İçeriğe geç

Üç Kıtada Osmanlılar Kitap Alıntıları – İlber Ortaylı

İlber Ortaylı kitaplarından Üç Kıtada Osmanlılar kitap alıntıları sizlerle…

Üç Kıtada Osmanlılar Kitap Alıntıları

Son padişah hazineden ödünç aldığı babasının saatini bile gitmeden bir müddet evvel geri vermişti. Hazine yağmalayarak veya Avrupa bankalarına para yatırarak rahata ereceklerine inanmazlar ve Türkiye devletini yöneten insanlara karşı çıkmanın bu milletin ve devletin belasına zararlı olduğunu da savunurlar. Bu asil davranışı takdir etmek gerekir.
Yeni cumhuriyetin iktidar savaşına tahammülü yoktu.
Kimse, yanında ayak bağı olacak bir müttefik istemez.
Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?
Osmanlı İmparatorluğu hiç şüphe yok ki birçok İslam toplumunun, hatta kendi kabuğunda yaşayan birtakım Hristiyan toplumlarının içinde hukuk sistemini, prensiplerini bilinçli olarak değiştiren ve bir üniversal standarta, beynelmilel bir tek düzenliliğe götürme çabasını gösteren tek devlettir.
Kısacası 18. yüzyıl, merkezileşen, modernleşen, teknolojisi büyüyen Avrupa’ya uyum sağlamaya başlayan bir Osmanlı tarihidir. Bizim mektep kitaplarımızda anlatılan çöküntüye gelince, evet sınırlar gerilemekte, ama öte yandan cemiyet kendisini yenilemektedir. Ve doludizgin değilse de, ayakta kalmak bilinciyle 19. asra yürüyen ve ileride de dünyaya intibak edebilecek bir milletin ve tarihinin hazırlık safhası söz konusudur.
Çok açıktır ki 18. yüzyıl Avrupa’sı artık bir gurur, bir kendini beğenmişlik içindedir ve bu beğenmişlik ne efsaneye, ne dine, ne de bir menkıbeye dayanır. Bu kibir, sözde bile kalsa doğrudan doğruya bilimsel bir temele oturtulmaktadır.
18. asır Türkçesi güzeldir. Kendi kendine aşıktır ve başkaları da ona aşık olmaktadır.
Şimdi 19. asırla birlikte, insanlar çok değişik bir yapının içine giriyorlar. Bizim 19. asırdaki reformlarımız, hem reformdur hem değildir. Reformdur, çünkü bu yapı değişmektedir. Değildir, çünkü çok eskiden kalma adetler devam etmektedir.
Okullardaki tarih kitaplarında Osmanlı tarihi bölümünde eyalet sistemi gayet kopuk, metne bağlanamamış, iyi yorumlanamamış biçimde talebenin ezberine sunuluyor.
Ortadoğu tercümeler diyarıdır.
Akdeniz dünyası üzerinde kurulu olan Osmanlı İmparatorluğu bu bölgenin son muhteşem imparatorluğuydu ve onu bütün kültürleri, bütün mirasıyla birlikte barındıran ve çağdaş dünyaya taşıyan, asıl tarihi vazifesi de bu olan bir devletti, bir Akdeniz imparatorluğuydu.
100 sene sonra Osmanlı ülkelerini gezen Alman seyyah diyor ki; Gökte nasıl bir güneş varsa Osmanlı ülkesinde de bir hükümdar olur.
Bizim okul kitapları konusunda yapmamız gereken şunlardır: Coğrafyayı iyi tanıtmak Balkanlar ve Akdeniz’in bir kültürel entite, bir kimlik olduğunu gençlerimize anlatmak Bu coğrafyadaki devletleri ve medeniyetleri sevmek, sevdirmek ve ancak ondan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihte ne kadar önemli bir rol oynayabildiğini anlatabilir ve gelecek kuşaklara nakledebiliriz.
Dâhi Bir Önder çoğu zaman projelerini gerçekleştirecek kadrolardan yoksun kalmıştır.
Dünya ile yaşamak zorundasınız, kuralları bilmek zorundasınız.
Bırak savaşı başkaları yapsınlar, sen evlen ey mesut Avusturya.
Burada tavsiye edilecek şey ilmî gayret ve ilahî bir hikmettir.
18. yüzyılın Osmanlı aydını çok da meraklıdır. İçlerinde İtalyanca, Fransızca, hatta Latince ve Yunanca öğrenen bile vardı. Dünya ve Avrupa tarihlerini merak etmeye başlamışlardı. Neydi bu Avrupa?
Onlar da bütün büyük şehir insanları gibi günahkârdır, bütün büyük şehir insanları gibi güzelliği aramaktadır, bütün büyük şehir insanları gibi tüketimin ve lüksün hayranıdır.
Ama değişiklik, toplumların, çok muvaffak olmasa da en masumane isteğidir ve ondan kaçınmak mümkün değildir.
Biz Türkler laleyi severiz. Çok insanlar, çok milletler sever, ama bizim hayatımızda yeri başkadır.
Çünkü coğrafya belirli şartları, belirli zorunlulukları getirir.
16. yüzyılda bu burjuvalaşan Avrupa’dan Osmanlı ülkesine gelen Schwebenli Alman papaz Schweigger, Bütün sahte dindarlar gibi Türkler de Tanrıyı aldatmak için mabetlerini büyük, güzel ve süslü yapıyor. Bizim aksimize oturdukları evlere hiç dikkat etmezler diyor.
Soğukkanlı tarih için lazım olan tek şey; arşiv malzemesi ve dil donanımı Altın kural olan audi alteram partem-DİĞER TARAFI DİNLE usulünü izlemek gerekiyor.
Bizim yaşadığımız coğrafyada, yani ön planda Balkanlar’da, Karadeniz civarı ülkelerde, Kafkaslar’da ve şimdi Ortadoğu’da çok büyük bir sorun vardır; tarih biliminin ve tarih bilgisinin kitlelere ulaşması, sözün kısası okul kitaplarında anlatılan tarih
Soğukkanlı tarih için lâzım olan şeyler; arşiv malzemesi ve dil donanımı Altın kural ise “diğer tarafı dinle usülüdür.
Bu gerçekten, hareketle tarih biliminin, bilgisinin ve yorumunun kitlelere ulaşacağı tek araç okuldaki eğitimdir.
Bizim ailemiz için iyi olmayan şey, Türkiye için hayırlı olmuştur..
Nitekim Selçuklu ve Osmanlı Türkiye’sinde Anadolu’da kurulmuş bazı şehirler vardır. Mesela Konya Karaman’nın Ermenek’i, Bursa civarındaki Yenişehir gibi; ama genellikle eski şehirler harap da olsalar Türkler Anadolu’ya girdiğinde yeniden diriltilmiş ve hayata devam etmişlerdir..
Osmanlı geleneğinde; hanedan üyesi demek,padişahın ve erkek evlatlarının sulbünden gelen erkek ve kadınlardır. Bunlara Avrupa dillerinde imparatorluk prensi ve prensesi denir. Onların evli olduğu erkek ve kadınlar, prenseslerin hanım sultan denen kız çocukları ve beyzade denilen oğulları hanedan üyesi sayılmazlar; mensubudurlar.
Tarihini doğru aktarmayan, yazmayan bir millet olmaz,bir millet düşününüz ki adeta ruh hastası bir adam gibi yakın tarihini hafızasından çıkartmaya çalışıyor. Hastalar kendine gelsin diye elektro şokla zihninden bazı vakaları silerler. Bunu toplum hayatında tatbik etmeniz mümkün değildir.
Bu gerçekten hareketle tarih biliminin, bilgisinin ve yorumunun kitlelere ulaşacağı tek araç okuldaki eğitimdir.
Tercüme dünyada Rönesans ile başladı sanılıyor, çok yanlış… Tercüme Mezopotamya ve Mısır’da çok erken zamanlardan beri yapılıyordu. Gılgamış Efsanesi, Yaratılış Efsanesi, Mısır’a ait birtakım hikâyeler ve bizatihi Tevrat’ın sayısız çevirisi bunu göstermektedir. Ortadoğu tercümeler diyarıdır.
Lloyd George’un parlamento nutkuna atfedildiği gibi, yeryüzüne yüzyılda bir gelen deha Küçük Asya’da çıkmışsa ortaya, biz ne yapalım!
20. yüzyılın dâhisi Mustafa Kemal Paşa
Dolmabahçe’ye çevrilen zırhlılar ve topları yüzünden padişah sarayı terk ederek Yıldız’a çekilmiştir.
Osmanlı Saltanatı’nın bir büyük zafiyeti vardır, veraset sistemi
Tahta kimin nasıl geçeceği, Fransa’daki gibi, Habsburglar Avusturya ve Almanyası’ndaki gibi sağlam esaslara bağlanmamıştır.
Türkiye’de yaşayan devletin varlığı, yaşayan devletin kimliği ve hayatiyeti her şeyin önünde gelmektedir. Bu yüzden de cumhuriyet rejimi münakaşasız bir şekilde oturmuştur
Son padişah hazineden ödünç aldığı babasının saatini bile gitmeden bir müddet evvel geri vermişti.
Osmanlı hanedanı, İran’daki darbeci soy olan Pehleviler gibi de değildir. Devletin ebediyetine ve her şeyin üstünde tutulması gereğine inanırlar.
Bugünkü hanedan reisi Osman Ertuğrul Efendi’nin ifadesiyle, “Bizim ailemiz için iyi olmayan şey, Türkiye için hayırlı olmuştur” düsturunu terk etmemişlerdir
padişah hazineden bir zümrüt parçasına bile el sürmezken, öbürlerinin kanunun ve kararın öngördüğünün ötesinde bir şey çıkarmaları mümkün olmamıştır.
Hükümet sürgünlere adam başına biner sterlin, dönüşü olmayan birer pasaport ve makul miktarda mücevher çıkartabilme hakkı tanımıştı. Hanedan üyelerinin malvarlıkları bazı istisnalar dışında müsadere edilmemişti
Osmanlı geleneğinde; hanedan üyesi demek, padişahın ve erkek evlatlarının sulbünden gelen erkek ve kadınlardır.
3 Mart 1924’te, Dolmabahçe Sarayı’nın kütüphanesinde, İstanbul valisi ve Ankara’dan gelen temsilciler heyeti, unvanı yalnızca halife olan son halife Abdülmecid Efendi’ye Millet Meclisi’nin kararıyla bu görevinin sona erdiğini ve kanun gereği yurtdışına çıkarılacağını tebliğ ettiler
Halife Abdülmecid Efendi kültürlü bir şehzadeydi. Resim yapıyordu ve bazı tabloları müzeliktir. Ama asıl önemlisi, güçlü bir bestekar oluşudur
Elinde imkân olduğu halde Osmanlı hazinesini yağmalamamıştır ve dört yıl sonra sürgünde fakrüzaruret içinde, borç içinde ölmüştür.
Damat Ferit Paşa son derece bilgisizdir ve feraseti son derece kıttır
Vahideddin, tanımadığı dünya politikası yüzünden başlangıçta Anadolu hareketinin başına Mustafa Kemal Paşa’yı adeta hediye ederek yararlı bir teşebbüse başladığı halde, sonunda oradaki iktidar kaymasını kavrayamamış, hazmedememiş ve Anadolu’yla karşı karşıya gelmiştir.
Dört yıllık insan kaybımızın haddi hesabı yoktur. Okullar boşalmıştır. Ziraatı yapacak, kasabada zanaatı götürecek genç kuvvetler artık yoktur. Türkiye, bu insan kaybını telafi için daha en azından 30 sene uğraşmak zorunda kalacaktır
Gelibolu’da Mustafa Kemal Bey gibi genç askerlerin gösterdiği savunma gücü, bu komutanların bazılarının Enver Paşa’nın kıskançlığını da celbetmesine yol açmıştır
Kutülammare’de Halil Paşa’nın Towshend’e karşı verdiği savaşla zaferi kazanmışızdır
Şu kadarını söylemek gerekir: Birinci Cihan Savaşı’ndaki savaşan Türk ordularının zabitleri içinde, komutanları içinde en ehliyetsizleri, Enver ve Cemal paşalardır.
Osmanlı genelkurmayının bu savaşa girmek istemediği açıktır. Savaşa girmek isteyen Enver Paşa ve onun Alman müşavirleridir.
dünya, Cihan Savaşı’na girdi. Bu savaşa Türk İmparatorluğu, 29 Ekim 1914’te, Rusya’ya harp ilanıyla katılmıştır ve merkezî devletler olan Almanya, Avusturya-Macaristan ittifakında yer alarak kalabalık büyük devletler camiasına karşı savaşa girmiştir.
Dolayısıyla bir bir yıktığımız Fener’deki taş Rum konakları, bazılarının sandığı gibi Bizans devrine ait değil, 17 ve 18. yüzyıl Osmanlı mimarisine ait eserlerdi.
Bu kozmopolitizmin sınırları da iyi tespit edilmeli ve ona göre kültür politikaları takip edilmeli… Aksi takdirde Beyoğlu bu sefer başka türlü bir yavanlığın içine girer.
Bugünkü Beyoğlu Batı dünyasıyla çok daha fazla bağlantıda. Ve üstelik onun sakinleri, müşterileri, sevenleri de artık eskisi gibi Batı dünyasından gelenler, Levantenler veya onlara özenenler değil. Düpedüz İstanbullu Türkler.
İstanbul’da oturan veya burayla devamlı iş gören “levanten” dediğimiz kimi Fransız, kimi İtalyan, kimi Avusturya asıllı birtakım aileler burada zengin konaklara sahiptir. Amerikan Elçiliği’nin ve biraz ötedeki İngiltere Elçiliği’nin bulunduğu Pera bölgesinde, yani Pera Palas’ın bulunduğu sokakta bu binaları da görmek mümkündür.
16. asırda Venediklilerin yerleştiği sefaret, Palazzo Venezia denen bina elan bütün haşmetiyle Beyoğlu’nda, Tomton Kaptan Sokağı’nda bulunmaktadır.
Bugün Arap Camii adıyla bilinen İtalyan Rönesans tipi bu yapı, Perşembe pazarının hemen kıyısındadır.
Karaköy aslında Karayköy demektir.
Kırım alındıktan sonra buradaki Karay, yani Yahudi mezhebinden olan Türkler de ahitnameyle buraya celb edildiler.
1453’ten sonra da Beyoğlu yeniden düzenlendi. Artık ne Cenevizlilerindi, ne Venediklilerindi. Ama halen Batı Avrupa’dan, denizaşırı yerlerden, İtalya’dan gelen bir halk oturuyordu.
Pera’nın hâkim unsuru zaman içinde değişirdi. Bir ara Venediklilerdi.
Yani suriçi İstanbul, onun dışında Haliç civarında Eyüp, nihayet Bizans devrinde Pera denen Beyoğlu, Galata ve Üsküdar.
Özbekler Tekkesi İstanbul’un çevresiyle birlikte korunması gereken bir noktasıdır.
Özbekler Tekkesi’nin asıl tarihi rolü mütareke dönemine aittir. Anadolu’daki kurtuluş mücadelesini destekleyen tekke ve şeyhleri İstanbul münevverlerinin sığındığı ve Anadolu’ya geçirildiği başlıca noktaydı.
Özbekler Tekkesi mahalle sekenesinden olduğum için söylüyorum, huzur içinde oturulan bir mahal ve son yeşilliklerimizdendir.
Üsküdar tarihi eserleriyle, dokusuyla İstanbul’un az bilinen ama çok daha iyi bilinmesi, korunması, etüt edilmesi gereken bir semtidir.
18. yüzyılda Selimiye Kışlası inşa edildikten sonra Üsküdar dünyevileşmiştir. Hiç şüphesiz ki Üsküdar sınırını belirleyen 18. yüzyılda yapılmış Selimiye sadece Osmanlı İmparatorluğu’nda değil, bütün Avrupa’da örnek olacak bir yapıdır. Barok bir eserdir.
Ne var ki burası da, mazideki kötü imar planları ve bazı müteahhitlerin toplayıp mıcır yapmaları yetmiyormuş gibi, maalesef hoyrat hırsızların çaldığı taşlarla da günden güne fakirleşiyor. Ne zaman aklımız başımıza gelecek diye soruyoruz.
Üsküdar’da Celvetiye tarikatının kurucusu ve padişahlar tarafından son derece de hürmet gören, eli öpülen Aziz Mahmud Hüdai

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir