İçeriğe geç

Türk Dikkati Kitap Alıntıları – Fatih Mehmet Şeker

Fatih Mehmet Şeker kitaplarından Türk Dikkati kitap alıntıları sizlerle…

Türk Dikkati Kitap Alıntıları

“Allah sanki Tarih-i Cevdet’i yazdırmak için Cevdet Paşa kulunu göndermiştir.”
Bugün bir insan Türkiye’yi her şey olabilir, sanabilir. Hâlbuki Türkiye yalnız bir şey olmalıdır; o da Türkiye. Bu ancak kendi şartları içinde yürümesiyle kaabildir.
Yanında iş bilen adamlar olmadan hükümdâr olanlar, hamileri olmadan muharebe ile karşılaşmış kimse gibidir.
Bugünkü Türkçeyle felsefe yapılamayacağını kabul edenler, haysiyeti olmayan kelimelerle milletin önüne çıkmaktan âr etmeyen ve ”ortalama bir dünya vatandaşı olabilmek için Dostoyevski’yi en az üç kez, ortalama bir yazar olabilmek için de en az beş kez okumalısınız. ” diyenleri düşünür diye ortalığa salmanın nasıl bir ihanet olduğunu öğrenmelidirler.
Ebû Hanîfe, Mâturîdî, Gazzâlî, Mevlânâ ve Itrî’yle problemi olan, mezar taşı yaptırmaya, kabirleri Yâsîn-i Şerîf okumaya ve kandil gecelerini ihyâ etmeye, Enderun usûlü teravih kılmaya, Salavat’a ve Tekbîr’e karşı çıkan, Uşşak, Hicaz ve Acemaşiran makamlarının cahili olmakla övünen ademler, . Türkiye’nin zihniyet dünyasını ve sosyal hayatını kurutmaktadırlar. Bunun önü alınmadığı takdirde, modernleşmenin tasfiye ettiği şeylerden geri kalan her neyse bu zihniyetin silip süpüreceği çok açıktır. Herkes bilir ki Türkiye’nin mizacını oluşturan hisleri ve inançlarıdır. Vazgeçmeye davet edildiğimiz şeyler, bizim Müslümanlığımızın en canlı panoramasıdır. Biliyoruz ki düşünce her şeyden evvel tevârüs edilen bir birikim refakatinde vücûd bulur, geçmişle hâlin teşrik-i mesaisinden doğar. Hayatın terbiyesinden geçmeyen fikir, tarihî tecrübemizde devam etme imkânı bulamaz.
Türk medeniyeti felsefeye muayyen kıymetler manzumesini yüklenerek açılır. Buna göre insan, metafizik meselelerin künhüne, kendi görüş ve hayalleriyle erişemez. Nitekim filozoflar da akla perestiş etmelerine rağmen nübüvvetten vazgeçmezler.
Ebû Hanîfe, Mâturîdî, Gazzâlî ve Mevlânâ’yı ortadan kaldırmak, İslâm’ın bugünü ve geleceğini tesadüflere terk etmekle eş değerdir.
”İstanbul’u ne zaman fethedeceğiz? ” sorusuyla kendinden geçen Dostoyevski’nin bugün neredeyse bütün yeryüzünde hükmünü yürüten kalemi, Rus ordusunun silahlarından daha ehemmiyetlidir.
İnsan kendisine benzeyenlerin fikirlerine, benzeyişleri nispetinde daha derinden iştirak eder. Diğer bir ifadeyle her hükümdâr ihtiyaç duyduğu düşünce ne ise ona ilgi gösterir. Belki de Sokrates haklıdır: ”Bana kalırsa herkes, kendine en çok kim benziyorsa onun en iyi dostu olur. ”
Tek makalelik adamların, zamanını kitaplarla değil de şunun bunun meclisinde geçirenlerin, ağızları lakırdı değirmeni gibi çalışanların, şahsiyat ve zatiyatla uğraşmaktan liyakata bakamayanların imza yetkisine sahip olduğu, ahlâkının derecesi -varsa tabii- ilminin mertebesinden daha aşağı olan insanların hükmünü yürüttüğü, kendi sahalarında bile söz sahibi olamayan, mensubu olduğu disiplinin dışına çıkınca sudan çıkmış balığa dönen, makama güç veren değil gücünü makamdan alan akademisyenlerin idâri makamları doldurduğu bir ülkedeyiz. ”
er Râvendî’nin dikkat çektiği üzere bir de şu var: ”İlimle süsleneni yalnız kalmak korkutmaz; kitaplarla gönül eğlendiren eğlencesiz kalmaz. ” Bu demektir ki kitap sevdalısı olan kimseler, kütüphâneleri dostlara tercih ederler, saâdeti o âlemde ararlar.
”Kitaplar hakkında duyulan takdirler, beğenilen eserlerin kemâlinden ziyade, bunları beğenen zihinlerin ne derecede kemâle erip ermediğini göstermez mi? ”
Dostoyevski’nin dediği gibi ”başkasının söylediği büyük bir hakikati tekrar etmekten, kendi kendine bir yalan uydurup söylemek daha hayırlıdır. Çünkü birinci hâlde papapan, ikinci hâlde insansınız.
Tefekkür hayatımızın mürşidleri olan kitaplarla asırlar içinden süzülüp gelen müellifler, Türk’ün nâmını, hâtırasını, hissiyâtını, siyasetini ve fikriyâtını ebedîleştirirler. Fikir âlemimizin ebedî türbeleri olan klasikler, hem rûhumuzu hem de iskeletimizi teşkil ederler. Birer felsefe ve irfân ocağı olurlar. Tecrübe ettiğimiz bütün usûller, hayatın bu nevi remzini teşkil eden bu eserlerdedir.
Bir Türk için âlemin merkezi Türkiye’dir.
( ) Kitaplara katlanarak hayata açılanlar zamanı ve zemini bir kitap gibi okurlar.
Her devrin günü gününe yaşanan yüzü hayatta, gelecek zamana geçen yönü de klasik vasfa sahip kitaplarla müelliflerdedir. O hâlde kitaplar bir idealizasyon olduğu kadar bir realizasyondur.
Amel hâlini almayan bilginin bir hükmü olmadığına göre kâmil mânâda filozof olmak, hem nazarî ilimleri elde etmek hem de onları başka yerlerde diğer kimselerin faydaları içim mümkün olduğu nispette kullanma kuvvetine sahip olmakla mümkündür.
”Hakikat şu ki, dışarıdan gelen hiçbir fikir, memleket içinde ve milletin mazisinde kendisini ihkak etmek tecrübesini muvaffakiyetle geçirmeden hayata ciddi bir âmil sayılamaz. ” ”Her büyük medeniyet kendinden önceki devirlerden efsaneleştirdiği birtakım kahramanları seçer ve kendi diyalektiğinin dayandığı mütefekkirleri benimser. ”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
”Tenkit herkes için hak, âlimler için vazifedir. ”
Türkiye, Attila’nın Buda adını verdiği Budin’de başlar yahut da biter. ”
( ) zira dil ve düşünce karşılıklı aynalar gibi birbirini aksettirir. Zihniyet dünyamız ve hayat felsefemiz dilin bünyesinde; dilimiz de zihniyet dünyamız ve hayat felsefemizin yörüngesindedir.
Tefekkürün ağırlığını örf ve adetler omuzlar. Fikir halkta efsâne ve mythos şeklinde kendini gösterir.
İnsanın kendi felsefî düşüncesinin kaynağını kendinde bulduğunun hayranlık verici işareti, çocukların sorularıdır, onların ağzından çoğu kez felsefî derinliklere dalan sözler işitilir.
Kâinatın muammasını çözebilen felsefe, kalbimizin mantığı, hükümlerimizin mektebidir. Mesele, yaşatan felsefenin sistem hâlinde ifadesini ortaya koymaktır, bütün bir cemiyeti bir hikmet sofrasının etrafında toplamaktır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Çünkü hikmet kitaplarda yazılan değil, gönül levhasında kudret eliyle kazılandır.
Asıl milliyet, milletinin bulduğu büyük ve güzeli kendinde taşımaktır.
Günümüz Türkiye’sinin ezdâdı cem etmekten çok zıtların altında yitip giden bir görüntü verdiği inkârı mümkün olmayan bir gerçektir.
Bugün bir insan Türkiye’yi her şey olabilir, sanabilir. Hâlbuki Türkiye yalnız bir şey olmalıdır; o da Türkiye. Bu ancak kendi şartları içinde yürümesiyle kabildir.
Yanında iş bilen adamlar olmadan hükümdâr olanlar, hamileri olmadan muharebe ile karşılaşmış gibidir.
Hocalık mesuliyetten ibaret olduğuna göre asıl hoca; terbiye, yaşama şekli ve zihniyet itibariyle kendisini bütün bir millet karşısında sorumlu olarak gören sultandır.
Siyaset, fikrî yükü sırtlanabilecek kimseleri imtiyazlı kılar, âlimler de siyaset vâsıtasıyla düşüncelerini uygulama zemini bulurlar.
Descartes’in de ifade ettiği gibi hangilerinin insanın gerçek görüşleri olduğunu bilmek için söylenilenlerden çok yapılanlara dikkat etmek gerekir.
Aklın imkânsız gördüğü şeyle aklın ulaşamayacağı şey arasındaki farkı anlamayan kimsenin aklı yoktur.
İnsan böyledir: Saadeti çoğu zaman cehalette arar.
Devlet şu veya bu cemaatle değil siyasetle yönetilir.
Makamın haysiyetini muhafaza etmenin o makama oturmaktan daha zor olduğunu gözden kaçırmaz.
Hayatımda en çok üzüldüğüm şey, jurnal tutmamamdır. Gençlere verecek tek nasihatim, bir jurnal tutmalarıdır. İnsan her şeyi kendinden, hayatından çıkarır. Jurnal tutan adam, kendini gözünün önünden ayırmıyor, demektir. Bundan büyük ekonomi olamaz.(Ahmet Hamdi Tanpınar)
Dostoyevski’nin dediği gibi ’başkasının söylediği büyük bir hakikati tekrar etmekten, kendi kendine bir yalan uydurup söylemek daha hayırlıdır. Çünkü birinci halde papağan, ikinci halde insansınız.’
Kitaplar hakkında duyulan takdirler, beğenilen eserlerin kemalinden ziyade, bunları beğenen zihinlerin ne derecede kemale erip ermediğini göstermez mi?
İlimle süsleneni yalnız kalmak korkutmaz; kitaplarla gönül eğlendiren eğlencesiz kalmaz.
Makamlar emanettir, niyabettir, vekâlettir. Hiç kimse bunları asalet zannederek, zatı namına ve şahsi hesabına hüküm icra etmeye kalkışmamalıdır.
Bir başka ifadeyle velâyet yolunda aklın mümkün görmediği şeylerin zuhûr etmesi caiz değildir. Fakat aklın eksik kaldığı şeylerin zuhûr etmesi câizdir. Aklın imkânsız gördüğü şeyle aklın ulaşamayacağı şey arasındaki farkı anlamayan kimsenin aklı yoktur. Eğer bu sırra idrak yetseydi, Hazret-i Resul, seni hakkı ile bilemedik ey Allah’ım demezdi. Bütün Fuzulî belki de bu satırlardadır.
Bütün ilimler tek bir faydada müşterektir: Uhrevî sâadeti hazırlamak için insan nefsinin bilfiil kemâlini temin etmek
Farabi’yle Ibn Sina’ nın şahsında Eflatun ile Aristoteles’in hesabını görerek Türk felsefesini bir standarda kavuşturan Gazzali, kişinin iştirak etmediği görüşlere benimsediği fikirler kadar ehemmiyet verdiği taktirde rakiplerinin üstüne çıkabileceğini gösterir. Kendisinden evvelkileri unutturduğu ölçüde hatırlanır, hatırlattığı ölçüde unutturur.
Tarih boyunca Türk’ün bedevî karakteri kılıçta medeni cephesi de kalemde toplanır. Bütün işlerin kıvamı ve devletin devamı bu iki unsura bağlıdır. Savaşta işler başka renk alır. Yalınkılıçlar altında canlar hiçe sayılır. Harp kaçınılmaz hâle geldiği zaman bir ordunun namusu ancak kanla temizlenir.
“Kurucu ve hâkim unsur olan Türklerle problemli olduklarını, buldukları her fırsatta dile getirenlere israf edecek sözümüz yoktur.”
“Hükümdârların karakterlerini, yalnızca kendilerine bakarak tahlil etmek yanlıştır. Onların ideal çehreleri, himâye ettikleri düşünürlerdir. Meselenin can noktası buradadır.”
Türk tarihinde dikkat esastır. Bu dikkat, asıl hareket noktası ile son şeklini tarih ve coğrafyadan alır. Yeni olan her şey eskiye benzediği ölçüde bir kıymet ifade eder. Bir mahkeme-i kübrâ olan tarih, düne kapanarak bugüne açılanlar sayesinde bir kuvvet hâline gelir. Türkistan, Anadolu ve Rumeli karşılıklı aynalar gibi birbirini yansıtır. Yûsuf Has Hâcib, Kınalı-zâde’nin, Gelibolulu Âli, İbnülemin’in şahsında yenilendiği gibi, Nizâmül-mül’k, Sokullu Mehmed Paşa’da, Yavuz Sultan Selim de IV. Murad’da mükerrer hale gelir, biri öbüründe devam eder. Güzelden ortaya çıkan her şey güzeldir. sırrı kendini açığa vurur. Kitâb-ı Dedem Korkud’daki oğul atadan, kız atadan görür. sözün yeni baştan mânalanır.
Bugün ve yarına dair konuşan her mütefekkir, bunu dün üzerinden gerçekleştirir. Bu şekilde saf fikirle realitenin icapları arasında kalmaktan kurtulur, düşüncenin tabiî değerini gözden kaçırmadan hayatla alakasını kurar, kök salar, dal verir.
Osmanlı dinî düşüncesini oluşturan bütün metinler ortadan kalkıp sadece Ferahu’r-Rûh kalsa, bu metin o âlemin düşünce yapısını yeniden inşâ etmek için yeterlidir.
Biz, yani Müslümanlar, pek mükemmel bir hikmete mâlik olduğumuzdan, bize hikmet beğendirmek biraz müşkildir.
Hayatımda en çok üzüldüğüm şey, jurnal tutmamamdır. Gençlere verecek tek nasihatim bir jurnal tutmalarıdır. İnsan her şeyi kendinden, hayatından çıkarır. Jurnal tutan adam kendini gözünün önünden ayırmıyor demektir. Bundan büyük ekonomi olamaz.
Hayatımda en mesut olduğum anlar sekizden bire kadar yazı masasının başında kalabildiğim anlardır. Mevzularımı çabuk ve daha ziyade konuşurken bulurum. Yazarken çok düşünürüm. En büyük güçlük, eseri gündelik hayatımın tesirlerinden muhafazadır. Kafam büsbütün boş
iken, sırf yazmak için masa başına hiç oturmadım.
Bu bakımdan iyi bir aşçının eski bir ayakkabıdan bile lezzetli bir yemek çıkarabileceği söylenir; benzer şekilde iyi bir yazar da en yavan konuyu ilgi çekici ve eğlendirici hâle getirebilir. Eflâtun’un Devlet’ine girişini farklı değişikliklerle yedi kez yazdığı söylenir. Onun için klasiktir, asırları aşıp gelmiştir.
Yalnız şu kadar söylenebilir ki meşhur âlim olmak mutlaka müellif olmağı istilzam etmez. Telif, ayrı bir istidada tâbidir. Bazı büyük âlimlerde telif istidadı olmadığı hâlde ilmen onların madununda bulunanlar, asar-ı müteaddide ortaya koymuşlardır.

İlimden asla nasipleri yokken ciltlerle kitap yazmaya ve bastırmaya savaşan cüretkârlar, bittabi bahsin tamamıyla dışındadırlar. Bir de bazı âlimler de teliften ziyade tercüme istidadı vardır. Bütün âsârı, tercemeden ibaret bulunan âlimler mevcuttur”.

Eskiler eser telif etmemekle kendilerini ikinci bir ömürden haleflerini de mânevî hayattan mahrum etmişlerdir. Bugün “insanların hayırlısı insanlara faydası olandır” sırrına göre eser vererek ahlâfı aydınlatanlar, ilmî olarak bunlardan aşağı olsalar da eser verdikleri için bunlara üstündür. Çünkü ilmî hayatı yalnız eserler uzatabilir.
Bizde eserler bir nakîsa* yüzünden kenarda kalıyorlar: Okumakta tekâsül**. Bu nakîsa ile büyükten küçüğe kadar bütün bir nesil ma’lüldür***; gençliğinde okuduğu eserleri bir daha eline almaz, tekrar eline alsa bile gelişi güzel karıştırır, sahifelerde eski hatıralarını arar ve kapar, mamafih o eserler hakkında yıne fikirlerini söyler; farkında olmaz ki onsekiz yahut yirmi yaşındaki zevki ve kafasıyla edindiği bir fikri kırk yahut elli yaşında tekrar ediyor. Çocukken okuduğumuz kitapların hepsi aynı kıymette miydiler? O kitapları bir daha elimize alırsak anlarız ki bazılarını, sırf o yaşa mahsus bir lezzetle tatmışız, bazılarını da o yaşta tam bir derecede anlayamamışız”.

*: Eksiklik
**: Tembellik
***: Bulaşma

İslâm, Osmanlı ve Türk kelimeleri farklı kültür ve medeniyet geleneklerini değil, aynı geleneğin birbirlerini tamamlayan cephelerini teşkil ettiğine göre Ebû Hanîfe ile Mâtürîdî günümüz Türkiye’sinin itikâdî kaynağını, Gazzâlî felsefî kaynağını, Mimar Sinan estetik kaynağını, İbnü’l-Arabî ile Mevlânâ mistik kaynağını, Fârâbî de siyasî kaynağını pekâlâ oluşturabilir. Yalnızca düşüncenin değil hayatın da adamı olan bu düşünürler etrafında çok evvelden hazırlanan bir tecrübe yeni baştan aktüel hale getirilebilir.
O her türlü imkânın hazinesini açan tılsımlı bir anahtar rolü verdiği Mesnevî’de zâhirî şekli itibariyle efsane sayılacabilecek hususların ledünnî mânâsı itibariyle hakikatin ta kendisi olduğunu gösterir.
Tasavvufla problemli olan kimselerin dünya görüşü bakımından Türk olduklarını iddia etmek zannedildiği kadar kolay değildir.
Bizde ise mazi mirasına yaslanmaktan ziyade sırtını çeviren bir siyaset hükmünü yürütmektedir. Bu vadide elân Türkiye’yi idare edenlerin referansları arasında yer alan Yavuz Sultan Selim Hân devrinin şeyhülislâmıyla bugün diyanet işlerine riyaset edenleri karşılaştırabiliriz. Osmanh’da şeyhülislâmlık makamına oturan pek çok âlim gibi küllî mütefekkir hüviyetine sahip olan Kemâl Paşa-Zâde, bir taraftan İbnü’l-Arabî’nin nasıl bir meşrüiyet zeminine oturduğunu gösteren bir fetvâ verir. Diğer taraftan, felsefede demir leblebi metinlerden olan Gazzâli’nin Tehâ’füt’üne hâşiye yazar. Mevlana’yı aktüel hâle getiren bir risâle kaleme alır. Tarihin bir milletin hafızası olduğunu gösteren metinlerin vücüd bulmasını sağlar. Hem entelektüel tarafı hem de halk tarafının güçlü olduğunu gösteren bir tavır sergiler. Referans haritası Ebü Hanîfe, Mâtürîdî, Gazzâlî, Fahr-i Râzî, İbnü’l-Arabî, Mevlânâ, Seyyid Şerîf Cürcânî ve Teftâzânî etrafında toplanır. Bugün Diyanet’i idare edenler ise fıkıhla hadis arasında gidip gelen, hayat tarzı itibariyle muhafazakâr olsalar da zihnen modernist olarak değerlendirilebilecek bir profile sahiptirler. Alevî açılımı etrafındaki duruş yakından incelendiğinde görülür ki bu meselede Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’la tutturulan seviyenin altına inildiği bir müteârife hâlini almış vaziyettedir.
Bursevî aynı gerçeği şöyle ifade eder: Sabahın nûru, güneşin nûrundan ne derecede fazîletli ise tecellî nûru da aklın nûrundan evlâdır; zira akılda ve nazarda kayıt ve şarta bağlanma; tecellî ve keşf yolunu tutmada ise bütün bu kayıtlardan uzak olma vardır. “Bir tecellî yüzbin nazar ve fikirden daha hayırlıdır” ifadesinin de göstereceği üzre ikinci vaziyet birincisinden daha kuvvetlidir”.
Bütün ilimler mârifet-i Hak için öncül ve vâsıta konumundadır.
Bütün ilimler tek bir faydada müşterektir: Uhrevî saadeti hazırlamak için insan nefsinin bilfiil kemâlini temin etmek.
Gerektir ki her ilmi kesb ve telakkiden maksad, ânınla mâ fevkine terakki ola.
İbn Haldûn’ un Mukaddime’de çok iyi izah ettiği gibi filozoflar evvela akıl yürütür, ondan sonra inanır. İtikâdın evvelden hazırlanmış yolunda yürüyen kelâmcılar ise tam aksi bir tavırla önce inanır, daha sonra bu inançların tahkiki ve burhânî bir zemin ve çerçeveye oturturlar.
“Fuzuli’nin Sünnî olmadığını anlamak için, sadece şiirlerinin tetkiki dahi kâfidir. Onun Türkçe ve Farsça divanlarını sair Sünnî şâirlerin divanları ile karşılaştırınca, mesele kendiliğinden tevazzuh eder. Mesela Fuzuli naatlarında ve ilk üç halifeden asla bahsetmemiştir. Fuzulî’nin bundan ziyade imâm ve Şâh-ı velâyet kasidelerine karşı, Sünniliğe delil olarak gösterilebilecek yegâne parçaları, Kanunî Süleyman’ın Bağdad fethi münasebeti ile söylediği kasîdedeki ‘banda olmuş münteşir feyzi İmâm-ı Azam’ın mısraı ile Leylâ ve Mecnûn mukaddimesindeki naatın çâr-yâr’dan bahseden bir kaç beytinden ibaret gibidir. Mamafih bu mâdut mısrâların bile ne gibi şartlar dâiresinde yazıldığı ve Şi’îlikte takiyye’ esâsının mevcudiyeti düşünülecek olursa, bunların Sünnilik delili olarak kullanılamayacağı kolayca anlaşılır.
Manzarayı tamamlamak için bahsedilmesi lazım gelen bir husus da şudur: Türkler savaşmasını bildikleri gibi düşünmesini de çok iyi bilirler.
Borges’in Kum Kitabı’nda gündeme getirdiği gibi Bask kökenli olmak ise övünülecek bir şey değildir; zira bu ırk tarihte inek sağmaktan başka bir şey yapmamıştır.
Bir Türk için harpte olmakla zifaf gecesinde olmak aynı şeydir.
Cevdet Paşa haklıdır: Devlet ve ikbâl içkisinden bir yudum içen önünü ardını farketmez derecede sarhoş olur.
Çünkü fitne ateşi her zaman siyaset kılıcının suyuyla söndürülür.
Ehl-i harb kılıç ve mızrakla çıkış yolu bularak devlet ağacını diker. Nazar ve kalb ehli de kalem ve kelâmla mücadele ederek bunun meyvelerini yer.
Meydan kılıcın âlem kalemindir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir