devletlere baş eğdirinceye kadar, bir Doğu ulusunun tutsaklıktan tümüyle kurtulabileceğine inanmıyorduk. Bizim amacımız, özerklikle sınırlıydı. Ne zaman ki Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı başardı, Lozan’da büyük devletlere boyun eğdirdi, amacımızı bağımsızlığa çevirdik.
Tarihçi Norbert Von Bischoff’un, Türk silahlarının, kazandığı zaferi, uluslararası hukukun kütüğüne geçirmesidir diye tanımladığı Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi tören salonunda imzalandı.
İngiliz Delegeler Kurulu’ndan William Tyrrel, Lozan’da karşılaştığı yeni Türkler için şöyle söylüyordu: İki çeşit Türk biliyorduk; biri eski Türk, ki öldü. Biri de Jön Türk, ki artık o da yok oldu. Şimdi onlardan çok başka bir tip görüyoruz. İsmet Paşa. O bizim için artık üçüncü Türk’ü canlandırıyor Barışı bu Türk’le imzalayacağız.
Lozan’a gönderilmeyen Rauf Bey, hükümet başkanı olarak, ulusal bir görev yerine getiren İsmet Paşa’ya yardımcı olmadı, olmadığı gibi, değişik türde engellemeler ve oyalamalarda bulundu. Örneğin İsmet Paşa, Yunan savaş onarımları (tamirat) sorunu ve Karaağaç önerisi için, hükümetin görüşünün ivedi olarak bildirilmesini istediğinde, kendisine dört gün yanıt verilmedi. Kimi zaman saatlerin önemli olduğu ve sinir savaşı halinde geçen görüşmelerde, Türk kurulu dört gün hareketsiz kaldı.
Kendi ülkesinde insan yargılayamayan bir devletin, uzun süre ayakta kalması olası değildir.
Fransız tarihçi Paul Gentizon, Türk Devrimi’ni Fransız ve Rus Devrimi’nden daha ileride bulur ve Sürekli devrim, Türkiye’den başka hiçbir ülkede bu denli etkili olmamış; siyasi kurumları, toplumsal ilişkileri, din uygulamalarını, aile ilişkilerini, ekonomik yaşamı, geleneklerini ve toplumun moral değerlerini değiştirmemiştir der.
Ölümü istemek cesaret değildir ama ölümden korkmak ahmaklıktur.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
”Uçurum kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş… Ondan sonra, içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için aralıksız devrimler… İşte Türk genel devriminin bir kısa deyimi… ”
· Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Ünlü İtalyan gezgini Marco Polo,bir’seyahatname klasiği’olan İl Millone adlı yapıtında, Türk kadınlarının” ahlaki temizliğini” över ve onların “ tüm dünyanın en temiz ve ahlaklı” kadınları olduğunu söyler.
Altıok, Türk Devrimi’nin yarattığı bir çağdaşlaşma programı ve ezilen ulusların tümüne örnek oluşturan bir kalkınma yöntemidir. Temelinde, altı ilkenin tümüne tek tek ya da bütün halinde yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışı vardır.
Yasama organı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi, azınlığı temsil eden, sınıf egemenliğine dayalı Batı parlamentolarından çok farklıydı. Emperyalist işgale karşı, halkın temsilcileriyle ve bizzat halkın kendisi tarafından oluşturulmuştu. Aynı durum, yürütme, yasama ya da ulusal ordunun oluşumu için de geçerliydi. Bu kurumlarda görev yapan insanlar, en üstten en alta, tümüyle halk kökenliydi. TBMM yönetim anlayışını, Fransız cumhuriyetçiliğinden ya da İngiliz parlamentarizminden değil; Göktürk toy’larındaki katılımcılıktan, Anadolu Ahi paylaşımcılığından ve İslamiyet’in danışma (meşveret) geleneklerinden alıyordu.
Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi (1927), bir tüzük değişikliği yaparak; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık olarak tanımlanan üç anlayışı, partinin temel ilkeleri haline getirdi. 1931 Kongresi’nde bunlara; Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik eklendi ve bu altı ilke, 1937’de Anayasa maddesi haline getirilerek, yalnızca partinin değil, devletin de temel ilkeleri oldu.
“2307 sayılı yasaya göre, mirasını dilediği gibi dağıtacaktı. 11 Haziran 1937’de hazırlattığı ilk vasiyette, çiftliklerini ve diğer taşınmazlarını millete bırakmış; bu davranışı nedeniyle, “Millet ve Meclis adına” kendisine teşekkür telgrafı gönderen Başbakan İsmet İnönü’ye; “Söz konusu armağan, yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm armağan karşısında hiçbir değere sahip değildir. Ben gerektiği zaman, en büyük armağanım olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim” yanıtını vermişti.”
Sirozun belirlendiği 23 Ocak 1938’den, son ve kesin komaya girdiği 8 Kasım’a dek geçen dokuz ayda; yurt ve kent içi 16 gezi-ziyaret, yerli yabancı 55 kabul, 6 toplantı yaptı; yerli yabancı 21 kişi ve kuruluşa değişik konularda yazılı ileti (mesaj) gönderdi.
“Ölümü istemek cesaret değildir, ama ölümden korkmak ahmaklıktır.”
“Sağlık durumunun bozulma nedeninin belirlenmesinde bu kadar geç kalınmış olması, Atatürk’ün bu önemli hastalığında karşılaştığı ilk büyük talihsizlik olmuştur.”
“…Her zaman yanında bulunan hekimlerin, bunca belirti ve genel çöküntüye dikkat etmediklerini ve hepsini pek basit birer nedene bağlayarak geçiştirdiklerini, doğrusu hâlâ anlayamıyorum.”
1935 Şubatı’nda, Çankaya’da bir akşam, herhangi bir
öneri olmadan, Dr. Asım Arar’dan kendisini muayene etmesini ister. Bu istek, yakın çevresini şaşırtır. Hekim denetiminden
pek hoşlanmadığı ve zorunlu kalmadıkça hekime başvurmadığı
bilinmektedir.
“Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tümüyle çağdaş, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimimizin gerçek ilkesi budur.”
Milletin yetenek ve olgunluğu olmasaydı, devrimi yaratmaya hiçbir güç yeterli olamazdı
“Türk ulusu, yaşadığı çağın uygarlık düzeyinin gereklerini yerine getirmek zorundadır. Devrimcilik ilkesine bağlı kaldıkça, Türk toplumu, uygar dünyada geri kalmama yolunu bulacaktır. Ancak bunda da, her zaman göz önünde tutulacak nokta, ulusal bütünlüğümüzü, ulusal çıkarlarımızı, büyük bir titizlik ve özenle korumaktır ”
Tarihsel akış içinde, hiçbir ilke, dogma olarak kendini koruyamaz.
“ Ancak, toplumsal yapı, sürekli gelişen ve evrime yönelmesi zorunlu olan bir durumdur. Bilim ve teknik, sürekli yeniliğe ve buluşlara açıktır. İşte bu durum karşısında, insanların istek ve ihtiyaçları, hem maddi hem manevi alanda sürekli çoğalan bir biçimde gelişir.”
“…uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren savaş Bunlardan sonra içerde ve dışarda saygı duyulan yeni bir vatan, yeni bir toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için sürekli devrimler îşte Türk Devrimi’nin kısa ifadesi…”
Emperyalizme karşı savaşı, meclis kurarak yürüten bir başka örnek yoktur.
“Fransız ve Rus Devrimlerinde, iktidar mücadeleleri içinde yüzbinlerce insan ölürken, Türk Devrimi’nde, çok az kan dökülmüştür. Devrim, her aşamasında meşruiyetçiliği esas almış, Kurtuluş Savaşı, katılımcı bir halk meclisiyle yürütülmüştür.”
“Cumhuriyet’ten sonra, kimi çevrelerde, Çankaya’da bir saray yaşantısına geçileceğini, çünkü iktidarla devrimciliğin birbiriyle çelişen kavramlar olduğu konuşuluyordu. Ancak, Çankaya, 1938’e dek “bir devrim karargâhı olarak kaldı.”
“Devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur.”
“Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Bireylerin özel teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, ancak büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarının karşılanamadığını ve birçok işlerin yapılamadığını göz önünde tutarak; ülke ekonomisini devletin eline almak. Bizim izlediğimiz devletçilik yolu, görüldüğü gibi liberalizmden de başka bir yoldur.”
“Kamusal yararı, “yurttaşlar arasındaki ahlaki dayanışmanın gelişmesine yardım eden en önemli unsur” olarak değerlendiriyordu.”
“Kişilerin gelişmesinin engel karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin sınırını oluşturur.”
“Devlet; bireyin gelişimi için genel koşulları sağlamalı, ancak bireyin yerini almamalı ve kişisel faaliyet, ekonomik gelişmenin esas kaynağı olarak kalmalıdır.”
“4 Ocak 1922’de Lenin’e gönderdiği mektupta, Türkiye’de uygulanacak devletçilikten söz etmiş ve “Ülkemizi düşman işgalinden kurtardıktan sonra amacımız, kamu yararı taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetmek, böylece büyük sermaye sınıfının gelecekte ülkeye hâkim olmasını önlemektir” demişti.”
“Daha güçlü olana karşı kendini korumayı başarmak, yalnızca kalkınmak için değil, onunla birlikte, ulusal varlığı sürdürmek için de temel koşuldur. Bu koşulu ancak devlet yerine getirebilir.”
“Batı Avrupa ülkeleri, sanayileşip güçlenmelerini devletçilikle sağladılar. Bugün, kalkınmasını istemedikleri azgelişmiş ülkelere, devletçiliği küçülme söylemleriyle adeta yasaklamalarının temelinde bu gerçek vardır.”
“Merkantelizme göre, bir ulusun gücü zenginliğiyle ölçülür. Ulusu güçlendirmek için ekonominin devlet eliyle düzenlenmesi, yatırımcıların desteklenmesi, sanayi ve ticaretin dışa karşı korunması gerekir. Bunun için, ulusal pazar gümrük duvarıyla korunmalı; devlet, iç ve dış ekonomik ilişkilerde, belirleyici ve kural koyucu olmalıdır.”
“Türklerde devlet, ekonominin sınırlarını çok aşan ve topluma yön veren bambaşka bir etkiye, tarihsel bir saygıya sahiptir. Batı’da olduğu gibi, iktidarı ele geçiren egemen sınıfların topluma karşı kullandığı baskı aracı değil, toplumun tümünü temsil edip ulusun tümünü kucaklayan, koruyucu ve sosyal bir kamu gücüdür.”
“Devletçilik ilkesi, genel bir tutum olarak, yalnızca ekonomik kalkınma sorunu olarak ele alınır, bu çerçeve içinde değerlendirilir.”
“Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü demektir.”
“Laiklik asla dinsizlik değildir. Olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını sağlamıştır.
Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki, milleti mahveden, tutsak eden, harap eden kötülük ler, hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir.”
“Hangi şey ki, akla mantığa, milletin yararına, İslamiyet’in yararına uygunsa hiç kimseye sormayın, o şey dindir. Eğer bizim dinimiz akla, mantığa uygun bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, dinlerin sonuncusu olmazdı Bizi yanlış yola sürükleyen alçaklıklar, biliniz ki, çoğu kere din perdesine bürünmüştür
Dini siyaset için kullananlar, onun ölümüne dek yer altına çekilip beklediler; sonrasında açık olarak, laikliğin dinsizlik olduğunu ve din kuralları gereği yıkılması gerektiğini söylediler; çıkara dayalı ayrıcalıklı konumlarını yeniden sağlamaya çalıştılar. Gerekli önlemlerin alınmaması, üstelik onun aldığı önlemlerin kaldırılmasıyla, dış destekle yeniden buluştular ve eski konumlarına ulaştılar.
“Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. Bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz.”
Padişah ve ona yakın dar çevre, ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek için, dini vatana ihanet aracı olarak kullanmış, bu tutumlarıyla din-siyaset ilişkilerini, Batı’dan farklı olarak dış karışma aracı haline getirmişlerdi.
“Dünyada hükümetler için tek meşru esas meşverettir. Hükümetler için temel koşul, birinci koşul, yalnız ve yalnız meşverettir.”
Hz. Muhammed, kendisine “halifeyi değil, ümmeti vekil bırakmıştı”. Halife ancak “vekilin vekili olabilirdi; bu da ancak meşveret yoluyla ve seçilerek gerçekleşebilirdi”.
Göktürk toylarında, “iki koyunu olanın da iki bin koyunu olanın da” oyları eşitti.
Devlet başkanlarının zamanla, İslam geleneklerinden uzaklaşarak, halife ya da başka adlarla soy egemenliğine dayanan despotik yönetimlere yönelmesi, danışmaya (meşveret) dayanan katılımcı uygulamaları ortadan kaldırdı.
“Bütün müstebit hükümdarlar, ihtiras ve istibdatlarını desteklemek için dini alet edinmek istediler ve hep ulema sınıfına müracaat ettiler.
İslamiyet’te adalet sağlama din adamlarına değil, hukuk bilginlerine (müçtehid) bırakılmıştı. Adaleti sağlamanın, inanç ve yorum değişikliğine bağlı olmayan ve varsıl yoksul herkesi kapsayan sağlam kuralları vardı.
Devrimle (Fransa) ya da evrimle (İngiltere-Almanya), Katolik Kilisesinin topraklarına el konularak ekonomik ve siyasal gücü kırıldı, eğitimden uzaklaştırıldı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir