İçeriğe geç

Türk Medeniyeti Tarihi Kitap Alıntıları – Ziya Gökalp

Ziya Gökalp kitaplarından Türk Medeniyeti Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Türk Medeniyeti Tarihi Kitap Alıntıları

&“&”

’’Türk milleti başka milletlere benzemezdi. Başına bir kahraman gelirse, siyasette ve medeniyette birdenbire parlar, siyasi ve medeni seviyesi birdenbire yükselirdi. Başında bir kahraman bulunmazsa, bölünme ve dağılma başlardı.&”
’’Türkler Farisi’lere kafir nazarıyla baktıklarından, İran medeniyetine kıymet vermiyorlardı.’’
’’Eski Türkçe’de yaluy, sihir manasındaydı. Yalvaç kelimesi bu asıldan türer.’’
’’Oğuz Han’la Mete’nin aynı şahsiyet olduğuna başka delil de vardır: Oğuz Han babasıyla harb etmiş ve babası bu harbte maktul düşmüş. Mete de Çin tarihlerine göre, babasıyla harp etmiş ve babasını öldürmüştür.
Bundan başka Mete ile Oğuz Han’ın aynı milletlerle muharebe etmeleri ve bütün Türk illerini bir hakimiyet altında toplayarak bir Turan ilhanlığı vücuda getirmeleridir. En son ikisinin de yeni bir din ve yasa kurarak meydana çıkmalarıdır.’’
’’Ey oğullarım! Çok yaşadım, mızrakla çok cenk ettim, çok ok attım, çok aygırlara bindim. Düşmanları ağlattım, dostları güldürdüm. Gök Tanrı’ya her şeyi feda ettim. Size de yurdumu veriyorum.’’
’’Türk illerini arap, kürt, berber aşiretlerine benzetmek doğru değildir. Onlar, henüz aşiret devrini geçmemişlerdir. Eski Türklerse kaç kere siyasi hayatın tudunluk, yabguluk, hakanlık tiplerinden geçerek, İlhanlık tipine kadar yükselmişlerdir. Türklerin en aşağı derecesi ildir. İl ise bir aşiret değil, küçük bir millettir.’’
’’Yalnız bir kere Moğolların eline geçti. Fakat bu zamanlarda da bütün Turan’da resmi lisan ancak Türkçe olurdu. Resmi kanunda Türk Töresinden ibaret bulunurdu.’’
’’Turan yahut büyük Türkistan dediğimiz geniş kıta, muazzam bir kum denizinden ibarettir.’’
Umumi vatandan düşmanları kovan ve bütün Türk milletini bir bayrak altında toplayan Mete’dir. Ayrıca Mete askerlik ve siyasetçe bir dahiydi.
&”Hiung-nu&” ve &”Hun&” tabirlerinin aslı, Türkçe de &”Kun&” kelimesidir…
Kun kelimesinin manasına gelince Mahmud-ı Kaşgari lügatine göre bu kelime, Argu Türkçesinde &”koyun&” anlamındadır. Bu Argu Türkleri ihtimal ki &”Orgun=Orhun&” Türkleridir.
Eski Türkler &”kut&”u gökten inen bir nur sütunu, bir altın ışık suretinde tasavvur ederlerdi. Bu altın ışık hangi insana, hangi hayvana, hangi şeye temas ederse onu gebe bırakırdı.
Eski Türkler, Türkçe konuşmayan milletlere &”Sumlım&” derlerdi. Hem lisanca hem de dince Türklere benzemeyenlere &”Sumlım Tat&” derlerdi. Bundan anlaşılıyor ki &”Türk&” kelimesi Türkleri, diğer kavimlerden yalnızca lisanca ve siyasetçe ayıran bir tabir değildi; onları din itibariyle de yabancılardan ayırıyordu. Zahiri iştikakına (biçimsel etimolojisine) bakılırsa &”Türk&” kelimesi &”Töreli&” demektir. &”Töre&”, &”teamül ve âdet&” manasındadır.
Türkler, Altay ırkına ve Ural Altay ırkına mensup değillerdi. Türkler uzun müddet, siyasetçe veyahut medeniyetçe beraber yaşamışlardı…

Eugene Pittard, &”Irklar ve Tarih&” adlı eserinde diyor ki: &”Türkler, kendi başlarına bir ırktırlar. Başka ırkların birisinden ayrılmış değildirler. Türklerle Moğollar ve Tunguzlarla Tatarlar, aynı ilhanlıkların asırlarca devam eden müşterek terbiyesine almışlar ve mütekabilen birbirini temsil etmişlerdir.&”

&”Bir saltanat, at üzerinde tesis edilebilir, fakat at üzerinde idare olunamaz.&”
Sakın olmaya ki şehirlerde oturasınız, yerleşesiniz. Zira şehirde oturanların ili ve boyu malûm olmaz, asalet ve şerafeti kalmaz; beylik ve asalet, ancak göçebelikte ve Türkmenliktedir.
Bilge Han, kayınbabasına bir şehir tesis ederek, milletiyle beraber orada yaşayacağını bildirdi. Kayınbabası dedi ki: &”Şehirde ve köyde yaşamak, bizim işimize gelmez. Şimdiye kadar, hür ve müstakil kalmamız göçebelik sayesindedir. Göçebe olduğumuz için, istediğimiz dakika da Çin’e akın ve çapul yaparız. Çinliler, işten haberdar olup seferberlik ilan edinceye kadar, biz aile çadırlarımızla beraber, Çinlilerin yetişemeyeceği uzak ülkelere çekilmiş bulunuruz. Bu suretle Çinliler isterlerse, beş yüz binlik, hatta bir milyonluk askerle üzerimize gelsin, bize hiçbir şey yapamaz.&”
Bu sözler, Bilge Han’ı şehir yapmaktan vazgeçirdi.
Eski Türkler yaratıcı bir kavimdiler. Çinliler ise Türklerin katipleriydi. Türklere ait birçok yaratma ve yeni buluşları Çin kitaplarında bulursak, bundan dolayı şaşmamalıyız. Türk yapar, Çinli yazardı.
İl, kelimesi Divan-ı Lügati’t Türk’e göre Barış manasınadır. İlci " barışçı demektir. Eski Türklerde devlet, barış dininden olduğu için, devlete de il adı verilirdi.
Doğu Türklerince 9 sayısı kutsal olduğundan, ödüller ve cezalar bu sayıdan yahut bunun katlarından yapılırdı.
Türklerde güneş, kadındır. Ay erkektir.
Kaşgarlı Mahmut’a göre kun" kelimesi Orhun lehçesinde koyun demektir.
Eski Türklerde dine nom" adı verilirdi. Din kitabına da "num" derlerdi.
Çinlilerde iki üç bin seneden beri hiç bir değişiklik olmadığı için Çin ailesi, henüz eski şeklini muhafaza etmektedir. Türk ailesi ise, İslamiyet’ten sonra, gerek İslâmiyet’in, gerek doğu medeniyetinin tesirleriyle büyük değişmelere uğramıştır.
Eski Türklerin sanayisi, bilhassa debbağlık, saraçlık, çadırcılık, halıcılık, demircilik, kuyumculuk, kilimcilik, keçecilik gibi şeylerdi. Erkekler bile, en güzel elbiseleri giyerler. Eski Türkler, yeşim taşından yüzükler takarlardı. Atlarına da yeşim taşından ziynetler takılırdı. Fakat yeşim taşının gerek kadınlar ve gerek erkeklerin nazarındaki bu yüksek kıymeti, maddi özelliklerinden değil, sihri kuvvetlerinden ileri gelirdi.
Eski Türkler göçebe olmakla beraber ziraattan de büsbütün mahrum değillerdi. Tarasun adlı içkilerini darıdan yaparlardı. Bundan başka tarhana gibi hububattan yapılmış yemekleri vardı. Eski Türkler çiftçiye tarancı derlerdi.
Büyük devletler, deniz kıyılarında yahut ırmak kenarlarında kurulmuştur. En mühim ticaret vasitası, gemilerdir. Türklerin de büyük bir denizi vardır ki buna çöl derler. Şarkta Gobi Çölü ve garpta Kıpçak Çölü, birer susuz deniz mahiyetindedirler. Türk gemileri de atlar, develer, öküzlerdir. Bir Türk atasözü diyor ki Türkün atı kanadıdır". Türk kervanları bu kanatları açarak Gök Deniz’den Kara Deniz’e ve Ak Deniz’e kadar yollanırlardı. Bu büyük çölde birçok vahalar vardır ki denizin limanları hükmündedir. Çöl denizinde seyrüsefere mani dağlar yoktur. İşte Türk ticareti, Türklerin bu karasal denizleri sayesinde dünyayı dolaşıyordu.
Kazak, kazlı" demektir. Kaz gibi hür ve serbest demektir. Kazak kelimesi, bir kavmin adı olduğu gibi siyasi muhalefetten doğan bir halkın da ismidir. Mevcut hükümetten hoşnut olmayanlar veyahut bir sebeple hükümdara darılanlar bozkıra (çöle) çekilerek Kazak olurlardı. Mete, babasının hükümetine karşı Kazak oldu. Bu Kazaklıktan çok faydalı bir netice çıktı: Türk İlhanlığı.
Mete demokrattı. Her meseleyi kurultayda müzakere ettirir, orada verilen kararları icra ederdi. Kurultayın kararları töreye uygundu. Çünkü kurultay adaleti arıyordu. Töre ise adaleti aramaktan doğmuştu. Bilhassa kurultayın başkanlığında Mete gibi bir dahi reis bulunuyordu. Bu dahinin Kazak olması Kun ilindeki hakimiyeti tudunluktan ilhanlığa kadar çıkardı.
Göçebe illerinde ve milletlerde hırsızlık, yalnız akıncılıkla çapulculuktan ibarettir. Onlarda adi hırsızlık yoktur. Eski Türklerde, akıncılık ve çapulculuk gibi yağma adetleri ayıp değildi. O zamanki Türk iktisadında, üretim cihazlarından birisi de çapulculuktu.
Türk beylerinin avı çok eğlenceliydi. Avdan sonra toy yaparlar, bu av etlerini hep beraber yerlerdi. Şarabın, tarasunun, kımızın, kımranın alalarını bu av etleriyle beraber yerler, içerler, sarhoş olurlardı. Ozan gelir, kopuz çalar, Oğuznameler okurdu.
Kun kavmi tarih alemine Çinlilerle beraber girmiştir. Çin devletinin daha ilk zamanlarından itibaren Kunlardan bahsedilmektedir.
Eski Türkler yaratıcı bir kavimdiler. Çinliler ise Türklerin katipleriydi. Türk’e ait birçok icat ve keşifleri Çin kitaplarında bulursak, bundan dolayı şaşmamalıyız. Türk yapar, Çinli yazardı. Zaferden zafere koşan Türk’ün vakti yazı yazmaya müsait değildi. Bundan başka eski Türkler şehir medeniyetinden ziyade göçebe medeniyetini severlerdi.
Ad koymak eski Türklerce kutlu bir işti. Kerameti olmayanlar kimseye ad koyamazlardı. Bundan başka on beş yaşına girip büyük bir kahramanlık göstermeden de hiç bir gence ad koymazlardı. Adsız kalırlardı. Ad alan bir genç, aile adamı olmaktan çıkar, millet adamı olurdu.
Eski Türkler, siyasi hayatça dört dereceden geçerlerdi. İktisadi üretimin de bu dört derece ile paralel dört aşaması vardı:
1. Kendi başına yaşayan müstakil boylar devri,
2. Kendi başına yaşayan müstakil iller devri,
3. Kendi başına yaşayan müstakil hakanlıklar devri,
4. Bu merhalelerin hepsini toplayan) ilhanlıklar devri.
Eski Türklerde demircilik, silahçılık, bilhassa okçuluk ve kuyumculuk çok ileri gitmişti. Bunlardan başka gürz, mızrak, harbe, kama, kalkan, zırh gibi silahları vardı. Bunların hepsini yapmak icap ediyordu. Eski Türklerde demircilik kutlu bir zanaatti, Kut kelimesi mana tabirinin aynıdır. Mana sahibi olan bir adam yahut bir şey keramet ve kutsiyet sahibi olurdu. Bu kut sayesinde, dokuz atası demirci olan bir adam, kam yani şaman olurdu. Moğollar demirciye darhan derlerdi ki tarhan demekti. Bu unvan da bize demircilerin tarhanlar ve kamlar-şamanlar gibi kutlu olduklarını gösterir. Oğuzlarla Göktürkleri ve uyruklarını dört yüz senelik esaretgahları olan Ergenekon’dan kurtaran da bir demircidir. Bu hal de demircinin kutlu olduğunu ve şamanlık kuvvetine malik bulunduğunu gösterir. Bu şamanın şahsi bir totemi de vardır ki Moğolca adı Börte Şane, Türkçesi Bozkurt’tur.
Dedelerimizi Ergenekon’dan çıkaran bu milli kahraman, kutlarını bir taraftan demircilikten, diğer taraftan şamanlıktan ve şamanlığın şahsi totemi olan bozkurt’tan almıştı. O sayededir ki bizi geleneğe göre dört tarafı geçilmez, her tarafı sihri tılsımlarla bağlanmış olan Ergenekon gibi bir esaretgâhtan kurtarabildi. Ergenekon’a yalnız bir çift tiginle bir çift katun kaçıp girmeye muvaffak olabilmişti.
İslamiyet’ten evvel Türk kadınlarında tesettür ve haremin bulunmaması, Türklerin o zamana kadar pederşahî (ataerkil) aileden yani zühdî bir dinden uzak bulunmalarının bir neticesiydi.
Eski Türkler matem ayinine yuğ derlerdi. Cenazeye yuğcular ve sığıtçılar yani yasçılar ve ağlayıcılar gelerek ağlarlar, yüzlerini yararak kanlar akıtırlar, birçok yerlerini yaralarlardı. Fakat bütün bu hareketler, ölüye tapmaktan ziyade, ölünün öfkesini gidermek içindi. Çünkü bu öfke cemiyet için tehlikeliydi. Yine bu öfkeyi gidermek için ölünün evinde kara şaman tarafından koyu renkli bir hayvan kesilerek kurban edilirdi. Bu ayin, eski yurdundan ayrılmak istemeyen ölünün ruhunu bu yurttan çıkarmak ve bu suretle yurdu tehlikeli bir ruhtan kurtarmak içindi.
Dinlerde kadın, erkekler için tabudur. Halbuki eski Türklerde kadın erkek için tabu değildir. Bilakis kadın erkeğin her işte tamamlayıcısıdır. Bu sebeple her işte kadınla erkeğin beraber olması şarttır. İktisadi hayatta, ailevi hayatta, siyasi meclislerde, harpte, avda, şölenlerde yani milli ziyafetlerde, sihri ayinlerde ve dini ibadetlerde kesinlikle kadının erkekle beraber bulunması lazımdır. Gökle yer nasıl birbirinin tamamlayıcısı, ayla güneş nasıl birbirinin arkadaşı ise, erkekle kadın da bütün işlerde birbirinin ayrılamaz parçasıdır. Eski Türklerde kadın tabu olmadığı için tesettür ve harem gibi adetler de onlarda yoktu.
İslam ailesi, eski Arap ailesinden doğduktan ve buna Yunan ile İran’ın pederşahî (ataerkil) ailesinden birtakım unsurlar katıldıktan sonra Müslüman kadını gayet elemli bir konuma düşmüştü.
Eski Türklerde kapı eşiği mukaddesti.
Eski Türklerde bir genç evlenirken, ne karısını kendi babasının ocağına getirirdi, ne de kendisi karısının ocağına girerdi. İç güveylik olmadığı gibi iç gelinlik de yoktu. Erkek, baba ocağının mallarından hissesini alır, kız da yumuş adlı bir çeyiz getirirdi. Bu çeyiz, aile arasında verilen hediyelerden, armağanlardan birikirdi. Gelinle güveyi mallarını birleştirerek müşterek bir ev sahibi olurlardı. Tekelerde bunların kurduğu yeni aile ocağına, ak ev derlerdi. Eski çadırlar zamanla kirlenmiş, esmerleşmiştir. Yeni evlilik için yeni bir çadır yapılırken temiz ve beyaz olduğu için ak ev ünvanıyla adlanır.
Eski Türklerde bir delikanlı evlenecek yaşa gelince, bir kahramanlık göstererek il meclisinden milli bir ad alırdı. Bu suretle ildaş mahiyetini erkek=ermiş kıymetini kazanarak vatandaş hukukuna malik olurdu. Ailesinin özel otoritesinden çıkarak, milletinin kamu otoritesi altına girerdi.
Eski Türkler beraber konup göçen çadırların toplamına oba derlerdi…
Cengiz yasasına göre kırkar evlik her obada yıllık dört evlilik vuku bulması lazımdı. Delikanlıların evlenmemesi fakirlikten dolayı ise bu obanın reisleri onlara malca yardımda bulunmaya mecburdular. Bu yardımı yapmadıkları için senede dört evlilik vukua gelmezse, bu obaların reisleri ceza görürlerdi.
Şimdiye kadar düşman tarafından istenilen şeyler hep nefsime ait şeylerdi. Bu kere istedikleri toprak, nefsime ait değildir. Bu, atalardan kalan mukaddes vatanın bir parçasıdır. Bu toprak, milletin malıdır. Bunda, hatta bütün millet de birleşse tasarruf edemez. Tarihin başlangıcından nihayetine kadar gelmiş ve yahut gelecek olan Türkler de, bugünkü Türklere katıldıktan sonra bile, vatanın -velev ki en kısır, mahsulsüz arazisinden olsun- bir küçük parça araziyi vatandan koparıp düşmanlara veremez. İstenilen bu kısır arazi, benim öz malım değildir. Bu atalardan kalan mukaddes vatanın bir parçasıdır. Bu toprak, milletin malıdır. Kendi atımı, kendi karımı istediler, verdim. Bu hususlarda fedakarlığın son haddine varmaktan hiç çekinmedim. Çünkü kendi atım, kendi karım üzerinde tasarruf edebilirim. Bunları vermekle bugüne kadar harbi erteleyebildim. Bugün bizden istenilen kısır, mahsulsüz, verimsiz araziye gelince bu benim öz malım değildir. Doğrudan doğruya millete ait olan bu toprağın bir zerresini bile kimseye veremem. Vatanın parçası, vatan demektir. Vatandan ayrılmış en küçük parçayı bile başka bir millete vermeye ne milletin, ne de benim hakkımız yoktur. Hatta bizden evvelki Türklerle bizden sonraki Türkler de bugünkü Türk milletine inzimam ederse, oluşacak muazzam cemiyetin bile vatandan bir zerreyi ayırıp başka bir millete vermeye hakkı yoktur. Vatan mukaddestir, mukaddes olan şeyden bir parça koparıp başkasına vermek hiç bir suretle caiz olamaz. Şimdi ey vatanperver kahramanlarım ve itaatli askerlerim, Tatarlara verecek cevabımız artık kalmadı. Onlara kelimelerle cevap vermeyeceğiz, oklarımızla ve kılıçlarımızla cevap vereceğiz. Haydi il beyleri, boy beyleri, tümen beyleri, alayları, tümenleri toplayınız. İşte ben atıma bindim. Düşmanların üzerine yorum, arkamdan gelmeyen idam olunacaktır."
Mete’nin rolü, gayesi, bütün Türk tudunluklarını, yabguluklarını, hakanlıklarını birleştirerek bunlardan türdeş, dayanışan, kuvvetli bir Türk ilhanlığı vücuda getirmekti. İşte bu sebeplerden dolayı memleketin idaresini artık tesadüfe bırakamazdı. Mete bir an içinde bütün bu düşünceleri yaşadıktan sonra, derhal kararını verdi: Türk milletine her şeyden evvel hiçbir millette eşi görülmemiş olan demirden bir ordu lazım" dedi. Kunlardan, bulunduğu yere yakın olan boyları toplayarak, onları yeni mefkûrenin savaşına davet etti. Mete, Türklerden yalnız iki şey istiyordu: Millet için en sevgili şeylerini feda etmek, kendilerinden imkan üstünde, hiç yapılmamış fedakarlıklar istendiği zaman, fedakarlıkları yapıp disipline riayet etmekti. Bu fedakarlıkta ilk önce kendisi örnek olacaktı.
Teoman’ın büyük oğlu olan kahraman Mete, mukaddes vatanı kurtarmakta büyük yararlıklar göstermişti. Türk milleti bu genç kahramanı gözünün bebeği gibi seviyordu. Harp işleri bitince Mete, babasının sarayına çekilerek orada kendi hakkındaki düşünüşlerden habersiz istirahat içinde yaşıyordu. Mete’nin anası çoktan ölmüş, babası başka kadınla evlenmişti. Teoman, yeni karısını çok sevdiğinden sözünden dışarı çıkamıyordu. Bu kadın kendi oğlunu velaht yaptırmak istiyor, fakat milletin Mete’ye olan sevgisini bildiğinden bu işe açıktan açığa girişemiyordu. Maksadına erişmek için nihayet hayali bir yol buldu.
Türklerin adı bilinen en eski hükümdarı Teoman’dır; fakat milletin hafızasında Oğuz Han namı altında ebedi bir şanla yaşayan ilk büyük Türk kahramanı, bunun oğlu olan Mete’dir. Türk devletinin ne gibi esaslara dayandığını, Türk töresinin nasıl kurulduğunu, bize Mete’nin yaptığı işler gösterir.
Milattan Önce 220 senesinde Kunların yabgusu Teoman adlı bir hükümdardı. Kun ili, çoktan beri müstakil bir hükümet gibi yaşıyordu, fakat reis, değil ilhan, hatta hakan bile olamamıştı. Kun ili, kendi başına yaşayan bir ildi. Bu ilin başında bulunan reisi de yabgu derecesindeydi. Bu yabgunun oğlu olan Mete, az zaman içinde devletini yabguluktan hakanlığa, hakanlıktan da ilhanlığa yükseltti.
Kunlar ölen arkadaşının naaşını kurtarabilen, onun mirasına konardı. Bundan başka Kunlar, mümkün olduğu kadar çok esir alırlardı. Bu esirler, onların başlıca servetleriydi. Çünkü onları sürülerinin, yılkılarının yanında çalıştırırlardı. Silahları bir yayla oklardan, bir de kılıçtan ibaretti. Düşmanlarına karşı hepsi akıncı, çapulcuydular. Fakat kendi aralarında son derece hukuka riayet ederler, adil olurlardı. Kunların karıları bir tane olmakla beraber emperyalizm devirlerinde odalıklarının sayısı sınırlı değildir. Besleyebildikleri kadar alabilirlerdi. Kunlarda da levira kaidesi geçerliydi. Babalarının, kardeşlerinin kanlarını almak mecburiydi. Kunlar da Çinliler kadar eskiydi. Çinliler Milattan 2207 sene evvel, tahta geçen Hiya (Hsia) sülalesi zamanından beri bunları tanıyordu. Fakat Çin tarihi, bu Kunların yahut genellikle kuzeydeki göçebelerin, bazı akınlarını söylemekle kalıyor.
Eski Kunlar, hayvanlarının etiyle yaşarlardı. Bunların derilerinden de elbiseler, tuğlar ve bayraklar yaparlardı. Arazi taksiminde hisselerine düşen tarlalarını ekerlerdi. Henüz yazıları yoktu. Fakat gayet emniyetli adamlar oldukları için, senete, katibe muhtaç değildiler. Çünkü verdikleri sözü her ne olursa olsun tutarlardı. Adam öldüren yahut büyük bir hırsızlıkta bulunan idam edilirdi.
Çin tarihçileri milattan iki bin yıl evvele doğru hüküm sürmüş olan imparator Yao zamanından beri bu kavmin mevcut olduğunu ve Şan-Yung (Shan-Jung) yani “Dağ Barbarları tesmiye edildiğini haber vermektedir. Çin’in birinci imparatorluk sülalesi olan Hiyalar (Hsialar) zamanında bunlara Çung-Yu (Hsün-Yü) adı veriliyordu. Şam (Shang) sülalesinin imparatorları bu ülkeyi Kuei Fang yani "Cinler Memleketi" namıyla tanıyorlardu. Çeu (Chau) sülalesi devrinde Hiyung-Nu yani "Bedbaht Esirler" adını aldılar. Kendilerinden başka kavimlere hakaretli bir nazarla bakan Çinliler, Çin’in şimalindeki ülkenin umumuna "Barbarlar Ülkesi" derlerdi, burada sakin olan kavimleri "Şark Barbarları", "Garp Barbarları" namıyla iki kısma ayırırlardı. Birinciler, evvelce Peçeli eyaletinin şimalinde otururlar, şark cihetinden (yönünden) de Şark denizine kadar uzanırlardı. İkincileri Şensi, Şansi ve hatta Peçeli eyaletlerinin kuzeyinde bulunan ovalarla derelerde otururlardı. Bunlar, muhtelif reislerin idaresi altında, hesapsız sürülerini otlatmakla meşguldüler; arabalar üzerine konulmuş olan çadırlar altında yaşarlardı. Bu yürür evlerle ırmak kıyılarında, ovalarda kolayca konup göçerler, sürülerine nerede bol çayırlar bulunursa, oralarda gezerlerdi.
Hiyung-Nular bir ilhanlık teşkil ettikleri için Türklerden hiç olmazsa büyük bir kısmını toplayan bir devletti. Bilhassa Göktürkler (Tukyular) den başka, Dokuz Oğuzların, Kırgızların, Karluk, Çigil, Yağma, Kimek, Tsin, Sarıg, Peçenek, Hazar, Kuman ve Oğuzların bu devlet dahilinde bulunduklarına hükmedilebilir. Oğuzlar, milli menkıbelerinde Oğuz Han adlı bir kahramanın icraatını anlatırlar ki Kitab-ı Dede Korkut’taki Boğaç adlı bir kahramanın da aynı şahsiyet olduğu, babasıyla olan mücadelesinden anlaşılıyor.
Türk tarihi nereden başlamalı? Türk kavimlerinin asıllarını ararken meçhulden başlayarak maluma doğru gelmeyi değil, malumdan başlayarak meçhule doğru gitmeyi daha uygun görüyoruz. Bu usulü takip edince önce önümüze Çinlilerin Tukyu (Göktürk) adını verdikleri Orhun Türkleri çıkar. Bu devletin Türk olduğu, taş üzerinde kazılmış olarak bugüne kadar kalmış olan Orhun Kitabesi ile sabittir. Buna hiç kimse şüphe edemez. Bu kitabelerde yazılı olan vakalar, Çin harfleriyle abidenin diğer yüzünde yazılı olduğu gibi ayrıntılarıyla bütün Çin tarihlerinde de mevcuttur. Tukyuların asıllarının nereye çıktığını, devletlerinin ne suretle ortaya çıktığını da bize Çin tarihleri haber veriyorlar. Bu tarihlere göre Tukyular, kendilerinden dört asır önce aynı ülkelerde hüküm sürmüş olan Hiyung-Nu (Hun) adlı bir kavmin devamından ibarettir. Hiyung-Nu devleti, Çinlilerle şarkta oturan Avar ve Suvar Tatarlarının müşterek hücumlarıyla ortadan kalktıktan sonra, bu kavmin bir kısmı batıya doğru gitmiş, bir kısmı Çin imparatorluğunun, diğer bir kısmi da Avar Tatarlarının kurduğu Juan Juan (Cücen) devletinin hükmü altında kalmışlardır. Batıya gidenlere Avrupalılar Hun adını vermişlerdir ki Hiyung-nu isiminin Avrupalılaşmış şekli olduğu anlaşılıyor. O halde meydana çıkacak yeni kaynaklar, bize daha eski bir Türk ilhanlığı yahut hiç olmazsa hakanlığı gösterinceye kadar, Türk tarihini Çinlilerin Hiyung-Nu adını verdikleri devletin teşekkülünden kuruluşundan itibaren başlatmaya mecburuz. Milattan 220 sene evvelinden itibaren bu devletin bütün tarihi, Çin tarihleri vasıtasıyla biliniyor. Bu devletin çöküşünden sonra, ahalisinin ne gibi hallere düşmüş olduğu, sonralarn bunlardan ne gibi yeni devletler çıktığı da Çin tarihlerinde yazılıdır.
Kurultayın ilk kurucusu, ilk Türk ilhanlığının ve ilhanlık ordu ve devlet teşkilatının kurucusu olan Mete’dir. Mete’nin kurduğu ordu ve devletin teşkilatına tabi olan da Kun ilidir. Hiyung-nu ve Hun isimleri Kun kelimesinin Çinliler ve Avrupalılar tarafından tahrif edilmesinden doğmuştur.
Kun ilhanları kendilerine Tanrı Kutu Kin Yüz derlerdi. Joseph De Guignes’e göre Kin Yüz, geniş yüzlü" demek. Tanrı kutunun manası ise malum: Tanrı’nın kutsal gücü demektir. Dokuz Oğuzlarda da idikut derlerdi. İdi, Tanrı manasınadır. O halde bunun manası da Tanrı’nın kutsal gücü olmak lazım gelir.
İlhanın vefatında yapılan büyük yuğa bütün hakanlar ya bizzat yahut temsilciler göndererek iştirak ederlerdi. Ölen namına bir bark (mabet) yapılırdı. Bir de mengü taş dikilir, üzerine ölümün kahramanlıkları yazılırdı. Dost hakandan birisi yuğa başkanlık etmek üzere balbal seçilirdi. Her hakanlıktan gelen sığıtçılar (ağlayıcılar) ile yuğukçular yüksek sesle ağlarlardı.
Bir tudun, yabgu, hakan yahut ilhan mağlup olunca, yeni bir ad alırdı yahut eski unvanından evvel bir kara yahut kür sözü getirirdi.
Bir tudun, yabgu, hakan yahut ilhan muzaffer olunca yeni bir ad alırdı. Bir yabgu, hakanlık mertebesine çıkınca, bir hakan ilhanlık mertebesine geçince yine bir yeni unvan alırdılar. Bir hakan öldüğü zaman yine bir ad alırdı.
Gençler on beş yaşına girip de kahramanlık gösterince milli bir ad alırlardı.
Mete’nin ülküsü bütün Türkleri birleştirmekti. Fakat elli yıl sonra ilhanlık bunların elinden çıkarak Tatar sülalesine mensup Avarlara geçti. Avarlardan Göktürklere, onlardan Oğuzlara, onlardan da Çinlilerin Hakaz=Ak Kaz dedikleri Kırgızlara geçti. Daha sonra Cengizilere, ondan sonra da Timurlenk’e geçti.
İlhanlık vücuda getiren kutlu ile gök unvanı verilirdi: Gök Türkler, Gök Moğollar gibi. Bunlar en büyük tanrılarına da Gök Tanrı derlerdi. Gök tabiri altun tabirine eşit idi. Mahmut Kâşgari’ye göre Kaşgar hakanlığının sancağı erguvani idi. Gök Türk ve Moğol ilhanlıklarının sancağı ise kızıl değil, gök rengindeydi. Gök bayrak, ilhanlığın en meşhur alametlerindendir.
Bir taraftan Tsin Türkleri, Çin kıtasının bütün aşiretlerini, kavimlerini, krallıklarını da toplayarak, hepsinden büyük bir Çin imparatorluğu vücuda getirirken, diğer taraftan Hiyung-Nular (Hunlar), bütün hakanlıkları, bütün sülaleleri, bütün illeri, bütün boyları birleştirerek hepsinden bir Türk ilhanlığı vücuda getirdiler. Tsin Türkleri yalnız kendi menfaatlerini düşünerek Çin ülkesi ile o zamanki Türk ülkesi arasında bir set vücuda getirdiler. Bundan başka Türklerin en milli devleti olan Hiyung-nu hükümetini eski vatanı olan Ortos=Ordu ülkesinden çıkarıp kovdular. Milattan Önce 209 senesinde Hiyung-nulara hükümdar olan Mete, milletini tekrar eski vatanları olan Ortos ülkesine götürdü. Mete, iki kere Çin imparatorluğu kendisine yönelmişken kabul etmedi. Fakat Mete, bu feragatine mukabil Türk ırkından olan ne kadar boylar, iller, hakanlıklar varsa birleştirerek bir ilhanlık vücuda getirdi. Mete’nin ülküsü bütün Türkleri birleştirmekti.
Kaşgarlı Mahmud diyor ki zevcenin üç derecesi vardı: Hatun, konçuy, kuma.
Konçuy hatunun bir derece altında idi. Kuma da konçuydan aşağı bir dereceydi. Bir hakanın oğlu, hakan olabilmek için anasının hatunlardan (yani kendi iline mensup prenseslerden) olması şarttı. Hem baba, hem ana yönünden prens olmayanlar asil sayılamazdı. Anası hatun olmayan hakan oğlu hakan olamazdı. Bugün Hive Türkmenlerinde bir kız hem babası, hem anası Türkmen olmayan bir erkeğe varamaz. Kumaların oğulları, mirasa da iştirak edemezlerdi. Onlara yaşayabilmeleri için, doyacak kadar bir mal verilirdi. Hakanların hakiki zevceleri melike sıfatını da taşırdı. Melikenin Türkçedeki mukabili türkan kelimesidir.
Hakan, kendi ilinden bir kadınla evlenmek mecburiyetindeydi. Emperyalizm devrinde hakanlar, ilhanlar vesair prensler ve beyler il haricinden de evlenmeyi ihtiyar seçtiler. Fakat bu evlenmeyi Türk töresi kabul etmedi Çünkü töre gereğince yalnız bir eşe müsaade vardı. O da ilden olan hatundu. Türk töresine göre kadın, erkeğin tamamlayıcısı olduğundan ve bir erkeğin yalnız bir tamamlayıcısı olabileceğinden, bütün evlilikler tek eşlilik esasına dayalıydı. Emperyalizm devrinde hükümdarlar ve beyler arasında törenin haricinde olarak başka illerden, bilhassa mağlup ve mahkûm budunlardan kız alanlar oldu. İl haricinden gelen bu kadınlara hatun denmez, kuma ve eğer Çin prenseslerinden ise konçuy denilirdi. Fakat bunların hiç biri zevce tanınmazdı. Zevcelik yalnız hatuna aitti. Bu sebepledir kumaların çocukları, öz annelerine anne" diye hitap edemezlerdi. Annelerini "teyze" diye çağırırlardı. Kendilerine yabancı olan hatuna "anne" diye hitap ederlerdi.
Eski Türklerde kadın tabu olmadığından ve bilakis erkeğin tamamlayıcısı bulunduğundan, kadınsız hiç bir iş görülemezdi. Hükümdar emirnameleri yalnız “Hakan emrediyor ki diye başlamışsa geçerli olmazdı. Devletlerin elçileri de, yalnız hakanın huzuruna çıkamazlardı. Hakan sağda ve hatun solda oturmak üzere, ikisinin müşterek huzuruna çıkabilirlerdi. Hakan ile hatun gök ile yerin evlatlarıdır. Güneş Ana ile Ay Ata ise onların semadaki temsilcileridir. Hakanın mümessili olan Ay Ata altıncı kat gökte olduğu halde, hatunun mümessili olan Gün Ana göğün yedinci katındadır. Bu hal de kadının erkekten daha muhterem olduğunu gösterir.
Göktürklerde denetleme komiserine şad adı verilirdi. Orhun Kitabesinde Töleş, Tarduş budunlarının başına birer yabgu ve şad tayin ettim" deniyor. Şad, hem prens hem de bir tür komiser hükmünde idi.
Türk hükümdarlığı, beş devreden geçmiştir. Tudunluk, yabguluk, hakanlık, ilhanlık, imparatorluk.
Eski Türkler her gün vakitlerini toylarda ve şölenlerde geçirirlerdi. Bu toylar ve şölenler sayesindedir ki en fakirler bile güzel giyinir, güzel yer, güzel içerlerdi. Aralarında borçlu bulunmazdı. Her gün bir beyde şölen olduğundan, bütün ömürlerini zevk ve safa ile geçirirlerdi. Bu hal, eski Türkler arasında bir tür komünizmin mevcut olduğunu haber verir. Yağma şöleni de bu komünizmi tamamlar. Komünizmin bir görüntüsü de av etlerinin beraber yenilmesidir. Bundan başka av hayvanı bir otağa sığınırsa otağ sahibi de o avdan pay alırdı.
Ongunlar, totemler demektir. Bir boyun ongunu, onun mübarek tanıdığı bir hayvandır. Oğuzlarda bu hayvanlar, avcı kuşlardan seçilmiştir. Her dört boyun müşterek bir ongunu vardır. Çünkü bu dört boy, aynı aşiretin yerine geçen kardeş boylardır.
Hakaniye Türklerinde, hakanın tamgasına tuğrak adı verilirdi. Bu kelime batı Türklerinde tuğra şeklini almıştır.
Tsinlerin reisi Tsin-She Huang-ti milattan 247 sene evvel, bütün Çin derebeylerini ortadan kaldırarak Çin’de merkezi bir imparatorluk kurdu. Çin’de caddeler açtı, dağlar deldi, kendi amcazadelerinin akınlarına mani olmak için 2500 kilometre uzunluğundaki Çin şeddini yaptı.
Tsinler Hiyung-Nular (Hunlar) gibi bir Türk ilhanlığı vücuda getirmediler. Çin’de bir imparatorluk sülalesi kurarak, bağımsızlıklarını onun içinde kaybettiler.
Daha sonra Han sülalesinin kurucusu olan Çinli Liu Pang (Lieou-Pang) Tsin ülkesini ele geçirdi…
Türkler en eski zamanlarda il şeklinde düzenli devletler kurmuşlardı. Devletin aşiretten farkı, kan davasını kaldırmasıdır. Bir zümrede kan davası dayanışması varsa, o, henüz devlet olmamış, aşiret aşamasında kalmış, bir siyasi zümre kan davasını yasakladı mı, artık o devlet niteliğini almış demektir.
En büyük zaferler anında bile Attila’ya ne zaman sulh teklif edilmişse derhal kabul edildiğini yazıyor. İşte Attila’nın hakiki siması: Düşman bile istemeyerek onun erdemini itirafa mecbur oluyor. Attila’nın muharebeleri, dahili kavgalarla mezbaha halini almış olan Avrupa’da umumi bir sulh vücuda getirdi. Türk’ün bu büyük sulhu, Roma sulhünden farksızdı. Attila’nın Mete’ye kadar ve ondan yukarı çıkan dedeleri kendilerine Tanrı Kutu unvanını verirlerdi. Tanrının Gölgesi yahut Tanrının Mukaddes Ruhu demek olan bu tabir, milli bir unvandır. Mutlaka Attila Ben Tanrı kutuyum" demiş; Avrupalılar onu bilerek yahut bilmeyerek Allah’ın Belası diye tercüme etmişler; bu tercüme Tatar kelimesinin cehennem manasındaki Tartar şeklinde okunması gibidir.
Türk ilhanları zamanında Mançurya’dan Macaristan’a, hatta bazen Avrupa’nın merkezine kadar umumi bir sulh tesis etti. Bu büyük saha içinde herkes, başına altın koyup serbest, hür gezebilirdi.
İlhan, sulh hakanı demektir. Bu birleşik kelimenin başındaki il sözü, sulh manasındadır.
Türk aşireti, kendini besleyen ve barındıran ırmak ile dağı mukaddes tanır ve mabut (tanrı) sayardı. Sanki aşiret, ırmak, dağ birleşerek üçü mukaddes bir şahsiyet olmuştu. İşte bu mukaddes şahsiyete Yer-su adı veriliyordu.
Türk aşiretleri dağlarına ve ırmaklarına o kadar bağlı idiler ki başka ülkelere göç ettikleri zaman, her aşiret kendi dağının ve ırmağının adını yeni yurduna götürerek oradaki yeni irmağa ve dağa verirdi. Mesela Seyhun ve Ceyhun kıyılarından gelen Türkmenler de Adana vilayetinde yerleştikleri zaman, buradaki iki ırmağa Seyhan ve Ceyhan adlarını verdiler. Bin Kışlak’tan gelen Türkmenler de yeni yaylalarına Bingöl adlarını verdiler. Diyarbakır civarında yaşayan Oğuzların Diyarbakır’dan geçen Dicle ırmağına Amat Suyu dedikleri anlaşılıyor. (Amat suyunun kaplanı) Amut = Amu Derya.
Her Türk aşiretinin bir ırmağı olduğu gibi, bir de dağı vardı. Çünkü ırmak kenarı onun kışlağı ise, dağ da onun yaylağıydı. Göçebe Türkler, bazen her sene dört mevsimi dört ayrı mevkide geçirirlerdi: O zaman yaz, ilkbahar manasınaydı. Bizim yaz dediğimiz mevsime onlar yay derlerdi. Dolayısıyla dört mevsime mahsus meskenlerin adları şöyleydi:
Yazlak İlkbahardaki mesken
Yaylak Yazın barınılan mesken
Güzlek Güze mahsus mesken
Kışlak Kışa mahsus mesken
Eski Türklerde su mukaddesti. Cengiz yasasında suya işemek, idam cezasını gerektiren bir büyük suçtu. Cengiz’in uluslarında çamaşır, su ile yıkanmazdı. Kirlenen gömlekler atılır, yenisi giyilirdi. Kazan, tencere sahan gibi kapkacaklar da su ile yıkanmazdı. Otla, toprakla temizlenirdi. Suyun bu kutsiyeti onun içinde yaşayan Yer-su ilahından geliyordu.
Şark Türklerinde cemiyet, hakimlerle mahkumlardan oluşmuş olunca, hakim zümrenin ismine gök", mahkum zümrenin ismine "kara" sıfatları ithal edilirdi: Gök Türk, kara budun gibi. Bunların simgeleri olan ilahlara da Gök Tanrı, Yağız Yer denilirdi. Altay Türklerinde birinciye Bay Ülgen, ikinciye Erlik Han adları verilirdi. Oğuzlarda da birinciye Ak, ikinciye Kara adları verilirdi. Ak Süyek (Ak Kemik), Kara Süyek (Kara Kemik) gibi. Bu tabirlerden birincisi soyluları, ikincisi uyrukları ifade ederdi. Eski Türklerde bir hükümdar mağlup olduğu zaman Kara Han yahut Moğolca aynı manaya delalet etmek üzere Kür Han adını alırdı. İntikamını alıncaya kadar, düşmanlarına galip oluncaya kadar bu unvanı muhafaza ederdi. Esarete ve mahkumiyete düşen bir millet de kara sıfatını alırdı. Türklerden Bolak kavmi, Kıpçaklara mağlup ve esir olunca Kara Bolak unvanını aldı. Sonra esaretten kurtulmakla kara sıfatını üzerinden attı.
Kadının hukukca yüksek olması bir taraftan iştirak ettiği toplumsal ve iktisadi hayatın çok olmasının neticesidir. Kadınların, ev işlerinden başka, toplayıcılık, avcılık, çiftçilik, sürü sahipliği, harp, askerlik, milli ziyafetlere ve danışmalara, her şölen ve kurultaylara girmek gibi birçok faaliyetlere iştirakleri vardı. Bu faaliyetler de kadının hukukça yüksek, hür ve serbest olmasını temin ediyordu.
Eski Türklerde millet, devleti beslemezdi, devlet milleti beslerdi.
Orhun Kitabesinde Göktürk hakanı diyor ki
Zengin bir millete gönderilmedim. Türk milleti azdı, çoğalttım; açtı doyurdum. Çıplaktı giydirdim, kuşattım."
Bazı reisler, fetihlerle zengin olduktan sonra, eşleriyle yetinmemeye başladılar. Bunlar, aldıkları esirlerden yahut tebaları sırasına geçen oymaklardan güzel cariyeler edinmeye de yeltendiler. Töre, bunları meşru tanımadığından, bunlara hatun namı verilemezdi. Bundan dolayı eski Türkler bunlara kuma adını verdiler ve bir tür odalık mahiyetinde tuttular. Kuma, hakiki eşten çok farklı idi: Kuma bir eş gibi değil, hatunun kız kardeşi suretinde aileye dahil olurdu. Kendi çocukları kumaya Teyze" diye hitap ederlerdi. “Anne" diye hitap edemezlerdi. Bu unvanı, yalnız evin sahibesine yani hakiki eşe yöneltebilirlerdi. Demek ki annelik sıfatı yalnız ilden olan hakiki eşe mahsustu. Bundan başka kumaların çocukları babalarının servetinden de hisse alamalardı. Bir hükümdarın oğlu kumadan doğmuşsa hükümdar olamazdı. Hakanlar tarafından Çin’den alınan prenseslere konçuy adı verilirdi. Bunlar hukukça kumalardan yüksek olmakla beraber, hatunlardan aşağı idiler.
Eski Türklerde kadın ne tabu, ne de karşı cinsin karşıtı ve bozucusu değil, bilakis eşi ve tamamlayıcısı olmuştur. Bu sebepledir ki eski Türklerde ne kan bağına dayanan ne de ataerkil aile kurulmamıştır.
Eski Türklerde işbölümü de yoktu. Çünkü eski Türklerde kadın tabu olmadığından, erkeğin her faaliyetine iştirak ederdi: Avda, savaşta, ziyafetlerde, danışmalarda ve genel olarak dini, siyasi, estetik, ahlaki, lisani, ekonomik sahalarda kadın, erkekle beraberdi.
Gök, kızıl, ak, kara isimleri eski Türk medeniyetinin manevi renklerinin adlarıdır. Bu manevilik İslamiyet’ten sonra da devam etmiştir. Bugün bile, bu renklerin ikişer ismi olması ve bu isimlerin eskileri manevi kıymetleri, yenileri ise maddi renkleri ifade etmesi, bu iddiamızı teyit eder. Mesela bir siyahi kişiye yüzü siyah, kağıdın rengine beyaz denilir. Bir kabahatli için yüzü kara çıktı der, masum için de yüzü ak çıktı denilir.
Yine bunun gibi, Gök Tanrı ve Gök Türk denildiği halde, Mavi Tanrı ve Mavi Türk denilemez. Kızıl Elma kelimesiyle Kırmızı Elma kelimesi arasında da derin bir fark vardır. Bu karşılaştırmadan doğan neticeye göre, eşanlamlı zannettiğimiz bu dört rengin eski isimleri mecazi, yeni adları maddi anlamlara delalet eder.
Mecazi manalar: Gök, kızıl, ak, kara.
Maddi manalar: Mavi, kırmızı, beyaz, siyah.
Şane, Türkleri Cücen (Juan Juan) Tatarlarının hakimiyetinden kurtaran kahramandır. Şane, Moğolcada kudret anlamındadır. Pörte Çine=Şane, bozkurt demektir. Türkleri Ergenekon’dan, yani milli felaketten kurtaran bu Şane adlı kahramandır. Hakaniye devletinin kurucusu olan Karluk hakanları İslamiyet devrinde bile Şane’nin evladı olmakla iftihar ediyorlardı. Kendilerini Şane’ye baglayan yalnız Göktürkler değildi. Oğuzlar ve Cengiz zamanında Moğollar da kendilerini Şane evladı sayıyorlardı. Ergenekon menkıbesi yanlış olarak Göktürklere nispet edilmiştir. Kaynaklar Ergenekon’u, Oğuzlara dayandırıyor. Gerçi Ergenekon Oğuzlarda, Göktürklerde, Karluklarda müşterektir. Çünkü hepsinin anane ve menkıbesinde kurt kurtarıcılığı vardır. Bundan başka Cücenlere karşı ilk isyan edenler Huei-Hular yahut Talaslar yani Oğuzlarla Dokuz Oğuzlardır. Türk bagımsızlığı bunların isyanıyla başlar. Göktürkler sonradan Cücen (Juan Juan) boyunduruğundan kurtulmuşlardır.
Türkler ne zaman milli kültüre kıymet vermeyerek yabancı irfana kıymet vermişlerse ve kendi milletlerini beğenmeyip başka milletlerin taklitçi ve tutkunu olmuşlarsa, göç felaketine uğramışlardır.
Türk yurdu ise bilakis bütün feyzini, bolluğunu birden kaybetti. Kut Dağı gidince Kamlançu’da bütün yeşillikler sarardı. Irmakların, derelerin suyu çekildi. Semanın rengi değişti. Bir kasvet bağladı. Bütün kuşlar yabani hayvanlar, evcil hayvanlar, hatta memedeki çocuklar Göç, göç, göç!" diye bağrışmaya başladılar. Bir taraftan salgın hastalıklar insanları kırıyordu. Yedi gün sonra Yulun Tigin öldü. "Göç!" sesleri devam ediyordu. Türkler anladılar ki bu ülkenin yer-suları artık kendilerinden orada kalmasını istemiyor. Çadırlarını yıktılar. Eşyalarını, çoluk çocuklarını hayvanlara yüklediler. Göç etmeye başladılar. Akşam olunca "Göç!" sesleri duruyordu. Sabahla beraber tekrar başlıyordu. Turfan ülkesine gelinceye kadar "Göç!" sesleri devam etti. Orada artık bu sesler kesildi. Demek ki buranın yer-suları kendilerini kabul ediyordu. Turfan’da yerleştiler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir