İçeriğe geç

Türk İslam Ülküsü 1 Kitap Alıntıları – Seyyid Ahmet Arvasi

Seyyid Ahmet Arvasi kitaplarından Türk İslam Ülküsü 1 kitap alıntıları sizlerle…

Türk İslam Ülküsü 1 Kitap Alıntıları

Gözleri kafaları ve gönülleri, gür ve berrak tarihi kaynaklara kapatılmış nesiller, ister istemez, yad kaynaklara yönelmiş, onlardan gelen ve getirilen değerlere intibaka zorlanmıştır.
Milyonlarca insanınız okuma-yazma
dahi bilmiyorsa, yüz binlerce lise mezunu işsiz güçsüz, üniversite
kapılarının önünde ümitsiz olarak dolaşıyorsa, siz hangi kalkınmadan
söz edebilirsiniz?
Gerçekten de, «Ashab-ı Kiram»dan sonra, İslâmiyet’e hizmette kim Türk kavmi ile boy ölçüşebilir?
Peygamberler, her şeyden önce birer «ahlâk kahramanı»dırlar.
Ve «ahlâk kahramanlığı», bütün kahramanlıkların temelidir. Çünkü ahlâk, bilmekten çok yapabilmeyi gerektirir.
İslâm’da âlemşümul güzel, mutlak güzel olan Allah’tır. Bizim sanatımız, insanımızın içgüdülerini
sömürmez, onlardan insanın şuur ve iradesine giden yolu açar. Bizim
sanatımızda, sanatkâr, yaptığına ve yonttuğuna tapınmadan, esir
olmadan ve kendini tanrılaştırmadan, kendini aşmaya zorlanmaktadır.
Ecdadımızın «devlet-i ebed müddet» dedikleri Türk Devleti’nin
başlangıç tarihi de ancak destan çağında bulunabilir.
Türk dili, iki yahut üç yüzyıldan beri, «Batı»dan gelen tesirlerin
altındadır. Dilimize İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Yunanca ve Almanca’dan kelimeler akmaya başlamıştır. Spordan tekniğe, modadan politikaya kadar dilimizde bu kelimeler, gittikçe artarak yerleşmektedir. Üstelik, bu durum, normal ve tabii bir kelime ve terim
alış verişi biçiminde cereyan etmemekte, «kültür emperyalizmi»
ölçüsünde gelişmektedir
Dil, sun’î ve
köksüz bir yapı değildir. Hiçbir millet, dil konusunda kazandığı
binlerce yıllık tecrübesini bir kenara bırakamaz.
«Osmanlıca» bir ıstılahtır, asla bir dilin adı değildir. Osmanlıca
diye ayrı bir dil yoktur. Esasen 1913-1914 yıllarına kadar mekteplerde Türkçe, «Lisan-ı Türkî» adı ile okutulurdu. Ancak, devletimizin zayıf düşmesi üzerine, azınlıkların baskısı ile bu dersin adı değiştirilerek, onları memnun etmek üzere «Lisân-ı Osmanî» yapıldı.
Türk yurdunda Türkçe’den rahatsız olup «Osmanlıca» dememizi isteyenler azınlıklardır. Bizler de safiyetle bu kelimeyi benimsemiş olacağız. Osmanlıca’yı Türkçe’den farklı bir dil sananlara sormak gerekir. Osmanlar, Orhanlar, Muradlar, Yıldırımlar, Fatihler, Yavuzlar
Türkçe konuşmuyorlar mıydı?
Yani «dilde ulusalcılık» iddiası
içinde bulunan zevat, ne hikmetse «yabancı uygarlıklara» vurgundur.
Siz, politika meydanlarındaki «lâiklik» münakaşalarına aldırmayın, sosyolojik mânâda,
insan grupları «dinsiz», yahut «dine ilgisiz» kalamazlar.
Türk, bütün varlığı ile ve heyecanı ile İslâmiyet’e koşarken hasretle beklediği dine kavuşmanın mutluluğunu yaşamıştır. «Allah’tan başka ilâh yoktur» diyen, «cihad» emri ile «alplık ruhunu» besleyen, öte yandan «Hak yolda», âlimlerin «akıttığı mürekkebi, şehid kanından daha mübarek» bulan İslâmiyet, kısa zamanda Türk’ün ruhunu fethetmekle kalmamış, Türk’ü yeniden Türk’e
buldurmuştur.
Türk millî medeniyetini inkâr ederek ona her gün medeniyet aramaya
kalkan tutuş ve zihniyetleri hem sakat, hem de yanlış buluyoruz.
Çare, bu milletin dert ve ıstıraplarını çok iyi bilen, bu milleti ve
devleti canından daha aziz bilen; makam, mevki, para ve şöhret
hırsından arınmış, Türk’ün tarihine, kültürüne ve ülküsüne bütün
kalbi ile bağlı, sadece ve ancak Allah’ın rızasını kollayan, ehliyetli
ve milliyetçi kadroları, bu ülkenin ıstıraplarını çözmeye memur etmektir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Onlar, «millet» dememek için «halk» diyorlar.
Tarih diyor ki, Türk milleti yücelmişse İslâm da yücelmiş, Türk milleti çökmüşse İslâm dünyası da
perişan olmuştur. Bu sebepten bütün küfür Türk’e düşmandır.
Gönlünüzde yatan en büyük sevgi ne ise «Tanrı»nız odur.
Dehşetle görüyoruz ki, bir millet için en büyük felâket insanların
«idealizmini kaybederek», küçük nefsanî hesaplara kapılmalarıdır.
Türklükten ve Müslümanlıktan koparılan, millî kültürüne ve medeniyetine ters düşürülen kimseler devrimci, ilerici olarak iç ve dış düşmanlarımızca yüceltilmekte, aksine Türk ve Müslüman kalmaya kararlı büyük kitleler faşist ve gerici olarak lekelenmek sureti ile akla gelmedik
muamelelere maruz kalmaktadırlar.
Yabancı «reçetelere» sarılan bu «aydın ve ilerici» tipinden
bir an önce kurtulmak için, gerçekten milliyetçi ülkücü birinci sınıf araştırmacılar yetiştirmek zorundayız.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Gerçekten de «devlet adamlığı» zor bir iştir. Atılan her adımın Allah, tarih ve millet huzurunda hesabı verilebilmelidir.
Yüce Peygamberimiz (O’na selâm olsun), Veda Hutbesinde,
«Kadınlarınıza eziyet etmeyiniz, onlar Allah’ın (C.C.) sizlere emanetidir. Onlara karşı yumuşak olunuz, iyilik ediniz» diye ısrarla Müslüman erkekleri ikaz etmişlerdir.
Yanlış anlaşılmasın, biz, kadının evinde veya evinin dışında çalışmasına karşı değiliz. Bizim tehlikeli bulduğumuz husus, kadının çeşitli zaruretlerle aile ve çocuklarını ihmal etmesine sebep olacak gelişmelere maruz kalmasıdır. Münevver ve iyi yetişmiş analar, bir milletin en güçlü teminatıdır.
Kapitalist ve liberalist çevreler, Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin doğurduğu aile ve kadın tipine şiddetle
saldırmakta, «burjuva kadın ve aile tipini» ülkemize yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu propagandalara kanan zavallılara da «modern ve
ileri kadın» ismini vererek yüceltmekte, Batılı aile ve Batı’lı kadın olmak iddiası altında, kadınlarımızı ve ailelerimizi, «Türkçe» ve
«İslâm’ca» yaşamaktan utanmaya ve kaçmaya teşvik etmektedir.
Kapitalistler, sahte bir «feminizm» ile kadınları çalışmaya teşvik ederken, zaten ekonomik güçlükler karşısında bunalan «anneler» çocuklarını evlerinde bırakarak veya birbirlerine teslim ederek
fabrika ve bürolarda «ekmek» aramaya çıktılar. Evet, kapitalizm, kendi bünyesinde yeni yeni kadın tipleri
çıkarıyordu.
İslâm dini, sosyolojisini, aile üzerine kurar.
Gençliğini mutlu kılan bir milletin gelecekten endişesi olmasın. Türk-İslâm ülküsü etrafında toplanarak gerçek
bayramlara ulaşmak isteyen Büyük Türk Gençliği’ne selâm olsun.
Gençliğin kafasından gönlüne, midesinden sinir sistemine kadar himaye ve ilgiye muhtaç olduğunu idrak eden kadrolar nerede?
Gerçekten bayram yapmanın
hasreti ile kavruluyoruz.
Gerçekten de ailesinde ilk defa yüksek tahsil yapan, ilk defa onlar gibi giyinen, ilk defa onların arasına katılan «Anadolu Çocuklarını» yadırgayan ve hor gören çevreler vardır. Milletine yabancılaşmayan «vatan çocuklarının» tırmanışlarından ödü kopanlar var.
Çileye ve ıstıraba talip olmayanlar, büyük mutlulukları tadamayacaklardır.
Türkler, İslâm’a hizmet eden en
büyük millet olma sıfatını gerçekten hak etmişlerdir. Peygamberimizden ve yüce «sahabî kadrosundan» sonra, bu sıfat gerçekten
Türk milletinin hakkıdır.
İslâmiyet, «biyolojik ırk» gerçeğine parmak basar ve fakat «ırk
üstünlüğü» iddialarını, «posa ırkçılığını» ret eder. İnsanların «Allah yanında en şerefli olanını takvada (Allah ve Resulüne iman ve
hizmet ölçüsünde) ileri olmak» ile tayin eder.
Bugün, milyonlarca «esir Türk’ün» sefalet ve ıstırabı pahasına fezada dolaşan «kızıl kozmonotun» başarısını alkışlamak mümkün değildir. Kapitalist dünyanın öncülüğünü yapan ülkelerin, peyklerine yerleştirdikleri «astronotların»başarısında da başka insanların sefalet ve ıstırabını buluyoruz.
Madde kaidesi üzerinde bir «mânâ ve fazilet abidesi» kuramayanların alkışlanmaya değer nesi bulunabilir? Fezada bilmem kaç kilometre hızla dolaşan kara ve kızıl emperyalizmin uşağı, kendi yurdunda «esir ve parya» durumuna getirdiği insandan daha şerefli olabilir mi? Şerefin ölçüsünü maddede arayan «materyalist» ne zaman uyanacak?
Allah’a ulaşmayan ilim neye ulaşabilir ki?
Ehl-i Sünnet’in reisi Ebu Hanife ve izleyicisi İmam Maturidi hem Cebriyecileri hem Kaderiyyecileri -yahut Muteziley’i- ifrat ve tefrite düşmekle itham ederek red etmişler ve sapık anlayışlar olarak kabul etmişlerdir. Ehl-i Sünnet’in bu yüce İmamlarına göre insan iradesi, İrade-i Külliye nin içinde İrade-i Cüzi den ibarettir. Sorumluluklarımız irade-i cüziyyemizin niyet ve tercihleri ile ilgilidir.
Türklüğün İslâm’la kaynaşması hem Türk dünyasına, hem İslâm dünyasına karşılıklı faydalar sağlamıştır. Bilhassa Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Türk Milletinin ilimde, sanatta din ve ahlâkta gösterdiği gelişme kurduğu büyük medeniyet bütün dünyada hayranlık uyandırmış, tarihin çehresini değiştirmiş, bugünkü birçok medeniyete
ışık tutmuştur.
İslâmiyet, milletleri inkâr etmez, aksine milleti, nitelikleri içinde
tutarak geliştirir. Millî kültürü ve müesseseleri, kendi inanç ve ölçüleri içinde yeniden bir terkibe zorlar. Ondaki küfrü atar, ancak millî
şahsiyeti korur. İslâmiyet, kendine aykırı olmamak şartı ile «örfe»
(Töre’ye) uymayı emrettiğinden milletin üslûbunu yansıtır.
Böylece İslâm’a 10. yüzyıldan itibaren çok büyük dalgalar halinde katılan Türk milleti, 11. yüzyıldan itibaren İslâm
dünyasının siyasî lideri oldu.
Muvahhit Türk Milleti,
İslâmiyet’te «tevhid»in en muhteşemini bulmuş, onunla coşmuş ve âdeta kendinden geçmiştir.
Nihayet, Türk, İslâmiyet ile o derece kaynaştı ki, Avrupalı, İslâmiyet’e, «Türk’ün Dini» demeye başladı. Daha sonra imparatorluğumuzu yıkmak isteyenler, bu sefer yüce dinimize «Arap’ın Dini»
diyerek, güya millî hislerimizi rencide ederek bizi, yüce dinimizden
soğutmak istemişlerdi. Oysa, yüce Peygamberimiz bu «İlâhi dini»
Arap bedevilerine kabul ettirmek için ne kadar zahmet çekmişlerdi.
Türkler
herhangi bir baskı altında kalmaksızın temiz ve hür vicdanları ile
İslâmiyet’i seçtiler, sekizinci yüzyıldan sonra, dalga dalga bu dine
katıldılar.
İçimizdeki beyinsizler yüzünden
Allah’ın bizleri de zelil ve rüsvay etmesini, kahr ve perişan etmesini istemiyoruz.
İslâm’da, kredi, «karz-ı hasen» (faizsiz borç)» olarak verilebilir. Bunun yanında zenginin mal ve parası
üzerinden, bir yıl geçtikten sonra, ihtiyaç sahiplerine belli nisbette zekât
vermek mecburiyeti vardır. İslâm ekonomi sisteminde, kredi ihtiyacının
sömürülmesi ortadan kaldırıldığı gibi, çalışmayan para, durduğu yerde,
zekâtla törpülenerek belli bir noktaya kadar küçültülür. Böylece sermaye piyasasının canlanması ile zekât arasındaki bağ daha iyi anlaşılmış
olur. Zekât, parayı işletmeye teşvik eder. Aksi halde çalışmayan altın,
gümüş ve nakit zekâtla yontularak piyasaya aktarılır.
Peygamber sevgisi azaldığı veya yıkıldığı
zaman, cemiyette din duyguları zayıflar, imanın yerini şüphe, kardeşliğin yerini kin ve düşmanlık alır.
İslâmiyet ne bir meslek, ne de bir partidir. O, müminlere -şartları içinde- aynı sorumlulukları yükleyen Allah ve Resulü’nün yoludur.
İslâmiyet, Allah ve Resûlü’nün dinidir.
İnanan herkese açıktır.
İslâm dininde bir «ruhban» veya «din adamı» sınıfı yoktur.
Şurası da asla unutulmamalıdır ki, İslâmiyet, herhangi bir
kavmin ve ırkın tekelinde olmadığı gibi, herhangi bir sınıf, zümre,
aile ve partinin de tekelinde değildir. İnanan herkes bu dindendir, hiç kimse bir mümini dinden çıkaramaz.
Bütün mesele İslâm’ı doğru anlamada, doğru inanmada, peygamber tebliğlerini saptırmadan yaşamadadır. «İslâm-ı asrın ışığında değil» asrı İslâm’ın ışığında kritik edebilmektedir.
Türk-İslâm Ülküsü, Türk Milleti’ni İslâm’la, İslâm dinini Türk
Milleti ile güçlendirmek ve yüceltmek demektir.
Din, samimiyet ister.
Peygamberler ve velîler, aklın anlayamayacağı, garip bir ruh
hali içinde, İlâhî bir coşkunlukla beraber duyum ve akıl üstü bir
idrâke ait sesler ve mânâlar getirirler. İlham budur. Ancak, velilerde ilham, bir zan ve tahmin konusu taşıdığı halde, peygamberlerde kesin bilgi niteliğindedir. Vahiy ise, yalnız peygamberlere mahsus olup onların yüce idrâklerine bir «nur şerraresi» halinde
vasıtalı veya vasıtasız olarak inen kesin ve mutlak bir ilâhı mesajdır, Vahiy için peygamber idrâki gereklidir.
Bilginin kaynağı Allah’tır. Yaratıklar ise bilgi taşıyıcısıdırlar.
Allah’ı beş duyu ile yakalama çabası boşunadır. Putperestlik, beş duyu ile yakalanan şeyleri «tanrı» sanmaktır. Bu sebepten İslâm’da, hiçbir objektif varlık ve değer tanrılaştırılamaz. Yine İslâm’da tasavvur edilen, hayalî ve sübjektif bir «tanrı» anlayışı da kesin olarak ret edilmiştir. Çünkü, Mutlak Varlık, tasavvur edebilecek bir güçte yaratılmamıştır. Bu sebepten «Mutlak Varlığı» tasavvura çalışan bir idrak, kendini «gizli şirk»ten kurtaramaz. Allah, objektif bir varlık ve sübjektif bir tasavvur değil, yokluğu yok eden Mutlak Varlık’tır.
Türk’e ve İslâm’a «kefen biçenlerin» sonu korkunç olacaktır.
Filozofun idraki determinizmin dişlileri arasında ufalanırken, peygamber «sünnetüllahı» hayranlıkla seyreder.
Peygamberler, akla değer verir, düşünmeyi ibadet sayar, fakat insan aklının ve idrakinin sınırlı bir güce sahip olduğunu da bilirler.
Akl-ı selim ise, «vahyin sahasında» at koşturmak yerine, bir «kitab-ı ekber» olan âlemdeki varlıkları ve olayları, mutlak varlık olan Allah’tan idrâkimize ulaşan «mesajlar» durumunda ele alır, «tevhidin ışığında» onları anlamaya ve yorumlamaya çalışır. Dinimiz, asla aklı susturamaz.
Bütün bunlardan sonra denebilir ki Türk-İslâm Ülküsü’nde hürriyet, «Allah’tan başka ilâh yoktur» ölçüsü ile hareket edebilmektedir. Bize, bu muhteşem cümleyi öğreten yüce ve şanlı Peygambere selâm olsun.
İslâm’ın «Allah’tan başka ilâh yoktur» parolası, insana hür olmanın da sırlarını verir.
Düşünmek dinimizce ibadet sayılmıştır.
Düşünmeyi emretmeyen din, düşünmeyi geliştirmek istemeyen bir eğitim, bilmem tarihte var mı?
Bunun için, Türk-İslam kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm ülküsüne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm imân, aşk, ahlâk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur.
Bir ülkede, değerler «ikizleşince», kadroların da ikizleşmesi ve çatışması mukadder olur
Emperyalist güçler, fırsat buldukları zaman zorla, bulamadıkları zamanlar ise hile ile İslâm ve Türk dünyasını ele geçirmiş, zenginliklerini yağmalamış, din ve milliyet duygu ve değerlerini tahrip etmiş, direnenleri lekeleme ve imha yoluna, gitmiş, kendine uygun kadrolar yetiştirmiş, bu milletlerin uyanış, diriliş hamlelerini, milli eğitim ve kalkınma plânlarını baltalamış ve bu ülkeleri, «ebedi sömürge» statüsüne mahkûm etmek için elinden geleni esirgememiştir.
Şanlı Peygamberimizin buyurdukları gibi İnsanlara, akılları seviyesinde hitap edilir. ”
Biz hem Türk hem Müslüman hem de medeniyiz.
Büyük Türkiye’yi ancak, bu imana, bu aşka ve bu aksiyona inanan ülkücü kadrolar kuracaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir