Dücane Cündioğlu kitaplarından Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi kitap alıntıları sizlerle…
Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi Kitap Alıntıları
Bazı Alman müellifleri çok haklı olarak Dinî ıslahât hareketleri, milliyet devrinin başlangıcıdır diye iddia ederler.
Çünkü o devrin koşullarında yüzünü Batı’ya dönmüş olan herkes, uluslaşma sürecinin ancak dinîn uluslaşmasıyla mümkün olabileceğine inanıyor ve dinî düşüncenin modern karakteristikleri belirlenmedikçe, hayallerinde yaşattıkları ideallerin gerçekleşebileceğini pek düşünmüyorlardı. Dinsiz bir dünya değildi onların düşledikleri Bilakis yenilenmiş, ıslah edilmiş, modern çağın gereklerine cevap verebilir hale getirilmiş bir dinin , içinde yer aldığı bir dünya idi .
mevki-i hâzırından, mâzisinden, hâlinden, istikbalinden bahs edemeyen vâizlerin o kürsüye nasıl çıktıklarına bugün bile hayret ederim.
Hristiyanlar içinde bir hakikatperest, bir ‘müceddid’ çıktı, İncil’i tercüme etti ve İncil’i anladıkları dakikadan itibaren ağır zincirin halkaları çözülmeye, Allah’ın vekili gibi gözüken papazlar küçülüp İncil’in Allahları yükselmeye başladı. Nihayet fikrin vicdanın esaretini kırmaya muvaffak oldular . İslâmiyet’in Luthter’i şimdi Asya’da zuhur etti. Bu müceddid, bu mücâhid-i din, Kazanlı Musa Efendi Bigi.
Türkçe Kur’an söylemi, bidayetinden bu yana dinî olmaktan ziyade hep siyasî bir siyasi muteva taşımıştır.
tarihi yazanlar tıpkı tarihi yapanlar gibi tarafsız olamazlar.
M . Raif Oğan’ın Hasan Ali Yücel Avukatının Tuhaf Davası başlığıyla yayımladığı makalenin Al i Rıza Sağman’la alâkalı bölümü şöyledir: ( ) Tekbir, Türkçe’ye döndürüldü ve ‘Ali Rıza Sağman’ nam kişinin Millet Mecmuasında açıkladığına göre, yanındaki hanendelerle Dolmabahçe’deki rakı sofrasında tekrarlanmak suretiyle tecrübeleri yapılarak beğendirildi ve öylece tatbikine de geçildi. Kur’an, Kazımiriski adındaki müsteşrikin tercümesinden Türkçe’ye döndürülerek Saray hanende hâfızlarından Aksaraylı Yaşar ve onun gibiler tarafından Yerebatan ve Ayasofya camilerinde Kur’an diye mukabelede okutturuldu. Çanak yalayıcılar, huzuru mutad tüfekyân ve silahşörân beğenip alkışladılar. Aradan biraz vakit geçince, birşeye benzemediği görüldü ve sessizce tatbikinden vazgeçildi; uydurma Güneş Dil Teorisi yle saçma sapan lugatlardan bir dereceye kadar vazgeçildiği gibi.
Ezan, Türkçeleştirildi. Bu da olmadı ve olamazdı. Fakat ne yazık ki bizim gündüz camide Kur’an, akşamı meyhane ve rakı sofrasında sarhoş keyfini getirmek üzere gazel okuyan hanendelerimiz besteyi eski besteye uydurdular ve böylelikle sırf onların bu gayretkeşliği yüzünden 14 Mayıs Inkilâbı’na kadar milletin ruhunu ta’zîb etmekte devam eyledi! Vakta ki ‘lâiklik, vicdan hürriyeti’ gibi prensiplerin gölgesine sığınarak din aleyhindeki baskıyı ve sapıklığı devam ettirmekte ısrar ve inat eden Cumhuriyet Halk Partisi Saltanatı, 14 Mayıs’ta milletin ‘müşterek darbesi’ altında son nefesini vererek tasfiye olundu, artık mâni zâil olduğundan memnûun avdeti iktiza eyledi. Yirmi milyon Müslüman-Türk çoğunluğunun müşterek iradesine uymak, hâkimiyet-i milliye ve demokrasi’nin icabı olduğundan, Millet Meclisi, din ve ibadetlerin erkân ve âdâbı üzerindeki baskıları ilga eyledi. Ezan, Tekbir, Kur’an dinsizliğin savletlerinden kurtuldu. ( Sebilürreşad , IV/92, sh. 261-263, Aralık 1950)
Yeter! İşte karşıdan görünen ve söz ile belirtilen Hâfız Al i Rıza Sağman budur ! Birbirimizi bir de yakından, özden tanımış olsak varlıklarımızı yapan cevherlerin , aynı cinsten olduğunu görür ve birbirimizi hiç şüphe yok severdik. Diyeceksiniz ki : Mâdem ki böyle idi ; o Türkçe Kur’an okumalar.. . ne oluyordu? Ha ! Burada söz çoktur. Hepsin i söylemeye de burada yer yoktur . Bu meseleleri , ayrıca tarihî bir vesika olmak üzere neşredeceğim.
Buracıkta şu kadarcık diyeyim ki : Bu hâdise iki bakımdan mütalaa edilir:
a) işin zâtı.
Türkçe Kur’an olur mu , okunu r mu? meselesi. Buna istediğiniz kadar hücum ediniz, hatta beni de yanınıza almayı unutmayınız.
b ) işin tatbiki ciheti.
Burad a hülâsa olara k derim ki : Azîm ve pürdehşet bir sel önünde bir koca kütük olamadık. Herkes gibi biz de resmî ve sivil köpükler ile gelen bu sel önünde bir saman çöpü durumuna düşmüştük. Falan kişinin bu selden ürkmediğini, kimse iddia edemez. Böyle bir iddianın ne kadar yalan olduğunu, arzu edenlere açıklayabiliriz. Hem böyle bir arzuda bulunan varsa çabuk olsun. Zira bu işler ile alâkalı olanlar pek azalmıştır. İyi ve kötü, hakikatler gizli kalmamalıdır.
Kimsenin aklına gelmediğini sandığım bir hakikat var ki burada hülâsa olarak sunayım: Tanzimat ile başlayıp aydın gençlerin kafalarında tutuna in ve XX . asrın başlarında Ziya Gökalp ile tetevvüc eden fikir , bizim 1931’deki o hareketimiz ile fiilen öldürülmüştür. Bu suretle iyice anlaşılmış oldu ki Türkçe Kur’an olamadığı gibi, Türkçe Kur’an okunamaz da. Bu nükteyi, nükte-bîn olan anlar. (Bkz. Hafız Sami [adlı eserim])
Kaynak: Ali Rıza Sağman, O Müthiş Sele Karşı Duramadık: Türkçe Kur’an Olmaz ve Okunmaz, Sebilürreşad , IV/95, sh. 312-313, Şubat 1951
Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Mecmuasının (yıl: 6, s. 25)’te bu meseleyi meşhur Dedektif X Bir’ in istihbarına atfen yazıyor. Gizlilik , kapalılık gibi şeylerle aslâ ilgisi bulunmayan bu meseleyi, dedektif gibi , sırf esrarengiz iş ve şeyleri bulup meydana çıkarmakta mahareti bulunan ve ancak böyle şeyleri ifşa etmekte ün salan bir cingözün eline vermemeliydi . Hangimize sorulsa, dedektiften daha fazlasını seve seve, sevine sevine söyler; Kısaküreği doldurur ve doyurabilirdik . Bay Dedektifin pusulara yatarak araştırmalar yapmasına, türlü zahmetler çekmesine ihtiyaç yoktu.
Sözlerin sahibi hafız Ali Rıza Sağman
Sayın Eşref Edib ! Atatürk, saraya sizi davet edeydi, ne yapardınız? Söyleyin, gitmez miydiniz ? Haydi gittiniz , böyle bir işle vazifelense idiniz , yapacağınız iş ne idi? Teklifi doğrudan doğruya reddetme k mi , yoksa kafanıza göre bir tercüme yapmak mı? Eğer ikinci şıkkı yapar idiyseniz, bize karşı söyleyecek sözünüz yoktur . Çünkü biz de bunu yaptık, hem de iyi yaptık! Siz tekbiri , bizimkinden daha iyi tercüme edebi lirseniz, işte meydan ! Haydi yapınız da görelim. Hem biz, onu yarım saatte yapmıştık. Siz yarım ayda yapınız! Birinci şıkka bakalım. Teklifi red m i ederdiniz? Böyle bir medenî cesaretliniz , hakikî bir şecaatiniz vardı da bu şimdi bana yazdığınız mükemmel yazıyı, o zaman neden yazmadınız? diye sorabilir miyim ? O zaman ‘dilsizlik ‘ ile şimdiki ‘bülbüllük’ arasındaki bu büyük tezâdın sebebini gösteremeyeceğinize eminim .
Falih Rıfkı Atay, —Hasan Cemil’in atıf yaptığı makalenin ilgili kısmında— Hikmet Bayur’a cevaben şöyle demektedir:
Lâik geçinen bir devlet Ezanın Arapça veya Türkçe okunmasına karışmazmış. Zâti Atatürk’ün de bu kanunla bir ilgisi yokmuş. Bu kanun kaldırılmalı imiş Türkçe Ezan bir din değil, bir kültür işidir. Atatürk ve onunla bir düşünen inkilâpçılar, millîleşme ve garplılaşma hareketinin ilk muvaffak olma şartını, dilde ve kafada Türk milletini Arap kültüründen uzaklaştırmada aramışlardır. Lâtin yazısını almak, dili millîleştirmek ne ise, Ezani Türkçeleştirmek de odur. Lâik devlet dine karışmaz, doğrudur. Fakat inkilâb, camileri kapatmamıştır. Kürsülerde hutbe, minarelerde ezan okumayı ve milyonlarca Türk’ün tam bir vicdan serbestliği ile camilerde toplanmasını yasak etmemiştir. Atatürk’ün Ezan ve Tekbirle ilgilenmesi, sadece kültür bakımındandır. Kendi devrinde Ezan’ın Arapça yerine Türkçe okunuşu ile Atatürk’ün ilgilenmediğini söylemek, bizim gibi onbeş yıl onun yanında bulunmuş olanları değil, o zamanı hiç bilmeyen vatandaşları bile kandıramaz. Benim, gazetenin baş yazısında egemenlik yerine hâkimiyet kelimesini kullanmaklığımla hem de nasıl ilgilenen Atatürk’ün minarelerde Ezan’ın Arapça veya Türkçe okunuşu ile ilgilenmediği gibi bir ihtimal akıldan geçmez. Kaldı ki ben Ezan’ın ve Tekbir’in Türkçe’ye çevrilmesinde Atatürk’ün bizzat çalıştığını ve bir hayli değişiklikler yapıldığını bilirim . Hatta Türkçe zevki bakımından bu değişikliklerin bazılarını sevmemiş ve itiraz etmiştik. Bay Hikmet Bayur’a haber vereyim ki Atatürk sağ kalsaydı, çoktan Kur’an da Türkçe okunacaktı. Bu işi, önceleri bir metin meselesi, sonra da dil çalışmalarının bitmemiş olması geciktirmiştir. Tarihi doğru öğrenmek isteyenler için hakikat budur! (Ulus, 8 Şubat 1949)
Uludur kelimesine gelince, Türkçe’de ekber karşılığında büyük kelimesini n tam bir ifade taşımayacağını biliyorum . Aynı zamanda büyük, tumturaklı değildir. İnce heceli kelimeler, kaim heceliler kadar saltanat gösteremiyorlar. Nitekim Allah kelimesi bu asaletini lafzından alıyordu. Bu asalet ve revnakı Türkçe’de taşıyan kelimemiz , ancak ulu kelimesi idi . Gerçi ekber’i ‘en ulu ‘ şeklinde tercüme etmek , en doğru yol ise de orada o kadar kısa bir zamanda b u derece ince düşünmeye imkân yoktu . İşte ben bunları düşünerek ‘Tanrı uludur ‘ şeklinin en münasip tercüme olacağını müdafaa ettim . Bir arkadaş, Allah’ı bırakmayalım, Allah büyüktür diyelim dedi. Ben, Türklerin bir Tanrısı olmasın mı? diye bağırmıştım.
Kaynak:Hâfız Ali Rıza Sağman
Reşit Galip , Türklerin en eski din anlayışlarının ileri bir telâkki olduğunu belirttikten sonra, İslâm’ın ana prensiplerini n Türk’ün Millî Dinine uygun olduğunu söyleyip, her iki dinî anlayış arasında bazı karşılaştırmalar yapar ve ardından Hz. Muhammed’in Türk aslından olduğunu isbatlamaya koyulur . Tezin en mühim noktalarından biri , hiç kuşkusuz ki burasıdır. B u nedenle şimdi bu konudaki delillere de yer verelim :
1. Hz . Muhammed , müsta’re b Araplardandır ; yani Arabistan’a şimalden (kuzeyden ) gelen bir soydandır. Araplar ise Sâmî soyundandır. Eğer şimalden gelen soy da Sâmî olsa, onlara müsta’reb (Araplaşmış) gibi ayrı bir ırk adı verilmesi icab etmezdi.
2. Hz. Muhammed , evlâd-ı İsmail’dendir. Daha açıkçası evlâd-ı İbrahim’dendir. Hz . İbrahim Babil halkındandır. Hz . İbrahim’in yaşadığı devrin Nemrud’u , Sümer ülkesine zorla giren Sâmî soyuna mensuptu . Tezin bu bölümünde, Reşit Galip’i n Hz . İbrahim’in Sümer soyuna (1) mensup olduğunu ortaya atan birçok deliller ve vesikalar zikrettiğini söyleyen Münir Hayri Egeli , bunları aktarmayıp hemen bu muhakemenin sonuç kısmını verir : Dünyanın en büyük din prensibi koyucularından birisi olan Hz . İbrahim’in böylece Türk olduğu meydan a çıkıyor. (2)
Esasen Hz . İbrahim’in koyduğu prensipler, tesamüh, geniş düşünce ve Allah’ın birliği bakımından Türk itikadlarına da pek uygundur . Hz . Muhammed’i n evlâd-ı İbrahim’den olduğu müteaddid defalar tasrih edildiğine göre, dünyanın en büyük din yapıcısının da [Hz. Muhammed’in de] Türklüğünü kabul etmek lâzımdır. Münir Hayri Egeli , Reşit Galip’in bu sonuç önermesinin kenarına, Mustafa Kemal Atatürk’ün elyazısıyla düşülmüş bir not bulunduğunu belirtip bu notu da aktarır: Doğrudur! Ancak bütün dünya ölçüsünde ehemmiyeti âşikâr olan böyle bir tezi çok daha etraflı tedkîk etmek gerekir.
1 Sümer dili ile Türk dili arasında yapılan mukayeseli bir çalışma için bkz. Osman Nedim Tuna, Sümer ve Türk Dillerinin Tarihî İlgisi ile Türk Dili’nin Yaşı Meselesi, Ankara, 1990
2 Ne ilginçtir ‘ki Hz. İbrahim ‘in Türklüğü meselesi, benzeri delillere istinaden 1924 yılında İbrahim Hakkı Baltacıoğlu tarafından da bir tez olarak öne sürülmüştür. Baltacıoğlu’nun Tevhid-i Efkar gazetesinde iki gün süreyle yayımlanan makalesine binaen Tahir’ul-Mevlevî tarafından istîzâh maksadıyla bir yazı kaleme alınmış, Baltacıoğlu buna yeni bir yazıyla mukabele etmiş, ardından Yusuf Ziya Yörükan da bu konuda bir makale yazmıştır. Tevhid-i Efkârda, yayımlanan bu makaleler için bkz. İbrahim Hakkı, Hz. İbrahim, (a.s) Bir Türk’tür, 9-10 Haziran 1340; Tahir’ul-Mevlevî, İbrahim (a.s) Hakkında Bir İstîzâh, 14 Haziran 1340; İbrahim Hakkı, Hz. Sârâ Hz. İbrahim’in Nesi idi?, 19 Haziran 1340; Yusuf Ziya, Hz. İbrahim’e Dâir, 21 Haziran 1340. [Türklerin Hz. İbrahim’in soyundan geldiği iddiaları, Abbasîler döneminden beri öne sürülmektedir. Bu konudaki tartışmalar için bkz. Dücane Cündioğlu, Anlamın Buharlaşması ve Kur’an, sh. 149-154, İstanbul, 1995; 2. bas. 1997]
.. yeni Başvekil Adnan Menderes, 18 yıldır Türkçe okunan Ezanın , Arapça okunmasını sağlamış ve yine bir Ramazan ayının başında (16 Haziran 1950’de) Arapça Ezan yasağını fiilen kaldırmıştır. Nitekim Başvekil Menderes 4 Haziran 1950 tarihinde , Zafer gazetesi yazarlardan Mümtaz Faik Fenik’in bir suâli münasebetiyle, camilerde ibadetlerin din diliyle (Arapça’yla) yapılması ile ezanların Türkçe okunması arasında garip bir tezat’ olduğuna işaret etmiş ve ardından da sadece millet e malolmuş inkilâpları savunacaklarını söylemiştir: Büyük Atatürk, inkilâplarına başladığı zaman , taassub zihniyetiyle mücadele etmek zaruretini duymuştu. Türkçe Ezanın da böyle bir zaruretten doğmuş olduğunu kabul etmeliyiz. Bugünse, camilerde ibadet ve duaların hep din dilinde (Arapça) yapılmasıyla garip bir tezat teşkil etmektedir . Bu kadar yıldan sonra, vaktiyle zaruri olan, şimdi ise vicdan hürriyetini sınırlayan b u tedbirleri n devamına lüzum kal mamıştır. İrtica ve taassubla biz de savaşacağız ve millete malolmuş inkılaplarımızı savunacağız.
Böylelikle İbadetleri Türkçeleştirme Projesi’nin halk tarafından benimsenmediği, halka malolmadığı, ibadetler Arapça olarak îfa edilirken , sadece Ezanın Türkçe okunmasının bir mânâsının bulunmadığı, ilk defa bir Başvekil tarafından dile getirilmiş olmakla kalmadı, Demokrat Parti Meclis Grubu da bu yönde bir karar aldı.
Tek Parti dönemi, tabiatıyla hiçbir muhalif sesin çıkmadığı, çıkamadığı bir dönem olarak gelip geçmiş, inkilâplar daha önce olduğu gibi cezri tedbirler yoluyla taviz verilmeksizin uygulanmıştı.
Yeni dış siyasî koşulların etkisiyle , iç politikadaki dengeler de değişince, C.H.P.’nin eski gücünü kaybetmeye başlaması, hatta bir süre sonra sahip olduğu gücü kullanamayacağının anlaşılması, yıllardır sinmiş olan muhalif gruplara cesaret vermiş, 1949 yılına gelindiğinde, hâkim eğilimin de etkisiyle Ezan’ı asıl haliyle {Arapça) okumaya cesaret edenler çıkmış ve zamanla b u kimselerin sayısı da bir hayli artmıştı. Falih Rıfkı Atay’ın tabiriyle , İrtica unsurlarını sindiren mânevi otorite artık zayıflamıştı.
Devrin yöneticileri, Tek Parti döneminin o bilinen baskıcı yöntemlerini gevşetmek durumunda kaldıklarından, gerçekten de mevcut otorite zayıflıyor ve bu da tabiatıyla Arapça Ezan yasağını delmek isteyenleri cesaretlendiriyordu . Öyle ki sonunda iş, Türkiye Büyük Millet Meclisinde (4 Şubatta) Arapça Ezan okumaya kadar varınca, basında kıyametler kopmuş, irticanın hortladığından, Atatürk devrimlerine sahip çıkılmadığından söz edilmeye başlanmıştı. Bu gelişmeler üzerine, mevcut yasağın meşrûiyeti tartışmaya açıldı ve muhalif kesim de zaten Lâik bir devletin bu gibi konulara müdahale etmemesi lâzım geldiğini, bu yasağın gereksiz ve haksız olduğunu, daha da önemlisi demokrasi’ye ters düştüğünü, vb. görüşleri öne sürdü.
Kanunun tatbikinde o kadar titiz davranılıyordu ki mahkemeler , kararlarında Ezanı n okunduğu yerin mahiyetin i nazar-ı itibara bile almıyorlardı. Sözgelimi cezaevinin herkesi n girebileceği bir yer olmadığı yolundaki bir düşünceyle cezaevinde Arapça Ezan okuyan bir şahıs, 526. maddenin hükmünden hiçbir surette ayrı tutulmuyordu . Nitekim Yargıtay İkinci Ceza Dairesini n 27 Ocak 1949 tari h ve E. 708, K . 384 sayılı şu kararı, bu konuda gayet ilginç bir misâl teşkil etmektedir : Sanığın Arapça Ezan okumaktan hükümlü olarak cezasını çekmekte bulunduğu cezaevinde tutuklu ve hükümlülerden bir kısmı ile cemaat halinde namaz kıldıkları sırada birkaç defa Arapça Kamet okuduğu şehadete müsteniden mahkemece kabul edilmiş olduğu ve sanığın bu hareketi 526. maddenin son fıkrası ile âmmenin nizamına müteallik kabahatler meyanında yer almış bir suç teşkil ettiği halde cezaevi’nin herkesin girebileceği bir yer olmadığı yolunda kanunun istihdaf eylediği gayeye aykırı bir düşünce ile beraat kararı verilmesi yolsuzdur. 1
1 S. Özden Perinçek, Türk Ceza Kanunu ve Buna Aid Seçilmiş Temyiz Mahkemesi Kararları, sh. 548, Ankara 1953, 2. bas; [Bülent Dâver, Türkiye Cumhuriyetinde Lâyiklik, sh. 171, Ankara, 1955’den]
Ramazan Bayramından birkaç gün sonra (1 Şubat 1933’de), Bursa’da Türkçe Ezan uygulamasına karşı çıkan bir grup , her yerde (msl. İstanbul gibi büyük şehirlerde) Türkçe Ezan okunmuyor oluşunu emsâl göstererek Ulu Cami i önünde nümayiş yapmış ve başka yerlerde Arapça okunduğu halde, Ezanın Bursa’da Türkçe okunmasını protesto etmişlerdir. Protesto sırasında cemaatten iki kişinin Ezan ve Kameti Arapça okumalarına bir polis memurunun müdahale etmesi üzerine, Bu nedir yahu? Yahudiler havralarında, Hristiyanlar kiliselerinde serbestçe âyin yaparlarken neden bizi böyle kanunsuz tazyik ediyorlar? Gidip derdimizi anlatalım! diye tepki gösterilmiş, ardından da topluca Evkaf Müdürlüğüne gidilmiştir. Anadolu Ajansı aracılığıyla gazetelere bildirilen 5 Şubat 1933 tarihli ilk resmî tebliğde bu hâdisenin keyfiyetinden şöyle söz edilmektedir : (A. A. ) Bursa’da 1 Şubatta Türkçe Ezan ve Kamet sebebiyle hâdis olan vak’ a şöyle cereyan etmiştir: Şubatın birinci günü öğleden sonra Hoca Yahya oğlu Kazanlı Tatar İbrahim, İslâm oğlu elektrikçi Serafettin, Mehmet oğlu kuyumcu Şahin, kasap Hâfız Mustafa , Yusuf Çavuş oğlu Köy İmamı Hâfız Mustafa , Mehmet oğlu Hâfız Ali’, Mehmet oğlu kilimci Salih , Kayapa Köyünden Ömer, Ömer oğlu Kaya Ali , Hasan oğlu Mustafa Hilmi , Aziz oğlu Ali , Mustafa oğlu Halil , Abdülmü’min oğlu Abdülkadir’in teşvikiyle 30 kadar şahsın camiye muttasıl Evkaf Müdürlüğü’ne müracaatla Ezan ve Kâmet’in İstanbul ve diğer taraflarda olduğu gibi Bursa’da Arapça okunmasını gürültülü bir surette talep etmişlerdir. Evka f Müdürünün, Diyanet İşleri Riyasetinin ve Evkaf Umum Müdürlüğünün emirlerini bozmak iktidarına mâlik olmadığı yolundaki cevabı üzerine, arkalarına topladıkları bir cemmigafirle hükümet dairesine gitmek istemişlerse de polis kuvvetler i tarafından dağıtılmışlar, müşevviklerle önayak olanlar yakalanarak tahkikâta başlanmıştır. 1
Bursa hâdiselerinin patlak vermes i üzerine, Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi hemen harekete geçerek, 4 Şubat 1933 tarihinde —Tahrirât Müdürlüğünün 360/128 sayılı emriyle— tüm Müftülüklere bir tâmim göndermiş ve en ufak bir muhalefet irtikab edeceklerin kat’î ve şedid mücazâta mâruz kalacaklarını bilhassa vurgulamıştır
1 Cumhuriyet ve Son Posta, 6 Şubat 1933
Ünlü Alman tarihçi Ranke, siyasî tarih ile kilise tarihi birbirinden bağımsız bir sûrette ele alınamaz der ve bu tezini de Reform Devrinde Alman Tarihi (İstanbul, 1953) adlı eserinde fevkalâde etkileyici bir tarzda isbat eder. Ranke’nin bu sözü bizim kendi tarihimiz için de geçerlidir. Nitekim sadece Cumhuriyet tarihi değil, tarihimizin hiçbir devresi esas itibariyle din-siyaset ilişkilerinden bağımsız bir surette ele alınamaz. Bu nedenle Cumhuriyet Devrimlerinin dinî tefekkür ve hayatımızı nasıl etkilediğini, İslâm Düşüncesinin hâl-i hazır durumunun şekillen-mesiıide bu devrimlerin ne tür bir rolü olduğunu kavrayabilmek ve daha da önemlisi yakın tarihimizde olup biten bazı hâdiselerin keyfiyetine vâkıf olmadıkça, bugünkü sıkıntılarımızı aşamayacağımızı anlayabilmek için, geçmişe, hem de çok uzak olmayan bir geçmişe uzanmak, kısaca bu yakın geçmişte neler olup bittiğini sağlıklı bir biçimde öğrenmek mecburiyetindeyiz.
Ne var ki koşullar değiştiğinde, fikirlerde de bazı değişiklikler yapılması kaçınılmazdı.
Ayasofya’nın dünyanın en muazzam camisi olduğunu söyleyenler çoktur. Şüphesiz hiçbir yerde, kubbesi bu kadar geniş bir âbideye rastlanılmaz.
Kılıçzâde Hakkı Bey: Paşa hazretleri, yeni hükümetin dini olacak mı?
Gazi Paşa: Vardır efendim, İslâm dinidir. İslâm dini hürri-yet-i efkâra mâliktir.
Hakkı Bey: Yeni hükümet bir din ile tedeyyün edecek mi?
Gazi Paşa: Edecek mi etmeyecek mi bilmem. Bugün mevcut olan kanunlarda aksine bir şey yoktur. Millet dinsiz değildir, mütedeyyindir ve dini [de] din-i İslâm’dır. Yani komünistlik gibi dini reddedecek ortada bir meslek (sebep) yoktur.
Hafız Asım saraya geldi.
Salon yine din bahisleriyle heyecanlar içindeyken, Kur’an, nihayet serbest vezinde bir şiirdir, Allah tarafından vahyolunmuş olamaz, Muhammed’in kendi sözleridir iddiaları gurur ve istihfafla yükseliyorken, imtihan için çağrılmış olan Asım içeri girmiş ve bu sözleri istemeyerek işitmişti.
(Hafız Sadettin Kaynak) Kıyafet hususunda bir iradeleri olup olmadığını [Hutbeye çıkarken sarık saracak mıyım? ] sordum:
Atatürk: Kat’iyyen sarık istemem. [Sarığı bırak!] İşte bu gece giymiş olduğun elbise ile başı açık [benim gibi baş açık ve fraklı] olarak git. Ne diyeyim inkılâb yapılıyor, peki dedim.
Atatürk’ün ‘din reformu’ yapmak istediği aslâ şüphe götürmez.
Tarihi bilmek, bir yönüyle tarih’te (zaman’da) olup bitenlerin seyrini bilmek demektir
diyoruz ki: Kur’an-ı Kerim Türkçe’ye tercüme edilemez ve her ayet birçok meânîyi ifade eder, mutlaka uzun bir tefsire ihtiyaç gösterir . O halde milyonlarca Araplar, Arapça’ya vakıf olanlar, Kur’an-ı Kerim’i daima tefsirlerle beraber mi okuyorlar? Ulemâ ve fudelâ’dan olmayan bir Arap, Kelâmullahi okumakla ne kadar bir şey anlıyorsa, bir Türk de âyâtı celile’nin Türkçe meâl-i şerifini okumak an da o kadar az birşey öğrense, yine hiç bilmemekten .
Hutbeyi anlatmak için bütün Türklere Arapça’yı öğretmekten ise, hutbeyi Türkçe îrad etmek kadar kolay bir şey tasavvur edilebilir mi?
Zira tarafsız olunamasa da pekâlâ dürüst olunabilir.
Başvekilin bu konuşmasından sonra, fiilen 18 yıl, kanunen 9 yıl süren Arapça Ezan yasağı kaldırılmış ve halk, ezanı asırlardır okuduğu şekliyle yeniden okumaya başlamıştı.
Tek Parti dönemi, tabiatıyla hiçbir muhalif sesin çıkmadığı, çıkamadığı bir dönem olarak gelip geçmiş, inkilâplar daha önce olduğu gibi cezri tedbirler yoluyla taviz verilmeksizin uygulanmıştır.
Evkaf İdaresi, Türkçe Ezan işini dünden itibaren sıkı bir tâkibe tâbi tutmuştur. Müftülük de icab eden emirleri vermiştir. Türkçe Ezan okumayan müezzinlerin vazifelerine nihayet verilecektir.
Öyle ki Arapça Ezan okuyacak olanların idam edilebileceğinden bile söz edilmeye başlanmış, fakat kimsenin, bu söylentileri haklı çıkaracak ne gibi bir cürümün işlendiğini sormaya cesareti kalmamıştı.
Kitabı okuyorsunuz, hiç düşünmüyor musunuz?
[Bakara: 44]
Haydarpaşa İstasyonu’nda kendisini karşılayanlar arasında bulunan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu’na, Atatürk nasıl, sıhhat ve neşesi yerinde mi? diye sorar. Tevfik Bey ise, bu suâle, İyidir, geziyor, eğleniyor ve BAR KADINLARINA PARA DAĞITIYOR diye cevap verir.
Atatürk Türkçe Ezan, Türkçe Kur’an, Türkçe Hutbe ve Türkçe Tekbir ile ‘dinde inkilâb’ yapmak istiyordu.
Muhafazakârların sözcülüğünü yapan İnönü, Atatürk’e yalvarmış, Önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir demişti.
Mehmed Âkif ise, ilk yıllardaki şartların değişip, daha sonra hazırladığı Kur’an çevirisinin istemediği bir maksad için kullanılacağım anlayınca, aldığı ücreti iade edip bu işten vazgeçmiş, tüm ısrarlara rağmen çevirisini yetkililere teslim etmemiştir.
Türk, yalnız tabiatı takdis eder.
•Mustafa Kemal Atatürk
Hutebâ-yı kirâmin, ahvâl-i siyasiye, ahvâl-i içtimaiye ve medeniye’yi hergün takib etmeleri zaruridir.
•Mustafa Kemal
Ezanların, tekbirlerin, salaların, hutbelerin Türkçe okunması, namazların Türkçe Kur’an’la kılınması gibi, ibadetlerin millî dilde îfa edilmesine dâir tüm gayretlerin temel mantığı, esasen Din’in, yani İslâm’ın Türk’e has bir formunu üretmek, daha açık bir ifadeyle Türk’ün Millî Dini’ni meydana getirebilmekti.
Türkçe Kur’an söylemi, bidayetinden bu yana dinî olmaktan ziyade hep siyasî bir muhteva taşımıştır.
İbadetlerin Türkçeleştirilmesi Projesi , tamamlanamamış, bir diğer tabirle amacına ulaşamamış bir projedir.
Atatürk, Türk Ocağına gittiğimiz gün, Kur’an’ı Türkçe’ye çevirmek konusunu açtı idi. Orada bulunan Kâzım Karabekir [şöyle dedi]:
— Kur’an-ı Azîmüşşan Türkçe’ye çevrilemez, Paşa hazretleri!
— Niçin çevrilemez efendim? Bu sözünüz, Kur’an’ın mânâsı yoktur! demektir.
— Hayır efendim ama, meselâ ‘Eîif-Lâm-Mim’ Ne diyeceğiz buna?
— Ne demektir ‘Elif-Lâm-Mim’?!
— Meçhul efendim
— Öyle ise karşısına bir sıfır koyar, çevirmeye devam edersiniz.
Zira tarih’i yazanlar, tıpkı tarih’i yapanlar gibi tarafsız olamazlar.
Binaenaleyh ne kadar görmezden gelirsek gelelim, tarihimizden kaçamaz, ondan uzaklaşmayız.
DİNÎ MESELELERDE ÖLÇÜLÜ KONUŞMAK
Eşref Edib
din derslerinin mekteplerden kaldırılmasından, bütün dinî müesseselerin kapılarına zincirler
asılmasından, camilerde hıfz-ı Kur’an’la meşgul olanların cürm-i meşhûd ile suçlandırılmasından, lâiklik nikahına bürünerek müslümanların
ibadetlerine (ezanlarına, tekbirlerine, Kur’an
okumalarına) müdahale edilmesinden, din
kitaplarında Kur’an Diliyle ve Kur’an Yazısıyla
âyetlerin kaldırılmasından, Kur’an Lisanıyla ‘Allah u Ekber ‘ diyenlerin üç ay hapse mahkûm edilmelerinden, Halkevlerine dinî eserlerin
girmesi[nin ] yasak edilmesinden, dinin teâlî ve inkişafı için dinî cemiyetler kurulması[nın] menolunmasından memleket ne gibi faydalar gördü?
Evkaf İdaresi, Türkçe Ezan işini dünden itibaren sıkı bir tâkibe tâbi tutmuştur. Müftülük de icab eden emirleri vermiştir. Türkçe Ezan okumayan müezzinlerin vazifelerine nihayet verilecektir. 1
1. Cumhuriyet, 9 Şubat 1933
Bursa hâdisesiyle ilgili tutuklananların sayısı artarken, diğer illerde Arapça Ezan okuduğu tesbit edilen müezzin ve imamlar da tek tek tutuklanmaya başlamıştı. 1
1. Bu tutuklamaların, Arapça Ezan okumayı
yasaklayan hiçbir yasa olmadığı halde yapıldığına tekrar işaret edelim.
Tefsir kısmına ve özellikle Tefsir’in o muhteşem mukaddimesine gelince, Elmalılı merhum , ilmî dirayetinin yanısıra siyasî dirayetini de tebarüz ettirmekten aslâ çekinmemiş ve Hâşâ Türkçe
Kur’an! şeklinde sarfettiği bir ifadenin
mukaddimeden çıkarılması istendiğinde, bu isteği kabul eder görünüp bilâhare daha ağırını yazmıştır : Türkçe Kur’an mı var behey şaşkın!?
Cesaret bahsinde şurasinı söylemek gerekir ki bunu takdir edebilmek için İslam dünyasında bir müddet yaşamak, eski adetlerin kuvvetini yakından görmek lazımdır. İşte o zaman, Gazi’nin Kuran’ı tercüme ettirmekle giriştiği ‘tehlikeli teşebbüs’ layıkıyla meydana çıkar. Mustafa Kemal, sayısız mücadeleleri boyunca bunun kadar tehlikelisine girişmemisti. Halbuki bunda da muvaffak oldu.
Sizin annenize sevginizi anlatmak için ah chere maman derseniz, anneniz size ne der? Deli demez mi? Anne, Allah’ın yeryüzündeki timsalidir. Allah, anneyi insanı yaratmak için vasıta eder, ona kendi kudretinden bir değil, birçok şeyler verir. Şu halde insan, anasına nasıl ana diliyle hitap ederse, Allah’ına da yine ana diliyle hitap eder.
Atatürk : Peki demin sen, adeta Allah’la karşı karşıya kalıyorum, dedin; O’na kendi anlamadığın bir dille hitap ettin. Bu söylediklerinden sen bir şey anlamadığın halde, Allah’ın mutlaka Arapça anladığına nasıl hükmettin?
– Efendim, Kuran-ı Kerim Arapça nazil olmuştur da
-Evet ama, Kuran-ı Kerim Arabistan’da, Arap milletine kendi diliyle hitap ediyordu. Sorarım size, Allah yalnız Arapların Allahı mıdır?
-Hayır efendim, Cenab-ı Hak, Rabb’ul Alemin’dir!
-O halde
-!!!
Atatürk’ün önündeki masa üzerinde Kuran tercümesi duruyordu. Bu kitabın ötesine berisine kağıttan işaretler konulmuş olmasi, Kuran’ın incelenmekte olduğunu ve bazı yerlerine ilişildigini gösteriyordu.
Türk bunun (Kuran’in) arkasından konuşuyor. Fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapiniyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler yazdığını Türk anlasın! Evet, ben bilirim ki insan dinsiz olmaz. Fakat Türk’ün dini tabiattir. Bunu size münevversiniz diye söylüyorum.
Hazırlanan plan şöyle idi:
1) Müslümanlığın bir Türk dini olduğu ispat edilecektir.
2) Dinde ibadetin Allah ile kul arasında bir kalp bağlılığı olduğu tezi inkişaf ettirilecek
3) Kulun, Tanrısına ibadet ederken söylediklerini kalbinden söylemesi lazımdır. Kalbin dili de ana dildir. İnsan en güzel hislerini ana diliyle ifade eder. Onun için duaların ana dilde yapılması lazımdır. Bu fikir münakaşa ve müdafaa edilecektir.
4) Bu fikirde ittifak hasıl olduktan sonra Duaların Türkçeleştirilmesi hususunda iş bölümü yapılacaktır.
Ahiren Kuran’ın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa Türkçe’ye tercüme ediliyor. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın (sahihi buhari) tercüme edilmesi için emir verdim. Halk tekerrür etmekte bulunan bir şey mevcut olduğunu ve din ricalinin derdi ancak kendi karinlarini doyurup, başka bir işlerinin olmadığını bilsin
Bazı Alman müellifleri çok haklı olarak Dini islahat hareketleri milliyet devrinin başlangıcıdir. diye iddia edenler biz de dönüp dolaşıp bu Reformasyon hareketini tedkik etmeye ve ondan çıkabilecek derslerden istifade etmeye muhtaç olacağız, hatta mecbur olacağız
İslam dinini Türkleştirmek lazımdır! (2)
Ezanların, tekbirlerin, salaların, hutbelerin Türkçe okunması, namazların Türkçe Kuran’la kılınması gibi, ibadetlerin milli dilde ifa edilmesine dair tüm gayretlerin temel mantığı, esasen dinin yani İslam’ın Türk’e has bir formunu üretmek, daha açık bir ifadeyle Türk’ün milli dinini meydana getirebilmekti.
Bir ülke ki camiinden Türkçe Ezan okunur.
Köylü anlar anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hûda’nın
Ey Türkoğlu, işte senin orasidir vatanın
Kuran’ı Kerim Türkçe’ye tercüme edilemez ve her âyet birçok meânîyi ifade eder, mutlaka uzun bir tefsire ihtiyaç gösterir. O halde milyonlarca Araplar, Arapça’ya vakıf olanlar, Kuran’ı Kerim’i daima tefsiflerle beraber mi okuyorlar?
Elmalılı Hamdi Yazır ise, bu projenin hem çeviri, hem de tefsir kısmını deruhte etmek suretiyle üzerine düşen vazifeyi yerine getirmiş ve nitekim eser de 1935-1938 yılları arasında neşredilmiştir. Ancak Elmalı ‘nın meydana getirdiği bu eserin bilhassa çeviri kısmı, beklenenin tam aksine çıkmıştır. Elmalılı’nın Türkçesini takdir yetkisi olanların da teyid edecekleri üzere, kendisinin çeviri kısmında kullandığı Türkçe ile, diğer kısımlarda kullandığı Türkçe birbirinden farklıdır ve bunun nedeni de Âkif’in gerekçesiyle aynıdır. Çünkü diğer yazılarında yok denecek kadar devrik cümle kullanan Elmalılı, bir yandan mânâyı fevkalâde özenle korumaya gayret ederken, diğer yandan çevirisinde mebzul miktarda devrik cümleler kurmuş, âdeta okuyuşu kolaylaştıracak unsurlara riâyet etmekten alabildiğine kaçınmıştır. Nitekim çevirisindeki söz dizimini ve sözcük seçimlerini tetkik edecek olanlar, bu teshirimizi teyid edecek bir neticeyle karşılaşacaklardır.
(*Bu konudaki misâllere kolay ulaşabilmek bakımından bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: Kur’an-ı Kerim ve Meali, (Haz. Dücane Cündioğlu), İstanbul, 1993)
Tefsir kısmına ve özellikle Tefsir’in o muhteşem mukaddimesine gelince, Elmalılı merhum, ilmî dirayetinin yanı sıra siyasî dirayetini de tebarüz ettirmekten aslâ çekinmemiş ve Hâşâ Türkçe Kur’an! şeklinde sarf ettiği bir ifadenin mukaddimeden çıkarılması istendiğinde, bu isteği kabul eder görünüp bilâhare daha ağırını yazmıştır: Türkçe Kur’an mı var behey şaşkın!?
Elmalılı, a.g.e., 1/15, İstanbul, 1935
Bir ülke ki camiinde Türkçe Ezan okunur.
Köylü anlar mânâsını namazdaki duânın.
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur.
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hudâ’nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın.
Ziya Gökalp Külliyâtı I, Şiirler ve Halk Masalları, sh. 113
Peygamber efendimiz yalnız kavm-i Arab’a ba’s buyurulmadı. Kur’an-ı Azîmmüşşanın umum elsineye tercümesi farzdır. Vemâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn buyuruldu. Alemin din-i mübîn-i İslâm’a davetine me’mûr olan Nebiyy-i Zîşân efendimize nâzil olan Kitab, vâkıa Arapça ise de her davet edilen kavmin Arapça öğrenmesi lâzım gelmez. O Kitabin ahkâm ve meânî-i celilesinin elsine-i akvâm’a suret-i sahiha ve sâlimede bi’t tercüme o suretle telkinâtta bulunmak iktiza eder. Kitabımızın asıl kudsiyeti meânî-i celile ve cemilesindedir. Kudsiyet-i lafziye ikinci derecede kalır. Her fert ahkâm ve evâmir-i diniyesini Kitabından okursa, imanı yükselir, şerr u fesad azalır, dinsizlik revacı zâil olur.
Şeyh Ubeydullah Afganî, Kavm-i Cedîd, Dersaadet, 1331
Azîm ve pürdehşet bir sel önünde
bir koca kütük olamadık.Herkes gibi biz de resmî ve sivil köpükler ile
gelen bu sel önünde bir saman çöpü durumuna düşmüştük.
Ancak ben ‘hanende’ değilim, hiç olamadım da.
Altmış oldu yaş, eğilmiş olmadı boynum, benim,
Az veya çok, kudretimden başka hiçbir kudrete.
inhina eyler belim, Hüdâ-yı kadre,
Ben demek ki doğmadan âşıkmışım hürriyete.
Boş kafalıların hakkımda sû-i zanlarına değer vermem.
.
Beni üzen, dolu kafalıların sû-i tefehhüm ve sû-i zanna kapılmalarıdır.
Hiçbirimiz bu işin adamı değildik.
Size, sizin ruhunuza Kur’an’in verdiği feyzi, hiçbir inkilâb, hiçbir reformasyon veremez.
Ve’s-selâmu ala men’it tebaa’l-huda!
Hiçbir vakit , hiçbir meselede, kanaat ve içtihadımızın hilafında görünmedik. En mühim dinî meselelerde fikrimizi açıkça
söyledik.