İçeriğe geç

Türk Mitolojisi 2. Cilt Kitap Alıntıları – Bahaeddin Ögel

Bahaeddin Ögel kitaplarından Türk Mitolojisi 2. Cilt kitap alıntıları sizlerle…

Türk Mitolojisi 2. Cilt Kitap Alıntıları

Mitolojik bir Kuzey Türk destanında şöyle deniliyordu: Tanrı, bir geyiğin ağladığını görmüş. Buna üzülen Tanrı, kendisini tutamamış ve o da ağlamaya başlamış.
Türklerde ve İslamiyette Hızır’ın en belirgin özelliği, insanlara ve düşkünlere yardım etmesiydi.
Kaşgarlı Mahmut, Tonga sözcüğünü şöyle yorumluyor: Bebür (leopar) veya kaplan cinsinden bir hayvandır. Fili öldürür. Asıl budur. Bu ad Türklerde yaşar, manası kaybolmuştur.
Türk destanlarında büyük yiğitler ile liderler, savaştan önce, iyi veya kötü rüyalar görürler. Hun, Göktürk hakanları ve Cengiz Han ise savaştan önce fal açtırmışlardı. Çin’de bu, bir gelenek halindedir.
Türk takviminin 9. yılı da tavuk yılı idi. Türklere göre: Tavuk yılında yiyecek, çok olurmuş. Ancak insanlar arasında da, karışıklık çok çıkarmış. Çünkü tavuğun yemi, tanedir. Taneyi bulmak için, çöpler ile kırıntıları birbirine karıştırırmış.
Bilindiği üzere Türkler başlangıçtan beri domuz, yemiyorlardı. Dolayısıyla, Türklerin geleneklerinde de domuz iyi bir yer tutmuyordu. Domuz kültü, daha çok doğuya gidildikçe Proto-Moğollarda çoğalır. Yaban domuzu , Türklerde kötü ruhlu ve yırtıcı bir hayvan olarak görülüyordu.
Türk destanlarında öküz, hoş görülmüyordu.
Büyük Türk kesimlerinden biri olan ve Göktürk çağında, daha kuzeylerde oturan Kırgız Türkleride inekten türediklerine inanırlardı.
Türk destanlarında ayı, ancak aptal ve kötü bir hayvan olarak yer alır.
Ölünün mezarı başında ateş yakmak, Türkmenlerde, eskiden kalma bir adettir. (Elbeyli ve diğer oymaklarda) Ölünün yıkandığı yerde, gece bir ateş yakılır. Bazen mezarın başında da ateş yakmak adettir. (Bulgar dağı Türkmenlerinde).
Ocağın sönmemesi ve evin bacasının dumanının durmaması, her insan gibi Türklerin de, çok eskilerden beri gelen bir dilek ve istekleridir.
Ocağın koruyucu ruhunun yiyeceği, kuru odun : Ayrıca, ocağın kendisi, çok oburdu. Bunun için ocağa çok odun atıldıkça, ocak ruhu mutlu oluyordu. Yine Yakut Türklerine göre, az yanan ocağın, ruhu zayıflıyor ve azgınlaşıyordu. Bundan dolayı evin sahibine kötülük de yapabiliyordu. Diğer bir Yakut-Türk efsanesine göre, Ateş veya ocağın ruhu, genç çocuk olarak görünmüştü. Evin eşiğinde bir adamla konu şuyor ve evin sahibine, ocağa niçin fazla odun atmadığını, soruyordu Az sonra ev sahibi rüyasında genç ve zayıf bir çocuk görüyor ve çocuk onu korkutuyor. Adam yatağından fırlayıp dışarı çıkıyor. Çıkar çıkmaz da, evi yanmağa başlıyor .
Ateşlerin tek bir ruhu ve annesi değil: her evin kendine göre, bir koruyucu ruhu ve ateş annesi vardı.
Altay Türklerinde, yabancılar ateş kültü ile ilgili seremonilere katılamıyorlardı. Evlenme yoluyla başka bir aileye geçmiş alan kızlarda bu haklarını kaybetmiş oluyorlardı. Yakut Türklerinde de, yabancılar bir evin ocağının ışık çizgisi denen bir sınırı aşıp, (ocağa yaklaşamazlar). Nişanlı kızlar da, kalın paraları tam olarak ödenmemiş ve nikah gerçekleşmemişse, ocağın ateşinden, pipolarını bile yakamazlardı. (Yani o ove henüz yabancı sayılırlardı) . Altayların kuzeylerinde yaşayan ve zengin bir Türk dili ile folkloruna sahip olan Teleut Türklerinde ise, Evin sahibi ile aynı soydan gelmeyen bir kişinin ateşin yandığı ocağın karşısında, yanında oturması, yasaktı
Bazı Altay Türk kesimlerinin, ocağa veya ateşe saygı gösterdiklerini biliyoruz. Yakut Türkleri, sözlerinin doğru olduklarını doğrulamak istedikleri zaman, ateşe eğilip, konuşurlardı. Yine Yakut Türkleri, eğer konuşurken ocak çıtırdıyor ise, söylenen sözler doğrudur , diyorlardı.
Ateş, ocakta ve ocak da evimizdedir. Ancak Yakut Türklerine göre ateş ruhu (Uot-iccite), bir canlı gibidir. Nefesi, dumandır. Yiyeceği, kuru odundur. Yatağı, kurum ve isle kararmıştır. Ateş koru, onun yastığıdır. Yorganı ise, küldür . Bu çok değerli bilgiyi U. Harva, Gorohov’dan almıştır.
Abakan Tatarlarının Türk inanışları da gösteriyor ki, başlangıçta her ailenin bir ateş veya ocağının var olduğu , düşünülüyordu. Bütün insanların kullanmaları için, gökten gelen ateş ise, sonradan şamanlar yolu ile elde edilmiş imiş. Göktürk türeyiş efsanesinde de görüldüğü gibi, aile ateşi, aile için, ailenin atası tarafından keşfedilmişti . Yine Tanrı Ülgen de ateşi ocak, yani saçağı ile birlikte göndermişti . Bundan dolayı, aile Ocağı nın büyük bir önemi vardı. Anadolu’da da bu inanış, devam etmektedir. Ata ocağı, baba ocağı gibi sözlerimiz de, bu çok eski inanışlarımızın, bu güne gelen izleridir. Ocak ve yuva , ata ve baba ocaklarına dayanmakla, değerleniyordu.
Türklerde ateş, bir tanrı değildir. Türklerin, Türk adlı bir atası tarafından keşfedilmiş veya Tanrı tarafından gönderilmiştir. Türk düşüncesinde insan ruhu, ateşten yaratılmamıştır. Ne de insanın yaratılışında, en üstün vasıflı unsur, ateştir.
Rüyada bir ağacın çıkıp, büyümesi, Batı Türklerinde daha çok bir hükümdarlık veya güç kazanma sembolü olarak görülmüştür.
Büyük dağlar, diğer kültürlerde olduğu gibi Türklerin de kalplerinde ve din inanışlarında, yer tutmuşlardır. Zirveleri gökleri deler gibi yükselen, başları bulutlar içinde kaybolan bu dağlar, sanki Tanrı ile konuşur ve ilgi kurar gibi görünmüşlerdi. Türklerce bunlar, göğün direği , veya yeri bastıran dağlar gibi, konuşmuşlardı. Tanrıya giden en yukarı yol da, yine bu dağlar idiler.
Hunlar da, dağ üzerinde beyaz bir at keserek, Çinliler ile and kâsesini içerek andlaşma yapmışlardı.
Avlanma, Türk ve Oğuz kesimlerinin başlıca bir eğlencesi ve zevki idi. Av, aynı zamanda bir askeri eğitim ve talim idi.
Oğuzlar, dağlarla konuşur, dağlara dua eder, beddua eder yaşlanmasında, yıkılmalarından korkar, esenlik diler, geçit vermelerini ister, şifa dilenir, yemin eder, selâm ederler Dağları, çeşit çeşit tamıtmalar ile tanıtırlar. Onlarla konuşurlar, ses (işit) vermelerini dilerler
Hıyanet , Türklerde, her çağda aşağı ve kötü görülmüştür. Çünkü bu, devlet ile aile disiplininin, temelini sarsıyordu. Böyle bir kişiye, ne el uzatılmalı ve ne de yakınında bulunulmalıydı.
Eski Türkler daha çok büyük su birikintilerine ve büyük göllere deniz (tengiz) derlerdi. Çünkü onlar, büyük denizler görmemişlerdi. Orta Anadolu’daki Türk halkı da, çoğu zaman ırmaklar ile göllere deniz derler.
Göktürk çağı, Türk düşünce ve bilgisinin, en aydın ve gerçekçi bir çağıdır.
Su: Türk geleneklerinin köklerini tutan en büyük temeldir. Herşey ona dayanır. Belki tarla, bir süre sulanmazsa, olabilir. Fakat hayvanların, hergün su içmesi gereklidir. Bunun için Göktürkler, Yer-su yani yer ve sular anlayış ve inanışına, büyük bir değer vermişlerdir. Onu kutlulaştırmış ve ona kişilik vermişlerdir.
Yakut Türklerine göre Rüzgâr estiren Tanrı veya ruh, yüksek dağların tepelerinde otururdu. Bu ruh, yüksek dağlarda uyur, kalkar ve gezerdi. Bazen de ıslık çalar ve bu ıslık buzullara çarparak, onlar üzerindeki soğuk havaları, toplar ve rüzgâr olurdu. Bunun için Yakutlar, dağların tepelerinde, yüksek sesle konuşmazlardı.
Türklerde yılın ilk şimşek ve yıldırımlarının yeni yılbaşının başladığını gösteren bir işaretti.
Yakut Türklerinin zaman zaman at sürülerini doğuya sürdüklerini ve böylece onları, Tanrı için azad ettiklerini biliyoruz. Bu olay gerçekten muhteşem ve tam manası ile mitolojik bir kurban töreni idi. Çünkü doğu. Türklerin en kutsal yönü ve güneşin doğduğu yerdi. Gerçekten bu törenler Türk mitolojisinin en heyecan verici ve tıpkı bir şiir gibi saf ve güzel örnekleridir. “Bozkırlarda başı boş gezen bu atları tutmak ve onlara binmek şiddetle yasaktı . Zaten bu inanışa sahip olan insanların, Tanrıya verilmiş olan bir atı tutup da, binmeğe cesaret etmesine imkân yoktu. Tanrıya kurban veya hediye edilecek bu atların hepsi de, beyaz renkli atlardan seçilirdi. Yıldırım için verilen bu canlı at kurbanlarını Şaşkof adlı bir Rus etnografi toplamıştır.
Ortaasya ve Sibirya halklarına göre, yıldırımla ölen insanların içine, gökten inen ruhlar da yerleşip, oturuyorlardı. Bu sebeple, insanları öldüren yıldırımın kendisi değil; ruhlardı. Yine onlara göre eğer bu ruhları insan vücudundan çıkarmak mümkün olsaydı, ölen insanın dirilmesi de, gerçekleşirdi. Bunun için de, yıldırımla ölen insan ve hayvanları, hemen gömmek yasaktı. Ölüler yaygın olarak dört ayaklı bir sedye üzerine konur ve bir süre, böylece bekletilirdi. Belki de bununla ölünün ilgisini yerden kesiyorlar ve ruhların, göğe uçmasını teşvik etmek istiyorlardı. Yıldırımla ölmüş olan insanlar, diğer ölüler gibi adi bir törenle gömülmezlerdi. Böyle normal törenlerle gömüldükleri takdirde, bütün topluma felâket ve zararlar gelebilirdi.
Türklere göre yıldırımın düştüğü yer, kutsal bir yer sayılırdı. Bununla beraber bu yerin insanlar ve hayvanlar için, pek iyilik getirmediği de, bir gerçekti. Bu sebeple insanlar mümkün olduğu kadar o yere pek yanaşmak istemezler ve hayvanlarını da, o yerden uzaklaştırırlardı.
Uygurların ataları yıldırım düşen yere toplanır, törenler yapar ve bu törenlerden sonra da kurban keserek aynı yere gömerlerdi. Bir müddet sonra da yine aynı yerde toplanırlar, kadın ve erkek kamlar, yani şamanlar dualar okurlar; savaşçılar da atlarına binerek, yıldırım’ın oyduğu çukurun veya yaktığı ağacın çevresinde dönerlerdi.
Eski Türkler yılbaşını başlıca iki tabiat olayının görülmesi ile başlatmışlardı: 1. Otların yeşermesi. 2. Gök gürlemeleri ile yıldırımların başlaması. Bu sebeple eski Türkler, yaşlarını söylerken, Ben 20 yeşerme gördüm derlerdi.
Türklerde, dünya yerine Türk devleti yer alıyordu. Onun ortası, ordu yani başkent idi. Ordu sözü de, orta sözümüzden geliyordu.
Ordu, yani başkent veya karargah anlayışı, orta sözümüzden gelmektedir. Türk hakanlarının tuğlarını kurup oturdukları yer, devletin ortası veya merkezi idi. Cihan veya Dünya devleti anlayışı söz konusu olunca, bu ordu merkezi, dünyanın ortası oluyordu.
İki dünya vardır: Bu Acun, ol Acun . Yani bu Dünya, öbür Dünya. Burada, Acun sözünün çok geniş bir manası vardır. Dünya devleti, bu sözün içindedir. Buna Cihanşümul (Universal) devlet düşüncesi de denilir. Türk Hakanı, bütün insanlığı idare etmek için Tanrı tarafından gönderilmiş bir hükümdar idi. Bu düşünceyi, Göktürk yazıtlarında da görüyoruz. Ancak Hakan, fazilet ile dolu olmalıydı.
Acun, eski Türkçede, Dünya demektir. Dünyanın maddesi bir Acun idi. Ancak insansız ve canlı varlığı olmayan bir Dünyanın, manası yoktu. Zaman zaman, yaşayan varlıkların tümüne, Acunlar da denilmiştir. İnsanlar ise, Acunluk , Dũnyalık idiler.
Türkler, gezegenler için, ülker veya ürgel derler. Yakut Türkleri göğün deliği için, ürgel derler.
Türklerde yıldız bilgisi, çok önemli bir rol oynamıştır. Geceleri vakti öğrenmede yıldız bilgisi, tek yol ve çaredir. Eski Anadolu köylerinde, yıldız bilgisi ile saati bile tesbit etme, mümkündü.
Tanrı olarak Ay, Türklerde ve Hunlarda bile görülmüyor. Çünkü, Ayı da yaratan bir Ulu Tanrı vardır. Ancak Uygur Türklerinde, Mani ve Buda dinlerinin girmesinden sonra, Ay Tengri deyişi görülmeğe başlıyor. Bu deyişi, Harezmşahlar çağında bile devam eder görüyoruz . Aslında bu söz, Kök Tengri deyişinin, sonraki bir paraleli olsa gerektir.
Güneşe ok atmak geleneği daha çok doğudaki Proto Moğollarda görülür. Onların geleneğine göre, oklar, güneşe 4 defa atılırdı . Türklerdeki tam sayı, üçtür. Göktürkler Men önceki Kaoçi Türkleri daha çok, Yıldırım düştüğü zaman göğe ok atarlardı .
Ay ile güneş yiğitleri koruyordu. Bunun için yiğitler, yemin edip, ant içerlerken Güneş bizi görüyor derlerdi.
Türk düşüncesinde ve destanlarında, günes dişi, ay ise erkek olarak rol alıyordu. Anadolu’da da, Ay dede diyoruz. Önasya düşüncesinde de, böyledir.
Doğu: Gün doğusu. Güney: Gün ortası. Batı: Gün batısı. Kuzey: Tün, gece ortası idi. Ancak Doğu, ileri , yani yüzümüzü döndüğümüz bir yön idi. Aslında çadırların kapıları, –din törenleri dışında-, güneye açılıyordu.
Hunlarda, hem güneşe ve hem de aya ayrı ayrı saygı gösteriliyordu. Kurbanlar da veriliyordu. Güneş, doğunun, ay ise, batının sembolü, Ancak sonradan belgeler çoğaldıkça, güneşe üç kez diz çökülerek, selam verildiğini görüyoruz. Ayrıca çadırın kapısı da -özellikle törenlerde– doğuya açılıyordu .
Dünya, Kutup yıldızı ile göğe bağlanmıştı. Bundan dolayı Türkler kutup yıldızını, çeşitli semboller ile canlandırmak istemişlerdi: Türkler, Altın kazık, demir kazık demişlerdi. Bazı Kuzey Türkleri, kuluçka ya benzetmişlerdi. Çünkü kuluçka da yerinde dururdu. Bazıları göğe yükselen bir Bakırdağ gibi görmüşlerdi. Kuzeydeki ormanlı Türkler, bir demir ağaç gibi , düşünmüşlerdi. Dünya ağacı da, ucları ile Kutup yıldızına değiyordu.
Kartal (Kara-kuş), çok yerli ve çok eski bir Türk motifidir. Bu kuş, zaman zaman Güney kültürlerinden gelen, Simurg ve Anka kuşları ile yer değiştiriyordu.
Toba ve Göktürk devletlerinin kağanları, tahta çıkarlarken, Bir keçe (veya halı) üzerine oturtuluyorlar ve doğudan batıya doğru, 9 kez döndürülüyorlardı. Hakan, böylece tahta çıkmış oluyordu . [ ] Bunun sebebi ne idi? Türklere göre: Dünya, doğudan, yani güneşin doğduğu yönden, batıya doğru dönüyordu. Keçe veya halı da, 9 kez tam yönde döndürülüyordu. Böylece kağan, göğün 9 katını aşmış ve Tarıya ulaşmış ve böylece Tanrı’dan kağanlık kutluluğunu, almış oluyordu. Bu, bizim görüşümüzdür.
Türklerde bu mukaddes renk, Kök Tengri ve Kök Türk deyimlerinde, bütün açıklık ve haşmetiyle görünmektedir.
Tengri yani Tanrı sözünün Türklerde başlangıçtan beri, geniş anlamda göğü ve göğün maviliğini aldığını söylemiştik.
Aslında Gök ve Yer, her şeyin ikili esas unsurudur. Kişioğlu, bu iki unsuru tamamlıyordu. Türk kağanı da, Türk devlet felsefesi nin bir katkısı olsa gerekti. Varlık (existence), yaratılışla birlikte olma fikri, ağır basmaktadır.
İnsanlık (Humanitas), Türklerde gök ile yeri tamamlayan, bir üçüncü unsur gibi görünüyor.
Türk düşüncesinde, eski İran mitolojisinde olduğu gibi, yer ile gök, ayrı bir alem olarak görülmüyorlardı.
Türkler için önemli olan, yeryüzü üzerinde bulunan, yerler ile sular idiler. İnsan ve hayvanları besleyenler de bu mukaddes varlıklar idiler.
Türkler, dişiyi bir yana atıp, erkeği öne çıkarmıyorlardı.
Bütün insanlar, ayrıcalıksız idiler , İnsanlarda eşitlik, Türk düşüncesi ile sosyal yapısının, başlıca özelliğidir. Türk tarihinde, her Türk’ün en yüksek mevkilere yükselebilmesi de, bunu gösterir. Doğuştan gelen, bir soyluluk gözetilmiyordu. Hanedan dışında, herkes ayrı idi.
Tuna Bulgarları’na ait yazılı kayalarda, Türk soyundan gelen Bulgar Hanların, sembol olarak, ellerinde birer doğan tutuyorlardı. Orta Avrupa’da bulunmuş Peçenek Türklerine ait eserler üzerinde de ellerinde doğan tutan, atlılar görülüyordu.
Doğan, Türklerde daha çok avcılıkta kullanılan bir ev hayvanıdır. Evlerin ve sarayların bir süsü: hakanlar ile yigitlerin ise, bir sembolüdür. Elinde doğan tutan, Osmanlı padişahlarının, minyatürleri bile yapılmıştır.
Kurdun Türklerde iki yüzü vardır: ilahi yüzü ile kötü ve hırsız yanını birbirine karıştırmamak gereklidir. Bunun içindir ki, Kırgız Türkleri de, yiğit ve seçkin kişilere, Kök börü diyorlardı, Bu, yüce bir unvandır ve destanlarda geçer. Kurdun kötü yanlarını gösteren, karışkır kaskır ise, kişi adları olarak kullanılmıyordu.
Börü yani kurt, üstünlük, büyüklük ve yiğitlik anlamındadır.
Oğuzlar kurt ; diğer Türkler ise, böri diyorlar: Türkler bildiğimiz kurd, çok eskilerden beri, Böri , veya börü derlerdi. Bu ünlü eski Türk sözü, Anadolu’da da söylenmekte ve yaşamaktadır. Tek gezen azılı kurtlara da, yalınsak deriz. Eski Türk ailelerinde, büyüklerin adlarını söylemek yasak ve tabu idi. Bundan dolayı, Kurdun adında küçük hayvanların adı ile, örtülü olarak tanımlanmış olması düşünülebilir.
Orta Asya Türk halk edebiyatı’nda kurt, çoğu zaman erkektir. Bundan da anlıyoruz ki, Ortaasya Türk kavimlerinin alt kesimlerinde, anne ailesi nin izleri henüz daha kaybolmamıştı. Bunu, çok eski Türk totemizminin kalıntıları olarak da kabul edebiliriz. Büyük devlet kurmuş olan Türklerde –örnek olarak Göktürklerde ise kurt- dişi, yani büyük anne’dir. Buna karşılık Türk kavminin, veya Türk devletini kuran ailenin atası ve babası ise, bir insan ve bir erkektir. Bunun için anne ailesi gelişmiş Türklerde çoktan kaybolmuş ve onun yerine, baba ailesi gelişmişti.
Orta Asya, Altaylar ile Sibirya’da yayılan Türk Halk edebiyatında ise kurt, hâlâ kalın bir mitoloji türüne bürünmüş görünmektedir. Oralarda insan, bazen kurt donuna giren bir yiğit, bazen bir dev oğlu olur. Bazen de gökte, büyükayı burcu ile birlikte görülür. Çoğu zaman güzel kızlara karşı ise, aşırı bir eğilimleri vardı.
Büyük devletler kurmuş olan Türklerde kurt, artık sembol haline gelmişti. Onlarda din ve totemizm izleri, çoktan kaybolmuş. Kurt Göktürklerde, tuğlar ile bayrakların tepesinde yer alma yolu ile bir devlet sembolü olmuştu.
Eski Türk dininde, Tanrı ile kul arasına, kişiler girmiyorlardı Gök Kurt gibi, ancak sembolik görüntüler vardı.
Demir asalar, ise Babür’e göre, sevgililerini kaybetmiş kızlar ve kadınlar tarafından sembolik olarak kullanılıyordu.
Türklerde çevgen daha çok, başı bir hayvan bağı ile süslenmiş bir değnektir. Bunlar, Anadolu ve Ortaasya Türk dervişlerinin ellerinde de görülür.
Hızır, Türk kavimlerinde en yaygın bir inanış ve anlayıştır. Anadolu’nun en uzak köylerinde bile, Hızır ile ilgili bir çok inanışlar vardır. Ancak bu inanışlar ile İslâmiyetteki Hızır arasındaki benzerlikler, çok azdır. Bunun içindir ki biz burada, İslamiyetten önceki, Gök sakallı, Ak sakallı, Kocalar a doğru indik. Zaten bu kocalar’ın özellikleri, Hızır’dan pek ayrılmıyordu. Eski Türk Kocaları, ad değiştirerek Hızır tanıtması ile ortaya çıkmışlardı. Türk edebiyatı ile şehir kültürlerinde Hızır, İslâmiyet şalı ve anlayışı ile devam etmişti.
Aslında kel oğlan bir iyilik ve iyi insan motifidir.
Kur’an ve Tevrat soy kütüğüne bağlanan Türkler ise, Nuh oğlu Yafes’in bir oğlunun adını, Alp Er Tonga gibi- Türk yapmışlar ve onu da getirip, yine Issık-göl kıyısına yerleştirmişlerdi.
Kaşgarlı Mahmud, Semizkend (Semerkand) ve Taşkend gibi (Batı Türkistan’ın büyük şehirlerini), Türklerin yaptığı inancındadır. Ancak eski günlere hasret duyuyor. Ve Bu yerlerde Farslılar çoğaldıktan sonra, buraları, Acem şehirleri oldu diyerek üzülüyordu.
Tonga Alp , veya Tonga Alp Er , yiğit ve cesur kişiler için söylenen, yaygın bir tanıtma olarak da, görülüyor. Bu sözü yalnızca bir yerde Efrasyab karşılığı olarak söyleyen Kutadgu Bilig, bunu diğer yerlerde yiğitler için söylenen, yaygın bir sıfat olarak kullanıyordu: Negu ter eşidgil Tonga Alp Erig , yani (Yiğit ve alp er, ne diyor işit!) Başka bir yerde, bir yiğidi öğerken de, şöyle diyordu: Ukuşlug, biliglig, Tonga alp yürek , yani, (Akıllı, bilgili, yiğit ve alp yürekli.)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir