İçeriğe geç

Türkü Söylüyor Otlar Kitap Alıntıları – Doris Lessing

Doris Lessing kitaplarından Türkü Söylüyor Otlar kitap alıntıları sizlerle…

Türkü Söylüyor Otlar Kitap Alıntıları

.
Eğer yalnız bırakılsaydı, kendince eğlenmeye devam edecekti, ta ki bir gün insanlar onun fark edilmeden, orta yaşlı olmadan yaşlanan kadınlardan birine dönüştüğünü öğrenene kadar.

Biraz solgun, biraz asit, çivi gibi sert, duygusal olarak iyi kalpli ve dine ya da küçük köpeklere bağımlı

İçi boştu, bomboştu ve artık dünyada tutunabileceği hiçbir şey kalmadığı duygusunun yarattığı büyük bir panik o boşluğa yerleşiyordu. İnsanlarla karşılaşmaktan ürküyor, en çok da erkeklerden korkuyordu.
Bir uygarlığın zaaflarıyla ilgili en doğru yargıya,
başarısızlıklarına ve uyumsuzluklarına
bakarak varılabilir.
Çünkü hayallerin bile, hayal kurana doyum verebilmek için biraz olsun umut taşıması gerekir.
Halkların krizleri gibi, insanların krizleri de, her şey olup bitene kadar tam anlamıyla anlaşılamaz.
Gerçeği söylemek ya da dışlamak uğruna, bir insanın kendisi hakkındaki imgesini çökertmek çok kötüdür. O insanın yaşamaya devam edebilmek için yeni bir imge oluşturmayı başarıp başaramayacağını kim bilebilir?
İnsan her şeyi olduğu gibi kabullenmeliydi. Hayat insanın beklentilerine uymazdı.
Hayallerin bile, hayal kurana doyum verebilmek için biraz olsun umut taşıması gerekir.
Gerçeği söylemek ya da dışlamak uğruna, bir insanın kendisi hakkındaki imgesini çökertmek çok kötüdür. O insanın yaşamaya devam edebilmek için yeni bir imge oluşturmayı başarıp başaramayacağını kim bilebilir?
Bir uygarlığın zaaflarıyla ilgili en doğru yargıya başarısızlıklarına ve uyumusuzluklarına bakarak varılabilir.
hayallerin bile, hayal kurana doyum verebilmek için biraz olsun umut taşıması gerekir.
İnsan her şeyi olduğu gibi kabullenmeliydi. Hayat insanın beklentilerine uymazdı.
Öfke, şiddet, ölüm, bu uçsuz bucaksız, haşin  ülkede çok doğal geliyordu
Afrika’da beyaz bir adam kazara bir yerlinin gözlerine bakıp da orada bir insan olduğunu gördüğü anda (ki bundan kaçınmak en önemli görevdir), yok saydığı suçluluk duygusu öfkeyle alevlenir ve beyaz adam kırbacını indirir
Halkların krizleri gibi insanların krizleri de, her şey olup bitene kadar tam anlamıyla anlaşılamaz.
Uzun, deri kamçı da bileğine dolanmış duruyordu. Bu, ona bir otorite duygusu veriyor, yerli güruhundan dalga dalga geldiğini hissettiği nefrete karşı onu koruyordu.
Bazen yüzü, hayatta karşılaşılabilecek en kötü şeye bile hazırlıklı olmayı öğrenmiş, yılmaz bir yaşlı kadın ifadesine bürünüyordu, bazen de savunmasız bir histeri yansıyordu yüzünden.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Onu kendi haline bırak dedi. Nasıl olsa o tepeden bakan tavrından vazgeçecek. Kendisine hiç sahip olmadığı nitelikleri yakıştırıyor, sorun bu.
Yine de kendi evinin hanımı olacaktı; evlenmek buydu; arkadaşları bunun için kendi evleri olsun ve ne yapacaklarına karışan kimse olmasın diye evlenmişlerdi.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kendi kendine doğaya yakınlaşacağını söylüyor, bunu yapmaya kararlılıkla hazırlanıyordu. Bu, bozkıra duyduğu nefreti biraz olsun azaltan bir tanımdı. Sevdiği türdeki kitapların keyifli duygusallığı içinde kabul gören doğaya yakınlaşmak terimi ne de olsa güven verici bir soyutlamaydı.
Sonra ondan hoşlanmaya başladı, çünkü birini sevmesi şarttı; ne kadar yalnız olduğunun farkına varmamıştı hiç.
Eşine kolay rastlanmaz bir olaydı: Otuz yaşında aşk sorunları, baş ağrıları, sırt ağrıları, uykusuzluk problemi, sinir bozukluğu olmayan bir kadın.
Otuzuncu doğumgününde, herhangi bir farklılık hissetmediği için yılların böylesine hızla geçip gittiğine, huzursuzluk bile denmeyecek kadar hafiften şaşırdı. Otuz ha! Hayli ileri bir yaş gibi görünüyordu. Ama onunla hiç ilgisi yoktu.
Sınıf Güney Afrika’ya özgü bir sözcük değildi; onun karşılığı olan ırk sözcüğü de Mary için çalıştığı şirkette getir-götür işlerine bakan çocuktan, başka kadınların hizmetçilerinden ve sokaklardaki yerli yığınlarından başka bir anlam taşımıyordu; bunlar da hemen hemen hiç dikkatini çekmiyordu.
On altı yaşındayken okulu bıraktı, şehirdeki bir büroda işe girdi; bir kekin içindeki kuru üzümler gibi Güney Afrika’nın dört yanına serpiştirilmiş ruhsuz kentlerden biriydi bu.
Dağlar arasındaki bu köhne çukurda
Soluk ay ışığında türkü söylüyor otlar.
(T.S. Eliot- Çorak Ülke)
Onun yokluğu büyük kayıp değil.
Kendisine hiç sahip olmadığı nitelikleri yakıştırıyor, sorun bu. Çok geçmeden aklı başına gelir.
Kitchen Kaffir: Afrika’nın güneyinde konuşulan Bantu dili. İngilizce ve Afrikanca karışımı dil. Bir pidgin (karma dil) türüdür ve Fanagalo diye de bilinir.
Onun, kadının burada oluşu, küçük, çıplak evi varlığıyla donatması, Dick’i zaptedemediği bir haz ve coşkuyla dolduruyordu. Bunca zaman beklediği, bu kadar kolay elde edilebilecek bir gelecek için yıllar yılı planlar kurarak yalnız yaşadığı için aptallık ettiğini düşünüyordu.
“Şehir dışına çıkmak iyi oluyor” derdi. Ama çoğu kişi gibi, onun da söyledikleriyle hissettikleri arasında hiçbir bağlantı yoktu; her seferinde musluklardan akan sıcak ve soğuk suya, caddelere ve ofise döndüğü zaman rahatlardı.
Dikkatli davranmazsa bu ilişkinin sonu evlilik olurdu, oysa durumu buna elverişli değildi. Öyleyse bu işe bir son vermeliydi; kızı unutacak, bu konuyu aklından silip atacaktı.
Sokak lambalarının altından geçerken yan gözle kıza bakıyor ve bir ışık oyununun pek de güzel olmayan sıradan bir kızdan nasıl farklı ve güzel bir şey yaratabildiğini görüyordu. Sonra ondan hoşlanmaya başladı, çünkü birini sevmesi şarttı; ne kadar yalnız olduğunun farkına varmamıştı hiç.
Son zamanlarda hayalleri eski görkemini biraz yitirmişti. Yalnızdı, bir karısı, her şeyden çok da çocukları olsun istiyordu; ama gidişata bakılırsa bunların gerçekleşmesi daha yıllar alacaktı.
“Hayatın en iyi yanlarını” kaçırmış olduğu için insanlar ona iyi davranırlardı. Ama o en iyi şeyleri istemeyen de pek çok kişi vardır, pek çok kişi için o en iyi şeyler zaten en başında zehirlenmiştir.
Zaman zaman bir huzursuzluk, bir süre yaptıklarından tat almasını engelleyen belli belirsiz bir doyumsuzluk hissettiği kesindi. Örneğin sinemadan gelip tam halinden hoşnut bir şekilde yatağa girecekken, “İşte bir gün daha boşa geçti!” düşüncesiyle sarsılırdı. O anlarda, sanki zaman kasılıp sıkışır, okulu bırakıp ekmeğini kazanmak için şehre gelişiyle o gecenin arasında sadece bir solukluk zaman geçmiş gibi gelirdi; ayağının altından görünmeyen bir dayanak çekilmiş gibi paniğe kapılırdı. Ama mantıklı biri olduğu ve insanın kendini dinlemesinin sağlıksız bir şey olduğuna kesinlikle inandığı için yatağa girip ışığı kapatırdı.
Dago (İng.): İtalyan, Yunan, Portekiz, İspanyol asıllıları küçümsemek için kullanılan argo sözcük.
Kendileri, yerlilere insan gibi davranmaya hazırlanmışlardı. Ama katıldıkları toplumun kurallarına da karşı gelemezlerdi. Değişmeleri uzun zaman almazdı. Tabii, kötü bir insana dönüşebilmek zordu. Ama çok geçmeden, kendilerini “kötü” olarak düşünemeyecek bir noktaya gelirlerdi. Hem, insanın görüşlerinin ne önemi vardı? Dürüstlük ve iyi niyet diye birtakım soyut fikirler, hepsi buydu işte.
Bir uygarlığın zaaflarıyla ilgili en doğru yargıya, başarısızlıklarına ve uyumsuzluklarına bakarak varılabilir.

(Adı bilinmeyen bir yazar)

Dağlar arasındaki bu köhne çukurda
Soluk ay ışığında, türkü söylüyor otlar
Çökmüş mezarlar üstünde, kilise çevresinde
O boş kilise, yalnızca rüzgârın barınağı.
Ne cam ne çerçeve, kapısı çarpıp duran,
Kimseye zarar gelmez kuru kemiklerden
Sadece bir horoz tünemiş çatının direğine
Üürü üüü, üürü üüü

Bir şimşek çakışında. Sonra çisentili bir bora
Yağmur getiren

Ganj’ın suları azalmıştı, pörsük yapraklar
Yağmur bekliyordu. Kara bulutlar yığılırken
Uzakta, çok uzakta, Himalayalarda
Cengel eğilmiş, kamburlaşmıştı sessizce.
Derken gök gürültüsü konuştu.

(T.S. Eliot’un Çorak Ülke adlı şiirinden)

İnsan her şeyi olduğu gibi kabullenmeliydi. Hayat insanın beklentilerine uymazdı
Dünyada yapayalnız olmak onu ürkütmüyor, hoşuna gidiyordu.
Bundan sonra, durgun bir perişanlık süreci başladı; daha önceki mutsuzluk nöbetlerine benzemiyordu bu. Şimdi, kemikleri çürümeye başlamış da, içi boşalıyor, yumuşuyor gibiydi.
Sanki kafasının içi pamuk doluymuş, dışarıdan da hafiften bir basınç altındaymış gibiydi.
Mary, kendi yolunda tek başına yürümesi gerektiğini düşündü. Öğrenmesi gereken ders buydu. Bunu zamanında öğrenmiş olsaydı, şimdi burada onun sorumluluğunu almak istemeyen bir insanoğluna güvenerek ikinci kez hayal kırıklığına uğramazdı.
Şu anda neden burada durup dünya kendisi için yeniden yaratılıyormuşçasına güneşe bakıyor ve bu eşsiz, derin coşkuyu hissediyordu? Yepyeni bir ışık ve renkten, duru sesler ve kuş cıvıltılarından oluşmuş bir hava küresinin içindeydi sanki. Çevredeki bütün ağaçlar, onun mutluluğunu seslendirip koro halinde gökyüzüne ulaştıran kuş cıvıltılarıyla doluydu. Mary bir tüy gibi hafif, odadan çıkıp verandaya gitti. Öylesine güzeldi ki her şey; yoğun mavinin içindeki kırmızı ışık çizgileriyle eşsiz bir kırmızılığa bürünmüş gökyüzü, şakırdayan kuşlarla yüklü o güzelim, sessiz ağaçlar, havayı yıldızlarının sivri uçlu kızıllığıyla kesen yılbaşı çiçekleri öylesine güzeldi ki Mary bunca güzelliği kaldıramıyordu.
gerçekten deli mi acaba? Yok, deli olamaz. Deliymiş gibi davranmıyor. Yalnızca kendi dünyasında, başkalarının değer yargılarının önemli olmadığı dünyasında yaşıyor.

İyi ama, zaten delilik nedir? İçine dönmek, dünyadan kaçmak değil midir?

o, kendi davranışlarıyla çelişen, kendisine mutlaka uyması gerektiği öğretilmiş kuralları anımsatan her şeye kapamıştı tüm kapılarını.
Yalnız bir beyaz adam görünür görünmez, yerlilerin ortasında bir alay siyah çocuğun türediği bu ülkede, daha gelir gelmez Tony’nin ilk dikkatini çeken şeylerden biri ikiyüzlülük olmuştu.
Bugüne kadar kendi ekmeğini kendi kazanmak zorunda kalmadığı için, ancak soyut düşünebiliyordu. Örneğin ırk ayrımı konusunda, gelenekçi bir “ilericiliği” vardı; bu, kişisel çıkarlarla çatıştığı zaman yerle bir olan, idealist, yüzeysel bir ilericilikti.
İnsan günde on iki saat çalıştıktan sonra kitap okuyacak hâli kalmaz.
Hiçbir zaman anlayamadığı bu duygusallığa saygısı vardı. Mülk sahibi olmanın gururunu bilirdi; ama toprağa böylesine tutkulu bir bağı anlayamıyordu.
O yalnızca, beyaz Güney Afrika’nın birinci kuralına uyuyordu:
“Beyaz soydaşlarının, belli bir seviyenin altına düşmelerine izin vermeyeceksin; çünkü buna izin verirsen, Zenci kendini seninle eşit görür.
“Bir zamanlar Rusya’da bir imparatoriçe, kölelerini o kadar insan gibi görmüyordu ki, onların önünde çırılçıplak soyunabiliyordu.”
Olayları sözlere oturtmadıkça rahatlamayan bir yapısı vardı.
Afrika’da beyaz bir adam kazara bir yerlinin gözlerine bakıp da orada bir insan olduğunu gördüğü anda (ki bundan kaçınmak en önemli görevidir), yok saydığı suçluluk duygusu öfkeyle alevlenir ve beyaz adam kırbacını indirir.
Ama o, gelecek hayalleriyle yaşama alışkanlığını çoktan bırakmıştı; Mary’nin bu hayalci yanı onu kaygılandırıyordu. Kendisini hep, bir sonraki mevsime kadar düşünmeye eğitmişti. Planları bir sonraki mevsimle sınırlıydı.
Oysa Mary bu sınırları aşmış, başka insanları, başka bir yaşamı düşünüyordu; onsuz bir yaşamı
Çok küçük bir harcama yapma olanağı veren ve demir bir yumruk gibi kafaya vuran, borçların ağırlığını vicdan azabı gibi sürekli olarak hissettiren bu yoksulluk, açlığın kendisinden daha beter bir şeydi.
Hayallerin bile, hayal kurana doyum verebilmek için biraz olsun umut taşıması gerekir.
Ne var ki, ölümcül şokların etkileri, yavaş yavaş ortaya çıkar.
Mary’nin de, zihninin tütün yenilgisini henüz algılamamış bir bölümünden, kişiliğinin derinliklerinden gelen, umut ve beklenti dalgalarını artık hissetmemesi için bir süre daha geçmesi gerekti.
Halkların krizleri gibi, insanların krizleri de, her şey olup bitene kadar tam anlamıyla anlaşılamaz.
Günün onda dokuzunda aklı, hafiften sızlayan bir boşluktu. Bir cümleye başlıyor, sonunu getirmeyi unutuyordu.
Uykusu geliyordu; ama oturduğu yerden kalkıp yatağa yatmak büyük çaba isterdi.
Adamın gözlerine bakamıyordu, göz göze gelmelerinin ölümcül olacağını biliyordu
“Ama çok iyi kızdır. Fakat hiçbir zaman kimsenin yüreğinde bir kıvılcım tutuşturamaz.”
Oysa Mary’nin yalnızlıktan şikâyet eder bir hâli yoktu, bütün gün dikiş dikmekten memnun görünüyordu.
Geri dönülemeyecek bir biçimde evli olduğu Dick’i, kendi ayakları üzerinde duran, kendi becerileriyle başarıya ulaşan bir erkek olarak düşünmek istiyordu. Onu zayıf, amaçsız, acınacak bir durumda gördüğünde, ondan nefret ediyor, sonra da bu nefret kendisine yöneliyordu. Kendinden daha güçlü bir erkeğe ihtiyaç duyuyordu ve Dick’ten böyle bir erkek yaratmaya çalışıyordu.
Daha çok, bildiği bir oyundaki kendine uygun bir rolden alınıp hiç alışık olmadığı bir rolü oynamak zorunda bırakılmış gibi hissediyordu. Kanını donduran da kendisindeki değişikliği fark etmesi değil, asıl rolünün elinden alınmış olması duygusuydu.
güçsüz görünmektense ölmeyi yeğlerdi.
başkalarıyla birlikte olmayalı o kadar uzun bir süre geçmişti ki, artık onlara gereksinim duymuyordu.
“İnsanın şevkini kırmaya çalışıyor. Eniştesinin becerememiş olması benim de başaramayacağım anlamına gelmez ki.”
İnsan rakamlara karşı direnemezdi.
Her ikisi de içten içe uyumsuz ve yanlış olan iki insanın birbirlerinin dengi olduğu, yaşamlarının gerektirdiği ve kendilerinin gereksindiği biçimde birbirlerini perişan ederek yürüttükleri sayısız evlilik vardır.
Çalışmalarının ve hayallerinin odak noktası olmuştu kız. Bu yüzden kendine verip veriştiriyordu; çünkü kadınları, özellikle de belirli bir kadını düşünmenin kendisi için içki kadar tehlikeli olduğunu biliyordu, ama elinden de bir şey gelmiyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir