İçeriğe geç

Tüm Hastalıkların Şahı Kitap Alıntıları – Sıddhartha Mukherjee

Sıddhartha Mukherjee kitaplarından Tüm Hastalıkların Şahı kitap alıntıları sizlerle…

Tüm Hastalıkların Şahı Kitap Alıntıları

Hipokrat gibi Galen de bütün hastalıkları birtakım sıvıların fazlalığı temelinde sınıflandırdı sınıflandırdı. Kızıl renkli, sıcak ve ağrılı bir şişmeyi betimleyen enflamasyon kanın; hepsi de soğuk, çamursu ve beyaz olan tüberkül, püstül, katar ve lenf düğümcüğü balgamın; sarılık da sarı safranın fazlalığından kaynaklanıyordu. Galen, sıvılardan en kötücül olanını ise kansere saklamıştı: Siyah Safra. Bu yağlı, ağdalı sıvıya atfedilen yalnızca bir hastalık daha çıkacaktı: tepeden tırnağa metaforla kaynayan depresyon. Depresyon için ortaçağda kullanılan ‘melankoli’ sözcüğü, adını Yunanca melas(siyah) ve khole(safra)’den alıyordu.
Zaman zaman tümörleri açıklamakta kullanılan onkos sözcüğü, daha sonraları onkoloji olarak bildiğimiz disiplinin de adına girdi. Onkos, Yunanca’da kütle ya da yük (soyut anlamıyla da) anlamına geliyor. Kanser de vücudun taşımak zorunda olduğu bir yük olarak algılanıyordu.
Bir hasta, tıbbi bir incelenenin öznesi olmanın çok öncesinde yalnızca bir öykü anlatıcısı, çektiği sıkıntının aktarıcısı, hastalıklar krallığını ziyaret etmiş bir gezgindir.
Bir bakıma hastalık, biz var olduğu konusunda karar kılana kadar; onu algılayıp, adlandırıp, harekete geçene kadar yoktur.
Uygarlık kansere neden olmadı ancak insan ömrünü uzatarak, kanserin bulunduğu delikten çıkmasına olanak tanıdı.
Kanser bir klonal hastalık olmakla kalmaz; evrimleşen bir klonal hastalıktır aynı zamanda. Büyüme evrimsiz gerçekleşebilseydi kanser hücreleri de işgal, hayatta kalma ve yayılma konusunda sahip oldukları güce kavuşmuş olmazlardı.
Kanser, yayılmacı bir hastalıktır: dokulardan geçerek onları işgal eder, yabancı arazilerde koloniler kurar, sığınma hakkı talep ettiği bir organdan diğerine göç eder. Can havliyle davranır, yaratıcıdır, acımasızdır, bulunduğu bölgeye hükmedicidir, açıkgöz ve uyanıktır, savunmacıdır; BAZEN SANKİ BİZE NASIL HAYATTA KALINABİLECEĞİNİ ÖĞRETİYOR GİBİDİR!
Kanser hücresi, cerrah-yazar Sherwin Nuland’ın yazdığı gibi “katı bir bireyci ve her anlamıyla gelenek karşıtı bir asidir.”

Metastaz sözcüğü meta ve stasis (Latince: durağanlık ötesi) sözcüklerinin ilginç bir karışımıdır ve günümüz çağdaş dünyasının kararsızlığıyla örtüşen, değişken konumlu, kısmen dengesiz bir duruşu ifade eder.

Tüberküloz(verem), Viktorya dönemi romantizminin patolojik aşırı ucunu temsil eder: ateşli, acımasız, soluksuz ve saplantılı… Şairlerin hastalığıdır tüberküloz.
Kapıyı çalmadan içeri giren hastalık olma şerefi (veremden sonra) şimdi de kansere ait.
Lösemiyle giriştikleri savaşı kazanmaları durumunda Farber, çarpışmanın her dakikasının kaydedilerek gelecek kuşaklara aktarılmasını istiyordu – kimse savaş anını izlemek istemese bile…
Cerrahlardan birinin söylediği gibi kanserli çocuklar genel olarak hastane koğuşlarının en kıyıda köşede kalmış boşluklarına yerleştiriliyordu. Nasılsa ölüm döşeğindeydiler çocuk doktorlarına göre. Huzur içinde ölmelerine izin vermek daha insani, daha şefkatli bir yaklaşım olmaz mıydı?
Bu büyük felaketi kökünden kurutmanın bir yolunu bulmak … rastlantısal, amatörce çalışmalara ve eşgüdümsüz, düzensiz çalışmalara kalmış durumdadır.
Bu hastalığa yakalananlar yüzyıllardır akla gelebilecek her türlü deneyin nesnesi olmuştur. Bu inanılmaz zorlu düşmana başarıyla karşı koyabilecek en ufak bir araç bulma umuduyla kırlar ve ormanların, eczane ve tapınakların altı üstüne getirilmiştir. İnsanın bu beyhude arayışına katkıda bulunmaktan kaçınabilmiş herhangi bir hayvan bulmak da zordur. İster tüyleri ve derisiyle, ister diş ve tırnağıyla, ister timus ve tiroid bezleriyle, ister karaciğer ve dalağıyla olsun…
Her onyıl, kendi içinde bir hematolojik bulmaca barındırır.
Lösemi kimsesiz bir hastalıktı; tedavisi için sunabilecekleri bir ilaçtan mahrum olan dahiliye uzmanları, kan üzerinde cerrahi işlem uygulama olanağı bulunmayan cerrahlar tarafından ortada bırakılıvermişti. Bir doktorun söylediği gibi: Lösemi bir anlamda II.Dünya Savaşından önce kanser sayılmıyordu bile.

Lösemi, hastalıklar sınırındaki bir hastalık, disiplinler ve bölümler arasında gizlenmiş bir paryaydı.

Meme kanserini yenmiş ve kansere karşı gönüllü çalışmalar yürüten Fanny Rosenow, 1950’li yıllarda The New York Times’a bir meme kanseri destek grubu ilanı vermek için gazetenin editörüne bağlanmıştı. Uzun bir sessizlikten sonra aldığı yanıt şu olmuştu: “Üzgünüm Bayan Rosenow ama Times, “meme” ya da “kanser” sözcüklerini sayfalarında yayımlayamaz. Ama onun yerine göğüs duvarı hastalıklarıyla ilgili bir toplantının duyurusunu yapmanızda bir sakınca yok.” Rosenow tiksintiyle telefonu kapattı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bir araştırmacının anımsadığı üzere “artık sesleri solukları fazla çıkmayan bu insanların katkıları, ancak vefat ilanlarında özetlenir olmuştu.”
Kanserli bir hastayı iyileştirmek -eğer iyileştirmek sözkonusuysa tabii- için izlenebilecek yalnızca iki strateji vardı: tümörü cerrahi müdahaleyle çıkarmak ya da radyasyonla yakmak. Seçim, sonuçta sıcak ışınla soğuk bıçak arasında yapılacaktı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Daha iyi sağlık koşullarına sahip bu yeni banliyölerde yeni bir nesil de artık tedavilerle ölümsüz, hastalıksız bir var oluşla ilgili hayaller kurmakta serbestti. Yaşamın sürekliliği konusunda hissettikleri güven ve rahatlama duygusuyla kısa süre içinde eşyanın da sürekli olanına, dayanıklı mallara balıklama daldılar: tekne boyutlarında Studebaker’lar, yapay ipek takımlar, televizyonlar, radyolar, tatil evleri, golf kulüpleri, barbeküler, çamaşır makineleri
Carla’nın tedavisinde çok ince eleyip sık dokumak gerekecekti. Lösemiyi yok etmek için kemoterapiye ihtiyaç duyacak ama kemoterapi de bir yandan kalmış olabilecek normal kan hücrelerini katledecekti. Onu kurtarmak için uçuruma doğru daha da fazla itmemiz gerekecekti ama Carla için de tek çıkış yolu, bu uçurumdan geçmekti.
Hastalık(kanser), artık bir boş heyecan ve ilgi nesnesine dönüşmüş durumdaydı; tıpkı bür balmumu müzesi heykeli gibi en ince ayrıntısına kadar incelenip fotoğraflanıyor ama tüm bu veriler ne tedaviye ne uygulama açısından herhangi bir ilerlemeye dönüşüyordu.
“Hekimlerin en şanlıları
Çağırılmıştı acilen.
Ve işte sözleri ücretlerini alırken:
Yok bu hastalığa başka çare ölümden!”
Kibir, küstahlık, paternalizm, yanlış algılama, boş umut, yanılgı unsurları da çok olacaktır öyküde. Ve hepsi de daha 30 yıl kadar önce çokça kişi tarafından “birkaç yıl içinde iyileştirilebilir” hale geleceği düşünülen bir hastalığa yönelmiş biçimde.
Sonuçta biz ölümsüzlüğün peşinde koştukça, kanser hücresinin yaptığı da -biraz sapkın biçimiyle de olsa- aynı şey olacaktır.
Sonuçta hücre bölünmesi, (kanserin) bizim yaşamımız pahasına yaşamalarını sağlar! Bizlerin, kusursuzluğa daha yakın birer sûreti gibidirler.
19.yy cerrahı William Halsted, daha fazla kesmenin daha iyi bir tedavi anlamına gelebileceği umudu içinde, kapsamını giderek genişlettiği ve giderek daha biçim bozucu hale gelen ameliyatlarıyla kanseri yontup atma yaklaşımını benimsemişti.
“Aldığı hiçbir ilaca şimdiye kadar yanıt vermemiş 66 yaşındaki akciğer kanserli eczacıya yeni bir kemoterapi turu daha attırmaya değer miydi? Hodgkin hastalığı tanısı konmuş 26 yaşındaki kadına test edilmiş ve gücü kanıtlanmış bir ilaç bileşimi verip onu doğurganlığından etme riskine girmek mi daha iyiydi yoksa doğurganlığını koruyacak ama henüz kanıtlanmamış bir ilaç grubunu vermek mi? İspanyolca konuşan üç çocuk sahibi kalın bağırsak kanserli kadını onay formlarının resmi ve anlaşılmaz dilini doğru dürüst çözemezken yeni bir klinik deneye kaydetmek doğru olur muydu?”
Kanser insanlarda başlar, insanlarda sonlanır.
Hastalık; hayatın gece yaşanan bölümü, daha zorlu olan yüzüdür. Doğan herkes, bir sağlıklıların diğeri hastaların krallığında geçerli olan çifte vatandaşlık sahibidir. Hepimiz yalnızca sağlık ülkesinin pasaportunu taşımak istesek de diğerine ait vatandaşlık kimliklerimizi göstermek zorunda kalacağımız bir an da er veya geç gelecektir.
Öyküde, yoldan geçen biri adama anahtarlarını tam o noktada mı düşürdüğünü sorunca aldığı cevap, aslında anahtarları evde kaybettiği ama bulunduğu yerdeki ışık en parlağı olduğu için, aramayı orada yapmayı yeğlediği yolundadır.
DNA, genetik bilginin kararlılığını korumakla yükümlü, bu nedenle de oldukça durağan, birçok kimyasal tepkimeye muazzam dirençli bir moleküldür. Ancak X-ışınları DNA iplikçiklerini yerlebir edebilir ya da molekülü aşındırıp bozacak zehirli kimyasalların üretimini sağlayabilir.
X-ışınlarının yok edici gücünü görmek için, ABD’deki tıbbi X-ışını laboratuvarlarında çalışan neredeyse bütün öncü bilim insanlarının, yanıklar tarafından tetiklenen çeşitli kanserler sonucu hayatlarını kaybettiklerini hatırlamamız yetecektir.
Bilim saymayla başlar. Bir olguyu anlamak için, bilim insanının onu önce açıklayabilmesi, nesnel biçimde açıklayabilmek için de öncelikle onu ölçmesi gerekir.
Ve doktorlar olarak bizler, hayatımızı kanserin içine gömülmüş olarak yaşıyor idiysek, hastalarımızın, kendi yaşamlarının ellerinden tümüyle alındığını hissetmeleri kaçınılmazdı.
Ama bizim ülkemizde, dedi Alice hâlâ soluk soluğa, bizim az önce yaptığımız gibi uzun süre hızla koşarsanız, genellikle bir yere varırsınız.
Yavaş bir ülkeymiş sizinkisi! diye yanıtladı Kraliçe. Çünkü burada, aynı yerde kalmak için var gücünle koşman gerekir. Eğer herhangi bir yere gitmek istiyorsan da bunun en az iki kat hızla koşmalısın!
Bir hastalık, bir dönem insanların düş gücüne böylesine güçlü bir biçimde sızmışsa, bunun nedeni, büyük olasılıkla, o düşü örtülü olarak barındıragelmiş bir kaygıya dokunup gelmiş olmasıdır. AIDS’in 1980’lere ağırlığını koymasının bir nedeni, o kuşağın kendi cinsellik ve özgürlüğüne karşı ister istemez duyduğu korkuydu.
SARS’ın küresel yayılım ve bulaşıcılık konusunda yarattığı panik dalgası, küresellik ve toplumsal bulaşıcılık konularının Batı’da yavaş yavaş kaynamaya başladığı bir döneme karşılık gelmişti. Her dönem, hastalığını kendi suretinde yaratır. Toplum, tıpkı uç noktadaki bir psikosomatik hasta gibi, tıbbı sıkıntılarını geçirmekte olduğu psikolojik krizle eşleştirmede ustalaşmıştır. Hastalığın beden içindeki bir tele dokunmasının nedeni, genellikle telin zaten titreşmekte olmasıdır.
Toz olmaktansa kül olmayı yeğlerim.
Gördükleri ya kendi gölgeleridir ya da birbirlerininki. Ateşin, mağaranın karşı duvarına düşürdüğü gölgelerdir bunlar.
Retinoblastomun trajik bir kanser türü olması, yalnızca çocukları değil, çocukluğun ta kendisi demek olan bir organı hedef almasından kaynaklanır. Tümör, gözde büyür bu hastalıkta. Tanı, genellikle çevrenin bulanıklașmaya ya da solmaya başlaması sonucu konsa da zaman zaman bir fotoğrafta bile gösterebilir kendini: Kameranın flașıyla aydınlanmış göz, ışığa bakan kedi gözü gibi tüyler ürpertici bir parıltı yansıtmakta, merceğin ardında gömülü kalmış tümörü böylece açığa çıkarmaktadır.
İnce uçlu bir kama, bir keskiymișçesine
Dünyanın karmaşasında yol açan kendisine
O güzelim rüzgârın esintisiyle
” İşte oradasınız. Geleceğin hastası. Diğer yolcularla birlikte uzak bir hedefe doğru sessizce ilerlerken birdenbire ve şaşırtıcı biçimde (neden ben?) biraz ötenizde koca bir delik açılıyor yerde. Beyaz önlüklü insanlar beliriyor ardından, size bir paraşüt takıyorlar ve – düşünecek zaman yok- atıyorsunuz kendinizi aşağı. ”
”Sadece sağlam sinirlerin kaldırabileceği bir oyun bu. ” ”ama bugünlerde her şey öyle değil mi zaten? Hepimiz yıllardır olmadığı kadar hızlı bir tempoda mücadele ediyor, çabalıyor ve yaşamaya çalışıyoruz. ”
”Bizim ürünümüz de kuşkudur. Çünkü kuşku, ‘gerçekler bütünü’ ile rekabet etmek için kullanabileceğimiz en iyi araçtır. ”
”Çoğu doktor Camel içer ” sloganıyla ortaya atılan reklam, tüketicilere, bu markayı kullanmakla sağlıklarını güvence altına aldıkları mesajını vermekteydi. Amerikan Tıp Derneğinin 1950’lerin başlarında düzenlenen yıllık konferanslarında, sigara satış noktalarında sıraya giren doktorlara bedava sigara dağıtılıyordu.
Ortaya çıkardığımız ürünlerin sağlığa zarar vermediğini düşünüyoruz. Halk sağlığını güvenceye almakla görevli olanlarla her zaman yakın ilişki içinde olduk, olmaya da devam edeceğiz.
Rivayete göre 1855’te Kırım Savaşı’na katılmış bir Türk askeri, kilden yapılmış pipoları bitince tütünü, içmek üzere bir parça gazete kağıdına sarmıştı. Hikaye gerçek olmayabileceği gibi, tütünü kağıda sarma fikri de kesinlikle yeni değildi. (Papirosi ya da papelito olarak anılan bu kağıtlar Türkiye’ye İtalya, İspanya ve Brezilya’dan gelmişti.) Ama tam anlamıyla gerçek olmasa da rivayetin içeriği canalıcı önemdeydi: Savaş, üç kıtadan gelen askerleri dar ve harap durumdaki bir yarımadaya sıkıştırmıştı; alışkanlıklar ve davranışların siperden sipere geçip birer virüs gibi yayılması, bu durum da kaçınılmazdı. 1855’te İngiliz, Rus ve Fransız askerler paylarına düşen tütünü kağıda sararak içmekteydi artık. Savaştan yurtlarına döndüklerinde ise, alışkanlıklarını da yine birer virüs gibi yanlarında getirmişlerdi.
Saymak, bu kuşağın dini haline dönüşmüştür. Çünkü hem umudu hem de kurtuluşu burada yatmaktadır.
”Toz olmaktansa kül olmayı yeğlerim. ”
”İyileșmezsem beni yine de taburcu edecek misiniz? ”
”Tanrı’dır tek güvendiğimiz. Geri kalanlar verilerini getirsin. ”
Çoğu kez çıkmaz beklentiler,
Sık sık unutulur verilen sözler;
Ve çoğu kez de başarı en umulmadık,
En beklenmedik anda gelir.
” Ama biz insanlar, korku konusunda bile maymun iştahlı bir türüz ”
Hastalığın beden içindeki bir tele dokunmasının nedeni, genellikle telin zaten titreşmekte olmasıdır.
Her dönem, hastalığını kendi suretinde yaratır.
Eğer edilen dualar Cennet’ten ișitilebiliyorsa, en fazla ișitilen dua şu olacaktır:
”Ulu Tanrım, lütfen kanser olmasın. ”
ROBERT SANDLER (1945-1948) ile ondan önce ve sonra gelenlere
”İyimserliğe karşı değilim; ancak kendini kandırmayla ortaya çıkan iyimserlik beni ürkütür. ”
Bilimin kültürel tarihi, keşif anlarının öyküleriyle doludur: Nabız hızlanır, sıradan gerçekler ani bir aydınlanmayla biçim değiştirir, bütün gözlemler berraklașıp bir kaleydoskopun parçaları gibi belli bir düzen içine oturuverdiği, heyecan dolu bir durma noktasına gelir birden. Ağaçtan elma düşer, adam küvetten fırlar, kaygan denklem denge ve biçim kazanır.
”Bunlar benim çocuklarımdı. Onlara elimden geldiğince bakmaya çalışıyordum. ”
Tıpta eski bir deyiş vardır: ”İlacı zehir haline getiren, dozudur. ”
”Bilimsel model, size gerçeği görmenizde yardımcı olan bir yalandır. ”
”Geceyi gözüm açık geçirip tavana bakıyor ve düşünüyordum: Yüzde otuz tam olarak ne demek? Zamanın yüzde otuzu boyunca neler olup biter? Ben de otuz yaşındayım; doksanın yüzde otuzu kadar. Biri bana bir oyunda kazanma şansımın yüzde otuz olduğunu söylese, bu oyunu oynar mıydım? ”
”Ta aşağılarda heyecan içeren bir dip akıntısının varlığını hissediyorum; üst üste yaşanan düş kırıklıklarına karşın, keșfin kıyısında bekliyor olma hissi, beni umudun eşiğine kadar getiriyor. ”
”Bir insanın ölümü, güçlü bir ulusun düşmesi gibidir ”
”Belki de yalnızca tek bir temel günah var: sabırsızlık. Cennetten sabırsızlığımız yüzünden kovulduk, şimdi de sabırsızlığımız yüzünden geri dönemiyoruz. ”
”Bana öyle geliyor ki belirli hastalıklar için, yalnızca bir-iki belirtiyi yok ederek geçici rahatlama sağlayacak değil, gerçek ve seçici bir biçimde iyileştirici olabilecek yapay maddeler bulunabilir. Bu türden tedavi edici maddelerin öncelikle, hastalıktan sorumlu mikrobu doğrudan yok etmesi gerekir. Kimyasal bileşik belirli bir uzaklıktan etki göstererek değil, yalnızca parazitlerle sabitlendiğinde gerçekleştirecektir bunu. Parazitler, ancak kimyasal bileșiğin onlarla belirli bir ilişki kurması ve onlara karşı seçici olması durumunda öldürülebilirler. ”
Biyoloji, kimyanın ta kendisiydi; insan vücudu bile birbiriyle telaş içinde tepkimeye giren kimyasallar dolu bir çuvaldan ibaret sayılabilirdi: kol, bacak, göz, beyin ve ruha sahip bir laboratuvar kabı.
Kanser hücresini deney tüpünde öldürmek öyle çok da zor bir şey değildir: Kimya dünyası, çok küçük dozlarda bile kanser hücresini dakikalar içinde yok edebilecek kötücül zehirlerle doludur. Sorun, ”seçici ” bir zehir, hastayı öldürmeden kanseri öldürecek bir ilaç bulmakta yatar.
”Yaşam kimyasal bir olaydır ”
-Paul Erlich (16 yaşındayken) 1870
Pierre’in cebinde duran küçük bir şişe içindeki birkaç miligramlık radyum da, kalın tüvit yeleğini yakıp delerek geçmiş ve göğsünde kalıcı bir yara izi bırakmıştı.

Ișınım (radyasyon), sonunda Marie Curie’nin kemik iliğine de işleyecek, onda kalıcı bir anemi oluşturacaktı.

Elin iç anatomisi, sanki sihirli bir lensin ardından görülmekteydi. Anna ”kendi ölümünü gördüğünü ” söylese de, kocasının gördüğü şey bambaşkaydı: çoğu canlı dokunun içinden geçebilecek kadar güçlü bir enerji biçimi. Bu ışık biçimine X-ışınları adını verdi.
Uygarlık kansere neden olmadı; ancak insan ömrünü uzatarak kanserin bulunduğu delikten çıkmasına olanak tanıdı.
Papirüste yer alan bütün vakaları, tedaviyle ilgili kısa bir değerlendirme izliyordu; bu tedavi yalnızca hafifletici ya da geçici nitelikte olsa da: beyin ameliyatı geçiren hastaların kulağına akıtılan sütler, yaralar için kullanılan lapalar, yanıklar için merhemler Ancak sıra 45. vakaya gelince İmhotep, kendisinden beklenmeyecek bir sessizliğe bürünmüştü. ”Tedavi ” başlığı altında tek bir cümle yer alıyordu: ”Tedavisi yok. ”
Bu acizlik itirafından sonra, kanser antik tıp tarihinden adeta siliniverdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir