İçeriğe geç

Türk Mektupları Kitap Alıntıları – Ogier Ghiselin De Busbecq

Ogier Ghiselin De Busbecq kitaplarından Türk Mektupları kitap alıntıları sizlerle…

Türk Mektupları Kitap Alıntıları

Ahlak bozukluğunun faziletin yerini aldığı, cezayı hak eden davranışların şerefli ve itibarlı sayıldığı bir ahlak anlayışıyla ne yapabilirsiniz ki?
Her insanın baş düşmanı kendisidir ve aşırı olmaktan daha amansız bir hasmı yoktur.
Düşmanımız çok eskilerdeki Attila, büyükbabalarımızın hatırladığı Timurleng ve günümüzdeki Osmanlı sultanları gibi hiçbir engel tanımayan, ilerleyişi karşısında her şeyin yıkıldığı ve üzerimize Tanrı’nın gazabıyla gönderilmiş bir bela ise böyle bir düşmana karşı alelacele toplanmış küçük bir ordu ile karşı koymanın sadece budalalıkla değil çılgınlıkla suçlanması gerekir.
Türklerin düzenini bizimkiyle kıyasladığımda geleceğin başımıza getireceklerini düşünüyor ve ürküyorum.
Türkler bütün hayvanlara, özellikle kuşlara çok şefkatli davranırlar.
Türk imparatorluğunda her insanın içinde doğduğu şartları değiştirme ve kaderini tayin etme imkânı vardır.
Şehrin bulunduğu mevkie gelince, burasını tabiat sanki dünyanın başkenti olmak üzere yaratmış.
Çağımızın ahlaki değerlerden mahrum olduğunu düşünmem başkaları tarafından suç sayılabilir.
Türk orduları yağmur sularının kabarttığı azametli nehirler gibidir.
İnsan bir dostuyla sohbet ederken ağzına ilk geleni söyler.
Türk orduları yağmur sularının kabarttığı azametli nehirler gibidir. Aktığı yatağın herhangi bir yerinde onları durduran engelden sızıp geçebilirlerse, bu gedikten boşalarak sonsuz tahribat yaparlar. Hatta onları engelleyen setleri bir kere aştılar mı genişleyerek uzaklara yayılıp tahminlerin ötesinde bir enkaz yaratırlar.
Türklerin cesaretini fevkalade buluyordum. Gecenin karanlığına, ay ışığı olmamasına ve şiddetli rüzgarlara rağmen yola devamda hiç tereddüt etmediler.
Türklerin bir özelliği de binalarında ihtişamdan kaçınmaları. Bu gibi şeylere önem vermeyi kendini beğenmişlik, gurur ve gösteriş addediyorlar ,bunlar adeta insanın bu dünyada ebediyen var olmayı beklediğine işaret edermiş gibi. Evlerine, bir yolcunun hana baktığı gözle bakıyorlar. Onları hırsızlardan, sıcak, soğuk ve yağmurdan koruyorsa başka bir lüks aramazlar.
Facilis descensus Averni

Cehenneme gitmek kolaydır.

Bu konu kitap yazmayı gerektirir.
Gülmeyi küçümsemeyin, insanın sahip olduğu bu özel imtiyaz onun mutsuzluğuna en iyi tedavidir.
Zira dürüst bir insana yapılan iyilik hiçbir zaman boşuna değildir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Ahlak bozukluğunun faziletin yerini aldığı, cezayı hak eden davranışların şerefli ve itibarlı sayıldığı bir ahlak anlayışıyla ne yapabilirsiniz ki?
Eğer şerefimiz için savaşmayı reddedersek, var olmak için savaşmak zorunda kalacağız.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Zamanında bana verdikleri sıkıntılar ne kadar büyük olmuşsa, onları anlatırken aldığım keyif de o kadar fazla.
Gülmeyi küçümsemeyin, insanın sahip olduğu bu özel imtiyaz onun mutsuzluğuna en iyi tedavidir..
Zaman ve tecrübe, tartışma kaldırmayacak teorileri bile çoğu defa boşa çıkarır..
