Ziya Gökalp kitaplarından Türkleşmek, İslamlaşmak Muasırlaşmak kitap alıntıları sizlerle…
Türkleşmek, İslamlaşmak Muasırlaşmak Kitap Alıntıları
Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan; Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan !
Ülküler,ulusal yıkımların yürekleri birleştirerek genel bir yürek yaptığı karışık zamanlarda,yürekten doğar.
Eğitimde izlediğimiz amaçlar üçtür;Türklük,İslamlık,Çağdaşlık.
Türk gençleri pek güzel anlamışlardır ki,bugün en kutsal görev,Türklerin bütün siyasal partiler,bütün toplumsal akımlar üstünde birleşmesidir.Bu birlik sağlanınca,İslamlığın birliği,Osmanlılığın bütünlüğü daha güvenli bir duruma girer.
Ulusal bir bilinci,ulusal bir ülküsü olmayan bir kitleden ahlak,ulusal birlik,özveri beklemek,saçmadır.
Türklüğün sözcüklerde;öykülerde,masallarda,destanlarda izleri kalmış bir ulusal ülküsü vardır ki,bunu bu dağınık kalıntılar arasından bulup çıkarmak,en büyük görevimizdir.
Yaşamın özü,yaratıcı gelişmedir.Gelişmeyen varlıklar cansız nesnelerdir.
“Yeni kavramlar” çağımızın, “ terimler” ümmetin, “sözcükler” ulusun anlatım yetisidir.
Türkçe,toplumsal bilincimizin bu üç evresine tamamıyla uyan duyarlı bir ayna olmadıkça,oluşmuş ve gelişmiş bir dil sayılamaz.
Türkçe,toplumsal bilincimizin bu üç evresine tamamıyla uyan duyarlı bir ayna olmadıkça,oluşmuş ve gelişmiş bir dil sayılamaz.
Bir zaman gelecek ki Türkçemiz;Fransız,İngiliz,Alman dillerindeki bütün sözcüklerin karşılıklarını kazanacaktır.
Türklük,dünyadaşlığa karşı İslamiyet ve Osmanlılığın asıl dayanağıdır.
Ulusal ülküden yoksunluk,Türkleri ulusal ekonomiden yoksun ettiği gibi,dilin yalınlaşmasına,güzel sanatlarda ulusal biçimlerin doğmasına da engel oldu.
Ulusallık duygusunun egemen olduğu bir memleketi,ancak ulusallık beğenisini benliğinde duyanlar yönetebilirler.
Bir mefkurenin kuvvetlenmesi için iki hissin yardımına ihtiyaç vardır; birisi milli muhabbettir, diğeri ise milli kin.
“Men Arefe nefsehu, fakat Arefe Gayrehu”
Kendini bilen, Rabbini bilir.
Kendini bilen, Rabbini bilir.
Vatan; Ne Türkiye’dir Türklere, Ne de Türkistan, Vatan; Büyük ve müebbet bir ülkedir; Turan.
– “ Türkçülük aynı zamanda İslamcılıktır.”
– “ Türkler milli mefkûrelerini kuvvetlendirmek için dindaş ve vatandaşları olan hiçbir kavme karşı « milli kin » telkinine yeltenmediler..”
Tanzimatçılar, Türklüğün yüzüne aldatıcı bir örtü çekmek istemişlerdi. Ulusal bir Türk dili yoktu. Uyruklar arası ortak bir Osmanlıca vardı. Bütün uyruklar kaynaşmış, yeni bir kavim örneği, tarihsel bir ırk, bir Osmanlı ulusu ortaya çıkmıştı. Bu ulusun özel bir dili olduğu gibi, kendisine özgü bir tarihi de vardı.
Bu yalana, hiçbir uyruk topluluğu inanmadı. Her kavim, okullarında çocuklarına kendi tarihini okuttu, kendi dilini öğretti.
Meşrutiyetten sonra bu örtüye daha da önem verilince, uyruklar: ‘bizi Türkleştirmek istiyorsunuz!’ diye bağırmaya başladılar. Gerçekten bu Osmanlılaştırma siyaseti, Türkleştirmek için gizli bir araçtı. Osmanlılıktan amaç ‘devlet’se, zaten her Osmanlı uyruğu, bu devletin bireyiydi. Yok, bunda amaç dili ‘Osmanlıca’ olan yeni bir ‘ulus’ yaratmaksa, Osmanlıca Türkçeden başka bir şey olmadığı için, bu yeni ulus başka bir ad altında, bir Türk ulusu olacaktı. Bunu, uyruklar pek iyi anladılar ve ulusallıklarını savunmak için, maddi ve manevi örgütlerini daha da güçlendirerek düzenlediler.
Bu Tanzimat tuzağına düşen, yalnız Türkler oldu. Türkler, dillerinin gerçekten ‘üç dilin birleşiminden oluşan Osmanlıca’ olduğuna inanarak, halk sözcükleriyle konuşup yazmayı gericilik saydılar. Tanzimat ruhu, Meşrutiyet’le halka, kullanmaya hazırlanmadığı egemenliği verdiği halde, pek iyi kullandığı dilini vermiyordu.
Bu yalana, hiçbir uyruk topluluğu inanmadı. Her kavim, okullarında çocuklarına kendi tarihini okuttu, kendi dilini öğretti.
Meşrutiyetten sonra bu örtüye daha da önem verilince, uyruklar: ‘bizi Türkleştirmek istiyorsunuz!’ diye bağırmaya başladılar. Gerçekten bu Osmanlılaştırma siyaseti, Türkleştirmek için gizli bir araçtı. Osmanlılıktan amaç ‘devlet’se, zaten her Osmanlı uyruğu, bu devletin bireyiydi. Yok, bunda amaç dili ‘Osmanlıca’ olan yeni bir ‘ulus’ yaratmaksa, Osmanlıca Türkçeden başka bir şey olmadığı için, bu yeni ulus başka bir ad altında, bir Türk ulusu olacaktı. Bunu, uyruklar pek iyi anladılar ve ulusallıklarını savunmak için, maddi ve manevi örgütlerini daha da güçlendirerek düzenlediler.
Bu Tanzimat tuzağına düşen, yalnız Türkler oldu. Türkler, dillerinin gerçekten ‘üç dilin birleşiminden oluşan Osmanlıca’ olduğuna inanarak, halk sözcükleriyle konuşup yazmayı gericilik saydılar. Tanzimat ruhu, Meşrutiyet’le halka, kullanmaya hazırlanmadığı egemenliği verdiği halde, pek iyi kullandığı dilini vermiyordu.
( ) İstanbullular kendilerine ‘şehri’ adını veriyor, taşralılarsa coğrafi yakınlığına göre Arnavut, Arap, Kürt, Laz diyorlardı. Rumeli halkı, genellikle Arnavut’tu. Karadeniz kıyısında yalnız Lazlar, Doğu Anadolu’da yalnız Kürtler yaşıyordu. Böyle coğrafyayı temel alan kavim adı bulamayanlar da övünülecek şeylerini daha parlak gördüğü kavimlerden birine, gönüllü yazılıyordu. Böylece, Türk asıllı olan birçok genç Arnavutlukla, Araplıkla ya da Kürtlükle övünüyordu. Türklükle övünen tek bir kişi yoktu. ‘Türk’ sözcüğünü, ayıplı sıfat gibi, kimse üzerine almıyordu. ‘Türk’, Doğu Anadolu’da ‘Kızılbaş’; İstanbul’da ‘kaba ve köylü’ anlamlarına geliyordu. Naim Bey’in en ateşli arkadaşlarından ikisi, soyca Türk oğlu Türk’tü. Bunların aşılamalarıyla, Türk olduklarına hala kuşku olmayan kimi Diyarbakırlı ve Harputlu doktorlar da kendilerini Kürt sanıyorlardı.
Kural ister alışkanlığa, isterse taklide dayansın, yaratıcılıktan ve gelişmekten yoksundur.
Yaşamın özü, yaratıcı gelişmedir. gelişmeyen varlıklar, cansız varlıklar, cansız nesnelerdir. Kuralcılar, sonucu neden yerine koyarlar. Kural, gelişmenin geçici bir sonucudur. Onlar bunu, gelişmenin nedeni sanırlar. Nedeni bilindiği için, artık gelişmenin tarihini incelemeye gerek görmezler.
Aruz sizin olsun, hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir,
‘Leyl’ sizin, ‘şeb’ sizin, ‘gece’ bizimdir,
Değildir bir mana üç ada muhtaç.
Halkın söylediği Türkçe bizimdir,
‘Leyl’ sizin, ‘şeb’ sizin, ‘gece’ bizimdir,
Değildir bir mana üç ada muhtaç.
( ) Orta öğrenimini Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriye’de tamamladıktan (1886-1891) sonra, 1891’de Mekteb-i İdadi Mülki’ye girdi. Ancak, beş yıllık olan bu okul, kendisi son sınıftayken yedi yıla çıkarıldı. Son sınıf öğrencilerine beş yılda bitirme olanağı tanınmadığı için, 1894’te okuldan ayrıldı.
Ziya Gökalp, bir süre bocaladıktan sonra, yüksek öğrenim görmek için İstanbul’a gitmeye karar verdi. Ama kendisini büyüten amcası ve dayısı, bu isteğini kabul etmeyerek Diyarbakır’da kalmasını istediler. ( ) Bundan dolayı, Ziya’nın bunalımları daha da arttı.
Bir gün, başına bir kurşun sıkarak canına kıymak istedi ama kurşun, kafatasında kaldı, bu nedenle ölmedi (1894).
Yapacak bir şey kalmayınca, 1895’te İstanbul’a gitti. Parasız yatılı olduğu için, sınavla Baytar Mektebi’ne girdi. ( ) Son sınıftayken, Diyarbakır’a gitti. ( ) Yasak kitaplar okuduğu, zararlı eylemlerde bulunduğu gerekçesiyle, tutuklandı (1898). Bir süre tutuklu kaldıktan sonra, İstanbul’a, okuluna döndü. Ne var ki okula dönünce, gençleri Diyarbakır’da valiye karşı kışkırttığı konusunda hakkında ihbar yapıldığı gerekçesiyle okula alınmadı. İncelemenin sonucunu bir otelde beklerken, yeniden tutuklandı. On üç ay tutuklu kaldıktan sonra, 1900’de memleketi Diyarbakır’a sürgün edildi.
( )
( ) O sırada, sarayın tuttuğu İbrahim Paşa adlı bir Kürt reisinin Türklere eziyet etmesi üzerine, çevresinde topladığı gençlerle telgrafhaneyi basıp saraya telgraflar yollayarak ve bu arada halkı da ayaklandırarak, İbrahim Paşa’nın kentten sürülmesini sağladı. ( )
( )
İstanbul’un işgalinden sonra, 1919’da işgalci İngilizlerce tutuklandı. İttihat ve Terakki Partisinin yöneticileriyle birlikte, Malta Adası’na sürüldü. Bu adada büyük güçlüklerle geçirdiği iki yıldan sonra, 1921’de Ankara hükümetinin de kararlı çabalarıyla, yurda döndü. ( )
Ziya Gökalp, bir süre bocaladıktan sonra, yüksek öğrenim görmek için İstanbul’a gitmeye karar verdi. Ama kendisini büyüten amcası ve dayısı, bu isteğini kabul etmeyerek Diyarbakır’da kalmasını istediler. ( ) Bundan dolayı, Ziya’nın bunalımları daha da arttı.
Bir gün, başına bir kurşun sıkarak canına kıymak istedi ama kurşun, kafatasında kaldı, bu nedenle ölmedi (1894).
Yapacak bir şey kalmayınca, 1895’te İstanbul’a gitti. Parasız yatılı olduğu için, sınavla Baytar Mektebi’ne girdi. ( ) Son sınıftayken, Diyarbakır’a gitti. ( ) Yasak kitaplar okuduğu, zararlı eylemlerde bulunduğu gerekçesiyle, tutuklandı (1898). Bir süre tutuklu kaldıktan sonra, İstanbul’a, okuluna döndü. Ne var ki okula dönünce, gençleri Diyarbakır’da valiye karşı kışkırttığı konusunda hakkında ihbar yapıldığı gerekçesiyle okula alınmadı. İncelemenin sonucunu bir otelde beklerken, yeniden tutuklandı. On üç ay tutuklu kaldıktan sonra, 1900’de memleketi Diyarbakır’a sürgün edildi.
( )
( ) O sırada, sarayın tuttuğu İbrahim Paşa adlı bir Kürt reisinin Türklere eziyet etmesi üzerine, çevresinde topladığı gençlerle telgrafhaneyi basıp saraya telgraflar yollayarak ve bu arada halkı da ayaklandırarak, İbrahim Paşa’nın kentten sürülmesini sağladı. ( )
( )
İstanbul’un işgalinden sonra, 1919’da işgalci İngilizlerce tutuklandı. İttihat ve Terakki Partisinin yöneticileriyle birlikte, Malta Adası’na sürüldü. Bu adada büyük güçlüklerle geçirdiği iki yıldan sonra, 1921’de Ankara hükümetinin de kararlı çabalarıyla, yurda döndü. ( )
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Yani bugün Türk milleti Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine, Avrupa beynelmileliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir.
Diriltici ve yaratıcı bir mefkûreye malik olan devlet sonsuzdur, ölmez. #kitapşuuru
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
her buhrandan mutlaka -daha zinde ve daha kuvvetli bir surette- milliyet mefkuresi feveran edecektir.
Devletler mutlaka milli mefkurelere istinat etmeli, her vatan behemmal bir milliyetin vatanı olmalıdır ki yaşayabilsin
Bir milliyetin yurdu olmayan ülke, fertlerin karın doyuracağı bir imaret mahiyetini alır.
Devlet ve vatan müesseseleri milli mefkureye istinat ederse hayatları ebedidir. Fertlere istinat ettikleri takdirde inkıraza mahkumdur.
Devlet ve vatan müesseseleri milli mefkureye istinat ederse hayatları ebedidir. Fertlere istinat ettikleri takdirde inkıraza mahkumdur.
Vatan, uğruna hayatlar feda olunan mukaddes bir ülke demektir.
Mefkure, milletin mazisinden gelip onu istikbaline doğru iten fikri bir hamledir.
Bir millet tehlikede kaldığı vakit, onu fertler kurtarmaz. Bizzat millet kendi kendinin kurtarıcısı olur.
Türk kendi milliyetine hürmet etmeye başladıktan sonra kavimlerin milliyetini de muhterem tanıyacak, kendi hak ve vazifelerini tanıdıktan sonra sair kavimlerin de vazife ve haklarını tayin edebilecektir.
Halbuki bizim mütefenninlerimiz yalnız fenden bahsetmeyi bilirler, fennin tatbikatıyla uğraşmaya iktidarları yoktur. O halde bizde hakiki manasıyla ne fen ne de mütefennin vardır.
Muhafazakarlar, mevcut kaideleri değişmez hakikatler sırasında görerek değiştirilmesine küfür nazarıyla bakarlar. Radikaller, makul kaideleri mutlak ilkeler sırasına koyarak kabul etmeyenleri gericilikle suçlarlar. Bu iki sınıftan hiçbirisi, bu eski yahut yeni kaidelerin nereden çıkarak ne yolda geliştiğini, sonradan gelen zamanlarda uyuşmayan muhitlere nasıl uyduğunu aramaya lüzum görmezler.
Milliyet hissinin hakim olduğu bir memleketi ancak milliyet zevkini nefsinde duyanlar idare edebilirler.
‘Çağdaşlık’, ‘âlet’ten doğar. Bir zamânın çağdaşları, o zamânın ‘fen’ konusunda en gelişmiş uluslarının yaptıklarını kullanabilenlerdir. Bugün bizim için çağdaşlaşmak demek, Avrupalılar gibi zırhlılar, otomobiller, uçaklar yapıp kullanabilmek demektir; çağdaşlaşmak, biçim ve geçim bakımlarından Avrupalılara benzemek değildir.
Ne zaman bilgilerini ve sanayi ürünlerini aktarmak ve satın almak için Avrupalılara ihtiyaç duymadığımızı görürsek, o zaman çağdaşlaşmış olduğumuzu anlarız. Avrupa’da dinden ve ulusallıktan doğan, dolayısıyla bizde de bu kaynaklarda aranması gereken bir takım ma’nevî ihtiyaçlarımız vardır ki, âletler ve fenler gibi, bunların da Batı’dan ödünç alınması gerekmez.
Mefkureli bir milletin fertleri irade sahipleridir. Mefkuresiz milletlerde ise iradeli fertler bulunamaz. Yüksek bir iradeye delalet eden büyük feragatlar, harikulade fedakarlıklar mefkureyi doğuran buhranlı hengamlarda tecelli edebilir..
Milliyet fikrini İslam alemine ilk ithal edenler, Araplarla Arnavutlardır.
Feylesoflar, başkalarının bulduğu hakikatleri terkip edip tensik edenler değildir. Gerçekten feylesof olanlar, hakikatin taharrisi usulünü bilenler ve bunu bizzat tatbik edebilenlerdir.
Bir milletin hatıraları, an’aneleridir. İ’tiyatları ise kâideleridir, demek ki bir bir milletin an’aneler ruhunu, kâideler bedenini teşkil eder.
Hayatın özü, yaratıcı bir tekâmüldür. Tekâmülsüz mevcutlar, cematlardan ibarettir.
Muhafazakârlar mevcut kâideleri lâyetegayyer hakikatler sırasında görerek, değiştirilmesine küfür nazarıyla bakarlar. Cezrîler, makul kâideleri mutlak düsturlar idâdına koyarak, kabul etmeyenleri mürtecilikle itham ederler.
Asriyet ihtiyacı bize Avrupa’dan yalnız ilmî ve amelî aletlerle fenlerin iktibasını emrediyor.
Bir milletin yurdu olmayan ülke, fertlerin karın doyuracağı bir imaret mahiyetini alır.
Müşterek bir vicdana istinat etmeyen bir devlet fertlerin me’keli¹ olur.
Ümmet başka şey, millet başka şeydir.
Devlet başka şey, millet başka şeydir.
Devlet başka şey, millet başka şeydir.
Türklerin yalnız bir harsı olmalı ve bu da kendilerinin yarattığı bir hars olmalı.
İçtimaî hayatımızın hangi cihetine baksak, iki muhtelif cereyanın çarpıştığını görürüz. Bunlardan biri cezrilik (radikallik), diğeri muhafazakârlıktır. Birbirinin tamamıyla zıddı sanılan bu iki cereyan hakikatte aynı esasta birleşmiştir: Kaidecilik.
Milliyet hissi, bir kavimde uyandıktan sonra mücavir¹ kavimlere de kolayca sirayet eder. Çünkü milliyet duygusu uyanır uyanmaz, sahiplerinde teavün², fedakârlık, mücahede hislerini arttırarak ahlaki, lisanî, edebî, iktisadi ve siyasi teâlillere³ sebep olur. Bu hale gıpta eden komşu kavimlerde dahi – halk dilinde yazan gazetelerde mevcutsa – milliyet fikrinin derhal intişar etmesi gayet tabii bir hadise olur.
..bugün Türk milleti Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine, Avrupa beynelmileliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir.
Çinliler çiftçi bir millet oldukları halde; Türkler, çoban bir kavim idiler. Çinlilerde cinsî bir taksim-i a’mâl vukua geldiği halde, Türklerde bilakis her iş, ancak erkekle kadının iştirakiyle tamam olabilirdi. Türklerde kadın tabu değildi.
Diriltici ve yaratıcı bir ülküye sahip olan devlet ölümsüzdür, ölmez.
Bir millet tehlikede kaldığı vakit,onu fertler kurtarmaz.Bizzat millet kendi kendinin kurtarıcısı olur.
Bir mefkûrenin(ülkünün)kuvvetlenmesi için iki hissin yardımına ihtiyaç vardır.Bunlardan birisi milli muhabbettir(sevgidir)ki,milli mefharetlerle(övünçlere)halk ananelerinden doğar.İkincisi milli kindir ki,herhangi bir istibdada(baskıya)karşı gayz(öfke)ve adavet (kin) uyandırmakla hasıl olur.
Türk kendi milliyetine hürmet etmeye başladıktan sonra kavimlerin milliyetini de muhterem tanıyacak,kendi hak ve vazifelerini tanıdıktan sonra sair(diğer) kavimlerin de vazife ve haklarını tayin edebilecektir(belirleyebilecektir).
Dünyanın şarkı da garbı da bize gösteriyor ki bu asır milliyet asrıdır; bu asrın vicdanları üzerinde en müessir kuvvet milliyet mefkuresidir.
Lisanımızdan yabancı terkipleri, şiirimizden yabancı vezinleri, edebiyatımızdan yabancı telmihleri atmalıyız.
Milliyet hissinin hakim olduğu bir memleketi ancak milliyet zevkini nefsinde duyanlar idare edebilirler.
Lisanımızı mânâ itibariyle muasırlaştırmak, ıstılah cihetiyle İslamlaştırmak lazım olduğu gibi, sarf, nahiv, imlâ hususlarında Türkleştirmek de lâbüddür.(gereklidir)
Görülüyor ki şamanizmdeki gerek totemler, gerek koruyucu ruhlar hep dişidir. Bu dinin, kadın dini olduğu bununla da kesinleşmiş olur..
Çinlilerde cinsî bir iş bölümü meydana geldiği halde, Türklerde bilakis her iş, ancak erkekle kadının iştirakiyle tamam olabilirdi.
milliyet hissinin hakim olduğu bir memleketi, ancak milliyet zevkini nefsinde duyanlar idare edebilirler.
Bundan dolayıdır ki Çinliler, kadına gayet az hukuk verdikleri halde, eski Türkler kadına tamamıyla erkeğe denk haklar kabul etmişlerdir. Eski Türk feminizminin esası, bu noktada aranmalıdır.
Türklerce güneş, kadındır; ay, erkektir. Çocukların hâlâ Ay Dede demesi Ay Ata tabirinden kalmadır.
Türklerce güneş, kadındır; ay, erkektir. Çocukların hâlâ Ay Dede demesi Ay Ata tabirinden kalmadır.
Yakutlara göre, ateş bir peridir. Mutfak ocağının ateşi asla söndürülmez.
Ocağımız sönmesin Türk’ün eski duasıdır.
Ocağımız sönmesin Türk’ün eski duasıdır.
Diriltici ve yaratıcı bir ülküye sahip olan devlet ölümsüzdür, ölmez.