Türk orduları yağmur sularının kabarttığı azametli nehirler gibidir..
Bizim usullerimiz ise çok farklı. Bizde meziyete yer yoktur. Her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan sadece soylu olmaktır.
Kişi tembel ve sahtekar ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar.
Türklerin ilk önem verdiği şey atların, araba ve eşyaların güven altına alınması. Kötü hava şartlarından korumakla insana yeteri kadar önem vermiş olduklarını düşünüyorlar.
Öncelikle dikkatimi çeken şey askerin kendi birliğine ait mıntıkanın dışına çıkmamasıydı. Bizim ordugâhların durumunu bilen bir kişi buna inanmakta zorluk çeker. Gerçek olan şu ki her tarafa tam bir sessizlik ve huzur hâkimdi. Ne bir münakaşaya ve zorbalığa rastlamak mümkündü, ne de içkinin yarattığı taşkınlığa, bağırış çağrışa ve sarhoşluğa. Ayrıca her yer tertemizdi. Etrafta gübre yığınları veya çöp görmeniz, insanın gözünü ve burnunu rahatsız edecek bir şeyle karşılaşmanız söz konusu değil. Türkler bu gibi pislikleri ya gömüyorlar ya da göz önünden kaldırıyorlar. Asker kendi pisliğini çapasıyla toprakta açtığı bir çukura gömüyor. Bütün ordugâhı böylece tertemiz tutuyorlar. İçki içilip coşulduğunu ve kumar oynandığını göremezsiniz. Bunlar bizim askerlerimize ait kötü alışkanlıklardır. Türkler kâğıt ve zar oyunlarının sebep olduğu zararı bilmezler.
Türk askerinin yaptığı talimlerle ilgili olarak size anlatmadan geçmek istemediğim bir husus var. Bu da geçmişi Perslere kadar uzanan bir talim şekli: at sırtında kaçar gibi yaparak dönüp kovalayan düşmana atış yapmak. Bunu şöyle talim ediyorlar. Düz bir alanda çok yüksek bir direğin tepesine pirinçten bir topu sabit olarak oturtup atlarını direğe doğru dörtnala koştururlar. Direği geçer geçmez istikamet değiştirmeden koşmakta olan atın üstünde birden dönüp geriye yaslanarak topa ok atarlar. Sık sık tekrarladıkları bu talim sayesinde kaçarken arkaya ok atıp düşmanı hiç beklemediği anda kolayca vurabilme melekesini kazanırlar.
Taşınan zırhları başlıca hassa süvarileri kullanırlar. Yeniçeriler hafif silahlarla donatılmıştır ve genelde göğüs göğüse çarpışmazlar, misket tüfeği kullanırlar. Düşman yakındaysa ve çarpışmaya girilecekse zırhlar getirilir. Bunların çoğu önceki savaş alanlarından toplanmış eski zaferlerin ganimetleri olup hassa süvarilerine dağıtılır. Aksi halde süvarileri koruyan sadece hafif bir kalkandır. Böyle alelacele verilen zırhlar bunları giyenlerin bedenlerine ne kadar zor uyar tahmin edebilirsiniz. Birinin göğüs zırhı dar, diğerinin miğferi bol gelir, bir diğerinin zırh gömleği ağırdır taşıyamaz. Her yerde bir tersliktir gider ama bunu sükûnetle kabul ederler, yalnız korkakların silahlarına kabahat bulduğunu düşünürler ve teçhizatları ne olursa olsun savaşta kendilerini göstereceklerine ant içerler. Üst üste kazanılan zaferlerin ve savaş tecrübesinin onlara verdiği güven işte böyledir. Bundan dolayı kıdemli bir piyadeyi süvariye almakta tereddüt etmezler. Hiç at sırtında çarpışmamış olmasına rağmen savaş tecrübesinden geçmiş ve uzun süre askerlik yapmış birinin her türlü çarpışmadan başarıyla çıkacağına inanırlar.
Türkler askerlerinin sıhhatine ve kötü hava şartlarından korunmasına büyük özen gösterirler. Asker düşmana karşı kendi kendisini korumak zorundadır, fakat askerin sağlığını korumak devlete aittir. Bu nedenle üstü başı silahından iyidir. Türkler özellikle soğuktan korkar ve korunmak için yaz aylarında bile üç kat giyinirler. İçlerine giydikleri -buna gömlek veya ne derseniz deyin- kaba iplikten dokunmuştur ve çok sıcak tutar. Soğuğa ve yağmura karşı daima çadır taşınır. Bu çadırlarda her askere sadece yatacak kadar bir yer verilir. Bir çadır 25,30 yeniçeriyi barındırır. Bahsettiğim giyeceklerin kumaşını devlet karşılar. Sürtüşme ve iltimas kuşkusunu ortadan kaldırmak için kumaşın dağıtımı şöyle yapılır: Askerler bu işe ayrılan yere -seçim yeri veya ne isim verirseniz verin- karanlıkta bölük bölük çağrılırlar. Burada bölükteki asker adedi kadar kumaş takımı serilidir. İçeri girerler ve karanlıkta kısmetlerine düşeni alırlar. Böylece iyi veya kötü kumaşa sahip olmalarının nedeni sadece şanslarına bağlı kalır. Aynı nedenle maaşları sayılarak değil tartılarak verilir ve böylece hiç kimse hafif veya kenarı kopuk akçe aldığından şikâyet edemez. Maaşlar dağıtılması gereken günden bir önceki gün ödenir.
Onlarda güçlü bir imparatorluğun büyük kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve tedbir var. Yoksulluk, kişisel israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde. Asker itaatsiz. Subaylar para canlısı. Disiplin küçümseniyor. Başıboşluk, umursamazlık, ayyaşlık ve ahlaksızlık yaygın. En kötü olan da şu: düşman zafere alışkın biz ise yenilgiye. Sonucun ne olacağından şüphe edebilir miyiz? Lehimizde olan tek husus İran’dır. Düşmanımız saldırmak için acele ederken ardındaki bu tehlikeyi gözetmek durumundadır. Ancak İran akıbetimizi sadece geciktirir, bizi kurtaramaz. Türkler İran konusunu hallettikten sonra Doğu’nun var gücüyle boğazımıza sarılacaktır. Ne kadar hazırlıksız olduğumuzu söylemeye cesaret edemiyorum.
Sultan sefere çıktığında yanına 40.000 deve ile bir o kadar da yük katırı alır. Eğer gidilen yer İran ise bu hayvanların çoğuna türlü tahıllar ve özellikle pirinç yüklenir. Develerle katırlar çadırları, silahları ve savaş için gerekli her türlü alet ve teçhizatı da taşırlar. İran denen ülke bizlerin tabiriyle Sufilerin (Türkçe adı Kızılbaş) hâkimiyetindedir. Bu toprakların verimi ülkemize kıyasla çok düşüktür. İşgale uğradığında oraların halkı her şeyi yakıp yıkarak, düşmanı yiyeceksiz bırakıp geri çekilmeye zorlar. Bu nedenle eğer istila eden ordu yeterinden fazla yiyecekle gelmemişse ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kalır. Asker düşmana doğru giderken yanındaki yiyeceğe el sürmekten kaçınır, zira geri çekilirken düşmanın tahrip ettiği topraklardan dönmeye mecburdur. Zaten o kadar büyük bir asker ve yük hayvanı kalabalığı giderken geçtiği yerleri çekirge sürüsü gibi silip süpürmüş olur. İşte o zaman sultanın erzak çuvalları açılarak yiyecekler açlıktan öldürmeyecek ölçüde tartılıp yeniçeriler ve sultana bağlı birliklere dağıtılır. Eğer diğer askerler kendi yiyeceklerini temin etmemişlerse halleri haraptır. Aralarından çoğu başka seferlerde böyle zorluklarla karşılaştıklarından -bu özellikle süvariler için geçerlidir- yedeklerine ihtiyaçları olan malzemeyle yüklü bir at alırlar. Bu malzemeler kendilerini yağmurdan ve güneşten koruyacak ufak bir çadır bezi, bazı giyecekler, şilte ve içinde un, küçük bir kutu tereyağı, baharat ve tuz olan iki deri torbadır. Çok aç kaldıklarında bunlarla idare ederler. Birkaç kaşık unu suyla karıştırıp içine biraz tereyağı ile tat versin diye tuz ve baharat katarlar. Bu yemek ateşte kaynayınca büyük bir tencereyi dolduracak kadar kabarır. Sonra da miktarına göre günde bir veya iki öğün, eğer peksimetleri varsa, ekmeksiz yerler. Böylece bir ay hatta daha uzun süre karınlarını bununla doyurmaya çalışırlar. Bazı askerler de yanlarına ufak bir torba içinde kurutularak ufalanmış sığır eti alır ve onu da aynı şekilde un gibi kullanırlar. Bu daha katı bir gıda olduğu için çok yararlıdır. Bazen de at etine başvururlar. Büyük bir orduda ister istemez birçok at ölür. Bunların iyi durumda olanları açlık çeken askere mükemmel bir gıda olur. Bir hususu ilave etmek isterim. Sultan karargâhını kaldırdığında atları ölen askerler eyerleri başlarının üstüne koyarak onun geçeceği yol boyunca uzun bir sıra halinde dizilirler. Bu davranış atlarını kaybettiklerini ve yenisini satın almaları için onun yardımına başvurduklarını anlatır. Sultan da uygun gördüğü şekilde onlara bağışta bulunur.
Görüşüme göre Türklerin en çok faydalandığı iki şey var: tahıllar arasında pirinç ve yük hayvanları arasında deve. Bunların ikisi de uzak seferler için fevkalade uygun.
Yükü paylaşmayan bir kimsenin kazanılandan pay istemeye hakkı yoktur.
Türk askerlerinin yangın çıkmasını istemelerinin bir nedeni var. Söndürmek onların vazifesi olduğu için -söylediğim gibi genellikle etrafındaki binaları yıkıyorlar- sadece yanan evlerin değil komşu binaların eşyalarını da yağmalıyorlar. Dolayısıyla yağma fırsatı çıksın diye evleri sık sık gizlice ateşe verirler. Bunun bir benzeriyle İstanbul’da karşılaştığımı hatırlıyorum. Birçok yerde birden yangın çıkmıştı. Bunların büyük bir ihtimalle kaza eseri olmadığı belliyken kundakçılar bulunamamış ve İranlı casuslar suçlanmıştı. Sonradan daha titizlikle yapılan araştırmada yangını limandaki gemicilerin çıkardığı anlaşıldı. Gemiciler yangın bahanesiyle yağmaya fırsat yaratmak istiyorlarmış.
Eğer şerefimiz için savaşmayı reddedersek, var olmak için savaşmak zorunda kalacağız.
Haber ordugâha yayılınca bütün asker kedere boğulmuş ve bu acı manzarayı görmeye gelmeyen kalmamıştı. En çok dikkat çekenler yeniçerilerdi. Hissettikleri dehşet ve öfke öyle büyüktü ki ümitlerini bağladıkları Mustafa cansız yerde yatarken biri başlarına geçseydi onları hiçbir şey durduramazdı. Olanlara sabırla katlanmaktan başka çareleri kalmamıştı. Böylece, kederli ve sessiz, gözleri yaşlarla dolarak talihsiz şehzadelerine doyasıya yas tutabilecekleri çadırlarına döndüler. Önce Süleyman’a deli bozuk ihtiyar diye verip veriştirdiler. Ardından Osmanlı hanedanının bu en parlak yıldızını birlikte söndüren Mustafa’nın üvey annesiyle Rüstem’e sövüp saymışlardı. O gün yeniçeriler ağızlarına bir lokma yemek koymamış, su dahi içmemişlerdi. Hatta aralarında günlerce yemek yemeyenler de olmuştu.
Türk sultanlarının oğlu olmak büyük bir mutsuzluk, zira aralarından biri babasının yerine tahta geçtiğinde bu diğerleri için kaçınılmaz bir ölüm demek. Türkler tahta rakip istemez. Onları zorlayan aslında hassa askerlerinin davranışıdır. Eğer tahta geçenin kardeşlerinden biri hayatta kalabilmişse bu askerler sultandan devamlı olarak ihsan talep ederler. Bu talepleri geri çevrilecek olursa Allah kardeşine uzun ömür versin , Allah kardeşini korusun nidaları duyulmaya başlar. Bu yolla kardeşini tahta geçirmek istediklerini açıkça belli ederler. Dolayısıyla Türk sultanları ellerini kardeş kanıyla kirletmek ve saltanatlarına cinayetle başlamak zorunda kalırlar.
Türk diyarında, hatta Türklerin kendi aralarında bile kişisel faziletten başka hiçbir şeye değer verilmez. Tek istisna Osmanlı hanedanıdır. Soyluluğu sadece bu sülalede doğmak tayin eder.
Türk orduları yağmur sularının kabarttığı azametli nehirler gibidir. Aktığı yatağın herhangi bir yerinde onları durduran engelden sızıp geçebilirlerse, bu gedikten boşalarak sonsuz tahribat yaparlar. Hatta onları engelleyen setleri bir kere aştılar mı genişleyerek uzaklara yayılıp tahminlerin ötesinde bir enkaz yaratırlar.
Belgrad’ın düşmesinin, bir selin önündeki bendin yıkılmasına benzediği ve Macaristan’ın şimdi içinde bulunduğu sorunlara sebep olduğu aşikârdır. Bunun ilk sonuçları olarak Kral Lajos’un ölümünü, Buda’nın zaptını, Transilvanya’nın boyunduruk altına alınarak gelişen bir krallığın yıkılışını, bir de aynı akıbetin kendi başlarına da gelmesinden korkan komşu ülkelerin endişesini sayabiliriz.
Türklerin bir özelliği de binalarında ihtişamdan kaçınmaları. Bu gibi şeylere önem vermeyi kendini beğenmişlik, gurur ve gösteriş addediyorlar -bunlar adeta insanın bu dünyada ebediyen var olmayı beklediğine işaret edermiş gibi. Evlerine, bir yolcunun hana baktığı gözle bakıyorlar. Onları hırsızlardan, sıcak, soğuk ve yağmurdan koruyorsa başka bir lüks aramazlar.
Türk orduları yağmurun kabarttığı kuvvetli nehirler gibidir.
Yalnızlığım ve çektiğim sıkıntılar içinde eski dostlarım olan kitaplarla kendimi teselli ediyorum. Onlar hiç bir zaman güvenimi sarsmadılar ve bana daima gece gündüz ihtimamla hizmet ettiler.
Uzun başarı dönemi bu insanlara öyle bir gurur vermiş ki isteklerine uyanı doğru, uymayanı haksız buluyorlardı.
“Dolayısıyla (hayvanlar) insanların şefkatine ve yardımına muhtaçtırlar. İşte bu nedenle bir hayvanın eziyet edilerek öldürülmesi veya çektiği acıdan zevk alınması Türkleri hiddete boğar.
Aslında Türklerin arasında yaşamak isteyen biri hududu geçer geçmez para kesesinin ağzını açmalı ve bir daha hiç kapatmamalı.
Orada bulunduğu sürece etrafa para saçmalı ve bunun boşa gitmemesi içinde dua etmeli.
Türklerin katı yüreklerini yumuşatmanın tek yolu budur. Para onların dik başlı kafalarını yumuşatmak için Tılsım gibi tesir eder.
Gülmeyi küçümsemeyin, insanın sahip olduğu bu özel imtiyaz onun mutsuzluğuna en iyi tedavidir.
Kişi tembel ve sahtekar ise hiçbir zaman yükselemiyor, küçümsenip hakir görülüyor.
Türk imparatorluğunda her insanın içinde doğduğu şartları değiştirme ve kaderini tayin etme imkanı vardır.
Zaman ve tecrübe, tartışma kaldırmayacak teorileri bile çoğu defa boşa çıkarır.
Bir zamanlar İstanbul’da yaşlı bir adam görmüştüm. Kadehi eline aldığında avazı çıktığı kadar haykırıyordu. Dostlarıma bunun sebebini sorduğumda, ruhu vücudunun uzak bir köşesine çekilsin yahut onu tamamen terk etsin diye bağırdığını söylemişlerdi. Böylece işlemek üzere olduğu suça ruhunu da bulaştırmamaya, içeceği şarapla onu kirletmemeye çalışıyordu.
“Dolayısıyla (hayvanlar) insanların şefkatine ve yardımına muhtaçtırlar. İşte bu nedenle bir hayvanın eziyet edilerek öldürülmesi veya çektiği acıdan zevk alınması Türkleri hiddete boğar.
Türkler vebaya karşı kayıtsız kalmalarını ve bu hastalıktan korunmalarını engelleyen bir düşünceye sahip. İnsanın ne zaman ve ne şekilde öleceğinin tanrı tarafından alınlarına yazılmış olduğuna inanıyorlar.( ) İşte bu düşünceyle vebadan ölen birinin elbisesini, çarşafını henüz üzerinde hastanın teri kurumadan eklemekten kaçınmazlar hatta bunlarla yüzlerini bile silerler. Eğer Tanrı bana ölümü takdir ettiyse öleceğim, etmediyse bir zarar gelmez derler. İşte salgın böylece her yanı sarmış ve bazı ailelerin tamamını silip süpürmüştü.
Türkler anlık işlerde dahi intizama dikkat ederler. Biz ise en mühim konularda bile bunu ihmal ederiz
Dolayısıyla Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler kabiliyet ve faziletin mükafatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekar ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenler neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden ırk olarak hakimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar .
Elleri kanun yerine silah tutmaya alışmış kimselerden ince ve hassas teferruata dikkat göstermelerini bekleyemezsiniz. Ortaya çıkan ilk fırsatı yakaladılar ve hangi istikamette nereye kadar ilerleyeceklerini düşünmeye gerek görmediler.
Rum papazların bir geleneği vardır. Her yıl baharın belirli bir gününde sanki kapalı imiş gibi tasavvur ettikleri denizin sularını kutsayarak açarlar. Denizciler bu gelenek yerine getirilmeden kendilerini dalgalara rahatça emanet edemezler. Türkler de bu geleneğe kayıtsız kalmamıştır. Bir deniz yolculuğuna çıkacakları zaman Rumlara suların kutsanıp kutsanmadığını sorarlar. Kutsanmadığı cevabını alırlarsa yelkenlerini indirirler. Ancak kutsandığı söylenirse teknelerine binip yelken açarlar.
“Türkler gül yapraklarının da yere düşmesine hiç meydan vermezler. Çünkü itikatlarınca gül Muhammed’in terinden peyda olmuştur.”
Gülmeyi küçümsemeyin, insanın sahip olduğu bu özel imtiyaz onun mutsuzluğuna en iyi tedavidir.
Zaman zaman İstanbul ve Pera’dan dostlarım ile Ali’nin hane halkından bazı Almanlar ziyaretime geliyordu. Veba salgını azalıyor mu diye sorduğumda aralarından biri Hiç kuşkusuz dedi.
Peki günde kaç kişi ölüyor? diye sordum.
500 kadar.
Aman Tanrım, diye bağırdım, buna rağmen bana hiç kuşkusuz diyorsunuz. En kötü döneminde kaç kişi ölüyordu?
1000 veya 1200 dolaylarında diye cevap verdi.
“Ceviz yemek istiyorsan kabuğunu kırmak zorundasın”
“Ceviz yemek istiyorsan kabuğunu kırmak zorundasın”
“Türkiye’de, hatta Türklerin kendi aralarında bile, şahsi meziyet ve liyakatten başka hiçbir şeye kıymet verilmez.”
“Türkiye’de, hatta Türklerin kendi aralarında bile, şahsi meziyet ve liyakatten başka hiçbir şeye kıymet verilmez.”
Türkler, 7-8 yaşlarında ok atmaya başlar ve aralıksız 10-12 sene devam ederler. Bu sebeple kolları kuvvetli olur. Öyle ki, hedef ne kadar küçük olursa olsun isabet ettiriyorlar. Kullandıkları yay bizimkilerden daha kısa ve sağlamdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir