İçeriğe geç

Tuhaf Savaşın Güncesi Kitap Alıntıları – Jean-Paul Sartre

Jean-Paul Sartre kitaplarından Tuhaf Savaşın Güncesi kitap alıntıları sizlerle…

Tuhaf Savaşın Güncesi Kitap Alıntıları

Gauguin, Van Gogh ve Rimbaud karşısında açık bir aşağılık duygusuna kapılırım, çünkü onlar yitip gidebildiler. Gauguin kendi kendini sürdüğü o uzak yerde, Van Gogh deliliğinde yitmiş. Rimbaud ise, hepsinden daha yitik, çünkü yazmaktan bile vazgeçebilmiş.
Gerçek olmayan, gerçeklikten daha önce ortaya çıkıyor.
Gerçekten savaşsaydım, pek fena olmazdı. Fakat, savaşmıyorum işte. Silah altına alınmışım, o kadar.
..her dönem layık olduğu savaşı yaşar.
Baştan sona özgür ve tam yalnızım.
Peki, özgürlüğü de savunmayacaksam, neyi savunmam isteniyor benden?
Savaş hiçbir zaman bugünlerdeki kadar fark edilmez, gizli olmamıştı. Özlüyorum savaşı; çünkü savaş diye bir şey yoksa, ben burada ne halt yiyorum?
Söyleyebildiğim zaman söyleyeceğim.
Gelecek ne denli hafifse içinde bulunulan zaman o denli ağırdır.
Her gün onu göreceğim anı ve o anın ötesinde bilmem nasıl bir olanaksız yeniden yakınlaşmayı bekliyordum.
“ Alçakgönüllülüğü tanımıyorum, ama bununla beraber, hatalarımı hiç de kem küm etmeden görebiliyorum, çünkü kendi kendime aramda hiçbir maddi dayanışma yok. Alçakgönüllülükle, dünkü Ben’ini yaşamaktan gelen fazla mahrem, fazla hassas –aynı zamanda derinden ve canlı da- bir yan vardır. Bu suçu işleyen Ben, hatayı gören Ben’dir de. Burada belki bir de, göğüslenenden daha fazla içtenlik ve daha fazla cesaret, kendi kendini bir tür sürekli kılış vardır. Fakat hayatımın her anı ölü bir yaprak gibi benden kopup gidiyor. O derece ki, anın içinde yaşayamıyorum, daha çok gelecekte yaşıyorum. Varılabilmek için aşılmış bir hayatı varsayan hedefimden ötürü…”
12 Kasım (devam)
[Sanki] kişiliğinin tümü bir ortamdan bir başkasına
herhangi bir geçiş olmaksızın aktarılmış gibiydi.
Bir yola bağlanamıyorum çünkü özgürlüğün geleceği hiçliktir.
Önce yalnızlık vardı, tetikte bekleyen, umut ve kin yüklü boş kentin tepesindeki yoğun ve alçak gecenin arka­ sındaki büyük ilkel gece gibi, ölümlü kalabalığın arkasında kı­pırdamayan yalnızlık. ‘Fakat ben, benim için, gırtlak için, ben neyim? Bir çeşit saltık doğrulama, kaçık doğrulaması. Tüm ge­ri kalandan daha büyük bir yoğunluk. Başkaları için ben, yap­tığım neyse oyum.’
İnsanlar benim benzerim değil, bana bakan, be­ni yargılayan varlıklar. Benim benzerlerim, beni seven ama ba­na bakmayan, her şeye karşın, düşüşe, alçaklığa, hıyanete kar­şın beni, yaptığımı ya da yapacağımı değil, beni sevenler, beni kendimi -intihar da içinde olmak üzere- seveceğim kadar se­venler.
Hoşgörü, çoğu zaman, adını vermek istemeyen bir fırsatçılıktır.
Antoine Roquentin ile aramızdaki en önemli fark şu ki, ben Antoine Roquentin’in öyküsünü yazıyorum. ( )Tüm düşünceleri­mizde, tüm duygularımızda, korkunç bir hüzün öğesinin yeri vardır. Fakat basamaklanmış bütünleşme güçlüyse iç örgütlen­me bireşimsel etmenlerle saglanıyorsa, bu hüzün zararsızdır; ışıgı daha iyi ortaya çıkaran gölge gibi bütünün içinde erir. Fa­kat karıştından bir yönlendirici etmen çıkarılırsa, o zamana ka­dar her şeye boyun eğmiş olan ikincil yapılar, sadece kendileri için varolmaya koyulurlar. Evrensel hüzün kendisi için ortaya konur. Ben de onu yaptım: Yarattığım kişileri kendi kaçık yaz­ma tutkumdan, kibrimden, yazgıma olan inancımdan, metafi­zik iyimserliğimden sıyırdım ve bundan ötürü onlarda kötücül bir kayrırcasına çoğalma başlattım. Onlar, benim başım kesil­miş durumum. Bireşimsel bir bütüne onu patlatmaksızın doku­nulamadıgı için, bu kahramanlar yaşamla donatılmış değildir. Umanın, tümden kurgusal, düşsel kahramanlar gibi değillerdir de, sadece onlan beslemek için çevrelerinde yaramgım yapay ortamda varolabilirler.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Sartre’ın yazısını yazdım mı, içimi kasvet basıyor. Kendisiyle konuşmak insanı rahatlatıyor; yapıtlarını okuyup sonra başka şey düşünmek de bir dereceye kadar oluyor ama, insanın gırtlagina kadar onların içine batması, korkunç bir şey. Umarım, kendi içinde anlattıgı insanlar gibi değildir, yok­sa yaşamı pek dayanılır bir şey olmaz.
Geçmişteki tüm aşklanm ve acılarımla bes­lenmek, güçlenmek istiyordum. Fakat boşuna oldu: O anıla­rın karşısında kendimi tümden özgür duyumsadım. Özgürlüğün bedeli bu, insan hep dışarıda oluyor.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Yaşamın hiçbir dönemine di­bi tutan muhallebinin tenceresine yapışması gibi yapışamıyo­ruz; hiçbir şeye bir işaretle bağlı degiliz, sürekli kaçış duru­mundayız.
Bir ulusu bir zorbadan kurtarıp, özgürlü­ğünü kullanmasını öğretmeden başkansız bırakmak, o ulusu elini ayağım bağlayıp başka bir zorbaya teslim etmek demek­tir.
Dünyadan değildim, çün­kü özgürdüm, ilk başlangıçtım. insanın yaşamı bir oyun gibi görmeksizin kendini bir bilinç olarak kavraması olanaksızdır. Çünkü bir oyun, ilk kaynağını insanın oluşturduğu, ilke­lerini insanın kendisinin koyduğu ve ancak konulmuş ilkele­re göre sonuçlar verebilen bir etkinlikten başka bir şey değil­dir. Fakat insanın kendini özgür olarak algılayıp da özgürlü­ğünü kullanmak istediği andan başlayarak tüm etkinliği oyundur. Kendisi o etkinliğin birinci ilkesidir, doğası gereği dünyadan kaçar, edimlerinin değerlerini ve kurallarını ken­disi koyar, ve ancak kendisinin belirleyip koyduğu kurallara göre ödemeye razı olur. Dünyanın az gerçekliği bundandır, ciddiyetin yitip gitmesi bundandır. Hiçbir zaman ciddi olma­yı istememişimdir, kendimi ciddi olmayı istemeyecek denli özgür duyumsuyordum.
Dünya insana egemendir, uyulması ve olumlu bir sonuç vermesi ge­reken kurallar ve yasalar vardır, bunların tümü bizim dışı­mızda katmanlaşmış ve taşlaşmıştır. O kurallara saygısızlık edildi, felaket oldu, insan çaresiz kaldı. Çünkü artık ona ken­dinden bir yardım gelmeyecek. O, dünyadandır, dünya onun içine yerleşmiştir; saygısızlığa uğramış o tabu, insanın içinde de saygısızlık görmüştür. lnsan, dünyadan çıkma olasılığı ak­lına bile gelmediği zaman ciddidir; dünya otlakları ve kaya­larıyla, kuru toprağı, çamuru, kömür yataklan, çölleriyle, in­sana kafa tutan bütün o büyüklükleriyle insanı sarıp sıktığın­ da, insan kaya varlığını, dayanıklılığı, devinimsizliği, ışık ge­çirmezliği benimsediğinde, insan ciddidir. Ciddi bir insan pıhtılaşmış bilinçtir; insan, zihni yansıdığında ciddi olur.
Yapılan işlere hemen katılmadığımdan, kendimi sorumlu duyumsamadığımdan, para tasam bulun­madığından dünyayı hiçbir zaman ciddiye almadım. Başka bir zamanda olsaydı, bu beni mistiklige götürürdü; çünkü az gerçekliğin doyurmadığı kişiler hemen gerçekliküstünü arama­ya hazırdırlar. ( ) Fakat ben gururdan tanrıtanımazdım. Gurur duygusuyla değil, be­nim varoluşumun kendisi gururdu, ben gururdum. Yanıba­şımda Tanrı’ya yer yoktu; öyle sürekli olarak kendi kendimin kaynağıydım ki, bütün bu sorunda bir Kadiri Mutlak’ın ne işi olacağını düşünemezdim. Daha sonralan, dinsel düşüncenin yürekler acısı fakirliği tanntanımazlığımı perçinledi. lnanç aptaldır ya da ikiyüzlülüktür. Annem dünya karşısındaki bu uçarı soğukluktan bir şeyler sezinlemiş ki, birkaç yüzyıl ön­ce yaşasaydık benim keşiş olacağımı söyler hep. inancım ol­madığı için ben de ciddiyeti yitirmekle yetinmişim.
Kendimle aramda Ben ile bilinç arasında bulunan ve tıpta yapışma ya da iltisak denen şey, kaldırılınca yırtılaca­ğından korkulan o okşayıcı yakınlık yoktu. içeride değil, dı­şarıdaydı, orada duruyordu elbette ama, ben ona camdan, is­tifimi bozmadan, ciddi ciddi bakıyordum.
Defter tutma, her şeyden önce, içinde bulundu­ğum bu yalnızlığı, geçmişteki yaşamımla şimdiki arasındaki kopuklugu vurgulamak demekti. ( ) Belki geri hizmette bu sorgulamaya bir nokta koymak ve yaratmaya -romanımı bitirmek gibi, Hiçli­ğin bir felsefesini yazmak gibi- yeniden başlamak gerekecek­tir.
Yaşamımda tek bir birlik varsa, o da hiçbir zaman ciddi yaşamayı istemediğimdir. Komedi oynayabildim, dokunaklı olanı, kaygıyı ve neşeyi tanıdım. Fakat hiç, hiçbir zaman ciddi nedir bilmedim. Tüm yaşamım bir oyundan başka bir şey olmadı, bazen uzun, sıkıcı, zevk­ siz ama hep bir oyun oldu; bu savaş da benim için bir oyun­dan başka bir şey değil.
Birlik saydam değildir ve tükenmez; o, tam bir saltıktır. Şunu da ekleyeyim ki, içeriği baştan başa insansaldır ama, birligin kendisi başlı başına varoluş olarak kesinlikle insan-dışıdır. Başkası-için’in olumsallığıdır. Çünkü insan sadece ya kendi­ için ya da başkası-için varolabilir. Fakat bu kendi-için’i bir kendinde yoğunluğu ile örten olumsallığı ile kendi kendin­den kaçıp kurtulur. Başkası-için’in karşılıklı ilişkileri söz ko­nusu olduğunda da durum aynıdır.
Bilinçten bilince atılıyoruz, hiçbir zaman da yeter olanı, etkili olanı bulamıyo­ruz; üst üste binen bilinçler de canlı bir bütün oluşturmuyor.
Özgürlük hiç de insanın bağrına taş basıp aşklardan ve mülklerden kopması demek değil. Tersine, özgürlük demek, derinlemesine dünyaya kök sal­mak demek; insan o kök salmanın ötesinde özgür; kalabalı­ğın, ulusun, sınıfın, dostların ötesinde yalnız. Halbuki ben ka­labalığa karşı, ulusa karşı yalnızlığımı dile getirmişimdir. Castor bir mektubunda haklı olarak şöyle yazıyor: Gerçek iç­tenlik, yaşamını her yandan aşmak ya da onunla ilgili bir yar­gıya varmak veya ondan kurtulmak üzere araya mesafe koy­mak değil, tersine yaşamın içine dalmak, onunla tek vücut olmaktır. Ancak, insan otuz dört yaşındaysa, kökü ortaya çıkmış bir bitki gibi her şeyden uzak düşmüşse, bunu söyle­mesi kolay, yapması zordur. Şu sırada yapabildigim tek şey, sabırla edindigim şu özgürlüğü eleştirmek ve o kök salma il­kesine sıkıca sarılmak. Bununla bazı şeylere önem vermek gerektiğini söylemek istemiyorum, çünkü ben pek çok şeye tüm gücümle önem veririm. Demek istedigim kişiligin bir içerigi olması gerektigi. Kilden yapılmış olmak gerekiyor, bense rüzgardan yapılmışım.
Aşk neşesinin tabanı burada: Varoluşunun haklı bir nedene dayandığını duyumsamak. Aslında hiç de öyle değiliz, sadece yalnızlığımızı yitirmişiz; sevdiğimiz varlık bizi içine alıyor, biz de, tıpkı devekuşunun kafasını kuma gömmesi gibi, başımızı onun göğsüne saklıyoruz. Çünkü haklı bir nedene dayandırılamaz olumsallıgımızı üstlenme­dikçe yalnızlığımız varolmaz.
Seven, taş­kın ve zekadan yoksun bir tutkunun nesnesi olmayı pek is­temez. lstediği şey, gösterişsiz, ufacık bir şey, tutkuyla özgür­lük arasında kararsız bir dengedir. Her şeyden önce özgürlü­ğün sevgi durumuna geçme kararını kendiliğinden vermesi­ni, ve bunun sadece serüvenin başlangıcında değil, her an ol­masını ister. Seven için hiçbir şey sevilen varlıkta sevginin özerkliği diye adlandıracağım şey kadar değerli değildir.
Kendi-için’in hiçleştiren yalnızlıgında ben bana yetiyo­rum. Kendimin bu tözleşmiş yedeklerinde hiçbir destek bula­cak değilim. Ancak nesnelerden kaçıp kurtularak, kendim­den kaçıp kurtularak, özgürlük içinde rahat olurum; ancak Hiçlik içinde rahat olurum; ben tam bir hiçliğim, gururdan sarhoş ve açık, duru bir hiçlik.
Sahip olma biçemlerinin tümünde lüksün doğumunu görürüm. Böyle diyorum, çünkü lüks sahip olunan nesnele­rin ne niceliğinde ne niteliğindedir; lüks, sahip ve edindiği nesne arasında olabildiğince derin, gizli, olabildiğince kapalı bir ilişkide yatar. Nesnenin ille çok az bulunur bir şey olma­sı değil de, ona sahip olanın evinde, nezdinde doğmuş olma­sı, sırf onun için varolmuş olması gerekir. Para hiçbir zaman lüksü doğurmaz.Ben kendi hesabına, lüks sever insanın tam tersiyim, çünkü birtakım nesnelere sahip olma yolunda hiç­bir istek duymam; onlarla ne yapılacağını bilmem. Bu bakım­dan dönemimin adamı olduğum kesin; parayı soyut ve kaçan bir güç olarak görüyorum; onun duman olup havaya karış­masını görüp tat alıyorum, sagladıgı nesneler karşısında da yadırgama duygusuna kapılıyorum. Sivil yaşamda hiçbir za­man kendime ait bir şeyim olmadı, ne mobilya ne kitap ne biblo. Bir dairede otursam çok utanacagım, zaten hemen ahı­ra döner. On yıldır bir pipoyla bir dolmakalemden başka kendime ait bir şeyim olmadı.
Usdışı gelenekler bizi yönlendirebilir. lçinde birtakım karışıklıklar olan adama cin çarpmış derler. Halbu­ki, gözlemlerime göre, cin adamın kendisidir. Cin denilen şey onun içinde son biçimini alır. Cinin çarpmış olması, adamın bir niteliğidir; adam filancaya aittir.
Bir nesneye sahip olmak, onu kullanabilmektir. Ne var ki, bu söy­lediğim beni tatmin etmiyor. Burada bir masayı, birtakım bardaktan kullanıyorum, ancak bunların sahibi değilim. Bir nesneyi yok etme hakkına sahip oldugumda onun sahibi ol­duğumu mu söyleyeceğiz? Fakat bu, önce, pek soyut bir şey olur, onu pek düşünmüyorum. Sonra, bir patron fabrikasına sahip olabilir ama onu kapatma hakkına sahip olmayabilir. Sahipliğin basit bir toplumsal işlev olduğunu da kabul et­mem; çünkü her ne kadar toplumsal öge sahipliğe bir hukuksal nitelik, bir kutsal nitelik verirse de, kutsal olabilecek olan vardır, insanı mülk denilen şeye baglayan ilk bağ olan toplumsal bağın altında olan vardır.
Hiçliği hiçbir zaman bitimlilikle açıklamaya kalkmamalı, çünkü bitimlilik, kendi başına alındığında, ele alınan bireyin dışında bir niteliğe benzer. Tersine, bazen Hıristiyan filozof­larda rastlandığı gibi, bitimlilik insan gerçekliğinin derinde gizli bir özelliği olarak alınırsa, o zaman, alışılagelmiş yolun tersine, onu Hiçliğe dayandırmak gerekir. Kendi kendisinin hiçliği olan bir varlık, sırf bu olguya dayanarak, bitmiş’tir. Kendinde’nin hiçleşir hiçleşmez bitmiş bireysellik düzeyine inmesine şaşıyorsak da, yanıt basittir: Kendinde’nin sınırsız bütünlüğüyle aynı uzunlukta olan bir bilinç, önsel olarak var olamaz. Olumsuzluk sıkıştım. Kendi-için, kendinde ol­madığı, uzam olmadığı, direnç olmadığı, güç olmadığı için­dir ki, bir bireydir. Her yeni olumsuzluk onu kendi üzerinde sıkıştım, ve sonunda kendinde’nin bütünlüğüne oranla o ya­ni kendi-için bitmiş birey olarak onaya çıkar; bilinç eksiksiz kendinde’nin ta içinden çıkar, ve onda hiçleştirilmiş kendin­de’nin sadece ufak bir parçasını görmek saçma olur. Sadece kendinde’nin bütünlüğü içinde hiçleşmesi ancak özel bir bi­lincin dünya içinde ortaya çıkışı görünümünde olabilir. Sa­dece varlık sınırsız ya da belirsiz olabilir. Olumsuzluk doğa­sı gereği bitmiştir.
Her mutluluğun bir bedeli vardır ve sonu kötü gelmeyen gönül ilişkisi de yoktur. Bunu aşırı duyarlıktan değil, yalın olarak, sulu gözlülüğe kapılmadan, her zaman böyle düşüne geldiğim için, bunu burada söylemem gerektiği için yazıyo­rum. Bu, beni gönül ilişkilerine atılmaktan alıkoymamıştır ama, her zaman onların itici, kötü bir sonu olacağına da inanmışımdır; hiçbir zaman olmadı ki, bir mutluluk duyar duymaz arkasından gelecekleri düşünmeyeyim.
Kan akması gerek; kan akacak ki, askerlerin arkasına çaresiz bir şey konsun, geri dönemesinler. İlk atılımlarından yararla­nıp askerleri çarçabuk ya utkunun esrikligine ya da bozgunun suç ortaklığına itmeli. Bugün biliyoruz ki, 1915’ten 1918’e ka­dar askerleri onca sinirlendiren o siperden sipere pahalı ve işe yaramaz dayanışmanın amacı, her şeyden önce, maneviyatı yüksek tutmak yani öfkeyi söndürmemekmiş. Askerlik maki­nesinin iyi işlemesi için düşmanın vazgeçilemez bir şey oldu­ğunu Alain yeterince anlattı. Düşman öne doğru kaçışın ama­cı. Onun baskısı, cephe gerisinin asker üzerindeki baskısını dengeleyerek askerlik ruhunun ta kendisi olan gerilimi üretiyor. Kan akmadıkça, cephe gerisi savaşı ciddiye almıyor.
Askerlik sanatı ölmüş, savaş ölüyor. 1940’ın savaşı yandan fazla olanaksız bir savaş. Hitler bunu sezdi ama, sa­vaş onun gözünde insan ilişkilerinin hiç değişmeyecek çehre­si olduğundan, savaşın ancak bir biçiminin ölümünü görüyor­du. Hemen de, kendi kendini yetiştirmiş mucit kafasıyla ica­da, savaşın yeni bir biçimini icat etmeye dönüverdi. Ne yalan söyleyeyim, Rauschning’e kendi savaşı konusunda söylediği şey beni pek etkilemedi. Çocukça şeyler, fazlasıyla denenmiş yollar. Propaganda savaşı daha 14-18’de canlıydı; casusluk da öyle.
Gelecek zaman henüz gelmemiştir, geçmiş zaman artık bitmiştir, şimdiki zaman son derecede küçük bir nokta durumunda yitip gitmektedir, za­man artık bir düşten başka bir şey degildir.
Bir serü­veni olmak demek, bir serüveni olduğunu zihninde canlan­dırmak demek değil, serüvenin içinde bulunmak demektir. Gerçek­leşemezleri her zaman zihinde canlandırabiliriz ama, onlar­dan haz alınamaz; onlara o sürekli rahatsız edici ve ikili ni­teliklerini veren de budur. Sanırım, insanların edimlerinin yarısının amacı gerçekleşmeyeni gerçekleştirmektir. Sanırım ki, en zor açıklanabilir düş kırıklıklarımızın çoğu, bir gerçek­leşemezin bize gelecekte, sonra iş işten geçtikten sonra geç­mişte gerçekleşebilir gibi görünmesinden ve o zaman onu gerçekleştirmiş olmadığımızı duyumsayışımızdan ileri gelir.
Husserl çıkmazından kurtulmak için Heidegger’e döndüm. Zaten Berlin’den getirdiğim kitabını birçok kez aç­mıştım ama, bitirmeye ne kesin niyetim ne vaktim olmuştu. Görülüyor ki, Heidegger’i daha önce ele alamazdım. Metinle­rini amatörce okumak, haydi neyse, fakat ögrenme niyetiyle yaklaşmak olanaksızdı. Zaten, buna ek olarak bir de 38 ilkba­harının, arkasından sonbaharının tehditleri, yavaş yavaş beni sadece bir düş ve düşünceye dalma değil, bir bilgelik, bir kah­ramanlık, bir ermişlik anlamına gelecek bir felsefeye, bana darbeye(2. Dünya savaşı) dayanma fırsatını verecek herhangi bir şeye yaklaş­tırıyordu. lskender’in ölümünden sonra Aristoteles’in bili­minden yüz çevirip onlara yaşamayı ögreten Stoacıların ve Epikuroscuların daha sert ama daha ‘bütüncül’ öğretileri içine giren Atinalılar ne durumdaysa, ben de o durumdaydım.
Artık alışılmış sorunları, bilinci, bilgiyi, dogru ve yanlışı, algı­lamayı, cismi, gerçekçiliği, düşünceciliği o felsefenin içinde görüp tanıyamıyordum. Ancak Husserl’i tüketirsem, Hus­serl’de ögrenecegim hiçbir şey kalmazsa Heidegger’e gelebilir­dim. Benim için bir filozofu tüketmek de, onun görüşleri için­ de düşünmem, o filozofun sırtından -kendim tabir çıkmaz sokaga düşünceye kadar- kendime kişisel düşünceler yarat­mam demektir. Husserl’i dört yılda tüketebildim.
Bilinç, Hiçlik tarafından doldurularak donmuş olarak kendisinin hiçbir şey olması olgusuyla, on­dan kaçar. Var olduğu ölçüde ve dünya ile kaynaşma duru­mundayken bilinç ondan kaçar ve var olmadığı ölçüde on­dan ayrılır. Böylece, dünya ile bilinç arasındaki ilişki bir te­mas ilişkisi olmuş oluyor. Dünya, somut olarak -ve özellik­le- bilinç olmadığı oranda bilinç için vardır. Bilinç, dünyaya kendisinin kısmi hiçleşmesi ancak kendisiyle onun arasında aralıksız bir dışsallık kurduğu ölçüde dokunur, temas eder. Dünya ne özneldir ne nesnel: O, bilinci kuşatan kendinde’dir ve bilinçle bilinç kendi hiçliği içinde onu yani dünyayı han­gi durumda aşıyorsa o durumunda temas eder.
Olmamak için var­lığa gereksinimi vardır. Kendi-için, kendinde’nin tümüne göre kendini hiçleştirir. Kendi-için’in olmadığı şey ile arasın­daki gibi kendinde’nin bütünlüğü ile olan bu birincil ilişki­sine dünyadaki-varlık diyoruz. Dünya içinde var olmak, dünyanın yokluğu, bulunmayışı olmaktır. Bilinç ile dünya­nın bir oluşu, bilinçten de dünyadan da önce vardır. Bilinç olmak, dünyanın önünde dünya-karşıtı olmaktır, bu dünya olmayan şey durumuna kesinlikle ve somut olarak gelmek­tir. Öte yandan, bu olumsuzluğu dünyanın dışına bir kaçış olarak da almamalıdır. Kendi-için’in hiçleşme hareketi bir gerileme değildir. Hiçleşme gerileme ile birlikte olursa, hiç­ bir şey’in hiçleşmesi olur ve kendinde’ye düşer. Belki ölümü böyle anlamak gerekiyor. Tersine, hiçleşme, dünyanın ken­di-için’e aralıksız ve aracısız katılması anlamına gelir. Dün­yanın -dünyadan kendisinin bir hiçbir şey olması dışında hiçbir şeyle ayrılmamış olan- bilinçteki bu varlığı aşkınlıktır. Kendinde, bilinci kuşatır ve bilinç, Hiçlik içinde kendinde’yi geçip geride bırakır. Fakat Heidegger’in sandığı gibi dünyayı kendinde saklayan Hiçlikte değil, bilincin kendisi olan Hiç­likte. Bilinç kendisinin kendi-için’inde, dünyayı kendine doğru aşar. Hiçlik ile dondurularak doldurulduğu ölçüde kendinde ile kuşatılmıştır.
Kendinde bir varolan’ın olası yok edilmesi ancak o varolan’ın bilincinin ortaya çıkı­şıyla gerçekleşebilir.
Bilincin kendinden ve doğallıkla, bir üçüncü kişinin içsel bir karışması bulunmaksızın uzam olmaması için varlığının en derin yerinde olmadığı o uzam ile yalın bir iliş­ki saklaması gerekir. Fakat bu birinci ilişki, hepsi de kurul­muş bir dünya ve açıklığa kavuşturulmuş varlık sorunu bu­lunduğunu gösteren itme, üretme, yansıtma terimleriyle dile getirilemez. Pek açık ki, burada iki varlık arasında başlangıç­tan beri gelen bir ilişki söz konusudur. Bunun bilincin olma­dığı şey olması için, ilişkinin olabildiğince mahrem yani salt ikisine ait ve dışa açılmamış olması gerekir. Bilincin kendisi­ni her yandan kuşatan uzamdan ancak olmamak yoluyla -sa­dece uzam olmamak değil, aynı zamanda hiçbir şey olmak yo­luyla- kaçabilmesi için, uzanım her yerden bilinçte hazır bu­lunması, hatta boydan boya onun içinden geçmesi gerekir. Bilinç ile uzanım bir oluşu öyledir ki, bilinç ancak kendisi ol­madığı ölçüde, hiçbir şey olduğu ölçüde uzam değildir. Uzam olmamayı dengeleyen, o açığı kapayan hiçbir olumlu şey yoktur. Bilincin uzam olmamasının nedeni, kendi kendi­sinin hiç’i olmasıdır. Uzam ile bilinç arasındaki bu ilişkiye kuşatma(investissement) diyeceğiz. Fakat bilinç olmadığı şey olarak ve ol­dugu şey olmayarak tanımlandığı için, açık ki, uzam olma­yan varlık olması olanaksızdır. Bilincin uzam olmayan şey ol­ması kipi, tümüyle, içine işleyen Hiç ile dolmuş ve donmuş­tur; bilinç yansıma ile yansıtılanın hiçleştiren kipi uyarınca uzam olmayandır, yani ‘bilinç uzanım niteliğini taşımaz’ for­mülünün ‘bilinç uzam değildir’ olarak düzeltilmesi gerekir.
Olumsuzluk sorunu her zaman olmak sorunu gibi perde­lenmiş, maskelenmiştir, çünkü ‘olmamak’, iki nesnenin bir­ birinden başka oluşunu kesinlikle söyleyebilmek için onları kendi önüne getirten bir zihnin yargısı olarak görünmüştür. örneğin, kağıdın gözeneksiz olduğunu söylediğimde, bu olumsuzluğu gözenekli ile özü arasında hiçbir bağ bulunma­yan kağıda değil, kendi zihnime yüklemiş oluyorum. Ayrıca da, şunda anlaşmak gerekir ki, olumsuzluk, benim zihnimin yadsıyarak eksiksiz bir yargı edimi gerçekleştiren bir olma bi­çimi degil; öyle bir edim, filozofların çoğu için, yadsıdıgı za­man bile katıksız ve varoluş dolu edimdir. Böylece olumsuz­luk bir ,λεκτον(soyut ve sözel şey) bir hiçbir şey olmuş oluyor. O yani olum­suzluk ne zihindir, ne zihnin içindedir, ne kâğıttadır, ne gö­zeneklidedir ne de, kağıt ve gözenekli arasındaki itici bir biçiminde var olan bir ilişkidir. O, alt tarafı, bir kategoriden, bir ulamdan başka bir şey değildir; zihne gözenekli ile kağı­dı hiçbir biçimde doğalarında degiştirmeksizin, birbirlerine olan tutumlarına bir yenilik getirmeksizin, onları yaklaştır­maksızın, uzaklaştırmaksızın onlara uzaktan bir bireşim yap­manın olanağını veren bir ulam. Böylece, felsefe, olumsuzlu­gu zihinle nesneler arasında incecik bir zar, bir hiçbir şey ya­pıncaya kadar inceltme çabasını göstermiş oluyor.
İnsanın kendine egemen olmasının, tinsel sağlık dedikleri şe­yin öyle gösteriş alçakgönüllülüğüyle, yurtseverlikle filan ilgi­si yoktur. Biliyorum ki, sağa sola sapmadan kendime egeme­nim, yine biliyorum ki sert vuruşlara dayanabilirim. Aynca, ahlakı tasa ettiğimi de biliyorum. Birçok eski düşünce yolunu yıkmak istedim, ama bu, yapıcı bir tasayla oldu. Köklerden yoksun olabilirim ama, hiçbir zaman dengeden yoksun olma­dım. Neden bütün bunlan yazmak zorunda sayıyorum ken­dimi? Çünkü içinde yaşadığımız dönemin tarihçilerden önce davranıp kendi kendisine bir imge yaratmakta olduğunu gö­rüyorum. Dönemimiz kendi kendisini yargılamış olma onu­runu istiyor, tarihçilere bitmiş bir iş devretmek istiyor. lşte ben de bu karartılmış tabloya karşı çıkıyorum. O tablonun bizden sonraya kalmasından korkuyorum. Tedirginlikle gö­rüyorum ki, şimdiden 18-28 döneminin o hayran olunacak düşün ve yapıt patlamasını bir çürüme dagınıklıgı, o yıllarda insanlarının tattıkları gerçek özgürlüğü başıbozuk bir kuralsız­lık olarak görme eğilimi var. Bütün bu saf ve sınırlı görüşler birer sahte zarafet. Haydi, aptalın biridir diye Drieu’yü bıra­kalım; fakat bir hesap çıkarmaya kalkan kişilerin sayısı yan çizemeyeceğimiz denli çok. Galiba beklemek gerekiyor. Dö­nem öldü, kabul, ama hala sımsıcak; cesedinin biraz soguma­sını bekleme inceliğini göstermeli.
İnsanları bırakıp sözcüklere sıgınan, son­ra sözcükleri de bırakıp nesnelere sıgınan soyluluk, her yerde kovalana kovalana bu dünyadan çıkıp gitmişti.
Bilinç, var olmanın hafiflemesidir. Kendi-için-varlık, ken­dinde-varlığın parçalara ayrılmasıdır. içine Hiçlik işleyen kendinde-varlık kendi-için-varlığa dönüşür.
Özgürlük Hiçliğin dünya önünde ortaya çıkışıdır. Özgür­lükten önce, dünya ne ise o olan bir dolu, koca bir yumuşak bulamaçtır. Özgürlükten sonra, ayrımlaşmış şey’ler var çün­kü özgürlük olumsuzluğu getirdi. Olumsuzluğun dünyaya özgürlük yoluyla girmesi ise, sadece, özgürlük tümden Hiç­lik ile dopdolu olduğu için olabiliyor. Özgürlük kendi kendisinin hiçliğidir. İnsanın olumsallığı, kendi olumsallığını hiçleştiren varlık olmasıdır. Düşlememiz yani dünyanın nes­nelerini hiçleştirmemiz ve izlekleştirmemiz özgürlük yoluyla olur. Güçsüzleşen ve Hiçlik içinde asılıp etkisiz kalan özü­müze göre her an gerileyip ona uzaktan bakabilmemiz özgür­lükle olur. Özgürlük sürekliliğin çözümünü yerleştirir; o, te­mas kopmasıdır. O, aşkınlığın temelidir, çünkü var olanın ötesinde, henüz var olmamış olanı tasarlayabilir. Son olarak da, o kendi kendini yadsır, çünkü gelecekteki özgürlük şim­diki özgürlüğün olumsuzluğudur. Bir yola bağlanamıyorum çünkü özgürlüğün geleceği hiçliktir. Özgürlük dünyanın ge­leceğini kendi geleceğini hiçleştirerek yaratır. Bundan ötürü, bir yola bağlanamıyorum, geçmiş durumuna gelen şimdiki zamanım hiçleşecek ve gelecekteki özgür şimdiki zamanım tarafından saf dışı bırakılacaktır.
savaşın yaklaşmasına kayıtsızlıkla bakan ve kendisinin tarihsel kişi durumunun bu kayıtsızlığa bir ağırlık verdiğini, savaşı yak­laşdığını pek anlamayan kişiler gördüm; bunların tarihsel kişi durumu savaşı başlatmaya yetmiyordu ama, suç ortağı yapmaya yetiyordu -dövüş horozu gibi, kibirden, aptallık­tan, saflıktan, düzeni bozma korkusundan, özgür düşünme ürküsünden ötürü, insanlık görevini ancak büyük bir felaket olursa yerine getirebilecek kişiler gördüm. İşte bu nedenler­ den ötürü, savaşta masum kurban yoktur, diyorum. Başlan­gıçta masum olsalar bile, o kurbanlar, asker yaşamlarının ay­rıntısı içinde kendilerini suç ortağı durumuna getirecek bin türlü yoldan savaşı üstlenirlerdi. Öyle ki, günahın kefaretini verme, borcunu ödeme dediğimiz şey, olanca ahlaki gücüyle burada karşımıza çıkıyor: Tarihselliğin dogası öyle ki, insan ancak kendi seçtiği bir şey uğruna acı çekmeyi kabullenirse, kurban, ezilen olursa suç ortaklıgından kurtuluyor. Savaşı hak etmeyenler sadece barış ugruna acı çekmeyi, kurban ol­mayı kabul eden insanlardır. Sadece onlar masumdur, çünkü onların yadsıma gücü mutsuzlugu ve ölümü çekmelerine ye­tecek denli büyüktür. Yani yadsımalarının sonuçlarım kabul etmekle başkası yerine acı çeken masumlar oldukları dogru. Başkasının borcunu ödüyorlar. Şu halde, tarihselliğini üstlen­menin kurban ve kurtarıcı olmaktan başka yolu yok.
Kendi kendimle yalnız olmak isterim ama, onun için de bir bahane gerek.
Aşk, insan gerçekliğinin başkasında kendi­nin dayanağı olma çabasıdır.
İnsan, ge­leceğin içinde kendi kendisinden kaçan bir varlıktır. Tüm gi­rişimlerinde, çoğu zaman söylendiği üzere, kendini olduğu gibi korumayı amaçlamamıştır, büyümeyi de amaçlamamış­tır; amaçladığı şey, dayanmaktır. Girişimlerinin her birinin sonunda, kendini olduğu gibi yani iliklerine değin dayanak­sız bulur.
İnsan gerçekliği ilk önce bilinçtir yani herhangi bir şey olması için, onun bilincine varması gerekir. Kendi tepkisini dışarıdaki olaya güdüler; işte ondaki -yani in­san gerçekliğindeki- olay, bu tepkidir. Öte yandan dünyayı tanıması da, ancak kendi tepkileriyle gerçekleşir. Şu halde tepkileri ve dünyanın ona görünme biçimleri tümüyle ona mal edilebildiği ölçüde özgürdür. Fakat eksiksiz özgürlük an­cak kendi kendisinin temelini oluşturan şeyden yani olumsal­lığından sorumlu bulunan bir varlık için var olabilir.
Yaşam in­sanın vazgeçemediği bir doluluktur.
Olmak zorunda bulunmak, bana koşulsuz buyruk tarafından temsil ediliyor gibi geliyordu; bunu kabullenmedigim için ötekini de bununla birlikte itiyor­dum. Fakat, ne zaman ki, hakkedilmiş bir yaşama sahip ve adı­na değer denilen şeylerin var olduğunu öğrendim, ne zaman ki, dile getirilmiş olsun ya da olması bu değerlerin benim edim­lerim ve yargılarımın her birini düzenlediklerini ve özellikleri­nin olmak zorunda bulunmak olduğunu anladım ( ) Yapılmış, bina edilmiş değere olan ortak inancımız, Z.’nin öyküsüyle sarsılmıştı. Her şeye ye­niden başlamaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu.
Katıksız bir hazza ya da mutluluğa dayanan bir ahla­kı denemeyi de hiç düşünmemiştim; bana uygun bir şey de­gildi. Tersine, böyle bakınca, ilerleme, üstün insan, kendini aşma düşüncelerinin nasıl bir özel önem kazandığı görülü­yor. Bu söylediklerimi kendi ahlâklarından söküp çıkarıyor, kendi yaşam çerçevemin içine oturtuyordum. Asıl amacım, üstün insanı yaratmak, ahlakı geliştirmek değil, sadece güzel bir yaşama sahip olmaktı.
lstediğim her şeye sahip oldum ama, hiçbir zaman istediğim biçimde elde edemedim. Bununla, yaşamımın bir yaşam ne denli başarılı olabilirse o denli başa­rılı olduğunu, ancak daha fazla bir şey, başarılmış bir yaşam olmadığını anlatmak istiyordum. Yapaylıktan uzak, temiz düşlemimin istediği her şeye sahip olduğum pek yanlış değil. Her kez düş kırıklığına uğradığım da o denli doğru. Çünkü her olayın, bir yaşamöyküsünde olduğu gibi yani işin sonu­nun bilindiği durumlarda olduğu gibi, başıma gelmesini istiyordum.
İnsan hiçbir zaman yaşamını yitirmiyor, düşünüyorum da, hiç­bir şey yaşam kadar değerli değil. Bununla birlikte, hiçbir düşüncemi de yitirmedim; biliyorum ki yaşam, biçimi olma­yan yumuşak bir şey; herhangi bir gerekçeyle haklı çıkarıla­mıyor, belirsiz. Fakat bunun önemi yok; şunu da biliyorum ki, her şey başıma gelebilir, ama benim başıma gelecek her olay, benim olayımdır.
Saçma bir yaşamın tek amacı, sonsuza dek, var olur olmaz kendisinden kaçıp kurtulacak olan yapıtlar üretmekti: Öyle bir yaşamın varlığı­nı haklı gösteren tek şey buydu. Zaten bu da, eksik bir haklı göstermedir. Hiçbir zaman birbiri arkası sıra yutmak zorun­da kalman o uzun parçalarını kurtaramayan bir haklı göster­me. Tam bir sanatla kurtuluşa varma ahlakı. Yaşama gelince, onu olduğu gibi, geldiği gibi; yolsuz yordamsız yaşamak ge­rekiyordu.
İnsan kendi yaşamının bir anı üzerinde o anı yaşarken bir görüşe sahip olamıyor, o an insanın arkasın­dan geliyor, insan kendini onun içinde buluyor. Bununla bir­likte, arkamıza dönüp baksak görürüz ki, yaşadıklarımızdan kendimiz sorumluyuz ve bu geri dönüp değiştiremeyeceği­miz bir şeydir.
Genç bir hanımı razı edinceye kadar akılalmaz sı­kıntılara katlandıktan sonra, özgürlüğüme dokunmaktan ka­çınması gerektiğini o kişiye pısırık bir utangaçlıkla anlatma zorunda hissederdim kendimi. Fakat, çok geçmeden, yaradı­lıştan iyi olduğum için, hanıma o degerli özgürlüğü armağan ederdim. Şöyle derdim: Size verebileceğim en güzel armağan­dır bu. llişkilerimizde hiçbir şey degişmemiş olurdu ama, ha­nım biraz safçaysa borçluluk duygusuna kapılır, saf degilde kurnazca, kapılmış gibi yapardı. Zaten neyse ki, istencime baglı olmayan birtakım koşullar ortaya çıkar ve ben, biraz kendimi tartaklayarak o degerli özgürlüğü bir başka genç ha­nıma vermeye koşardım. Bir kez yakalandım. Castor bu öz­gürlüğü kabul etti ve kendinde alıkoydu. 1929 yılında oldu bu. Bundan acı çekme aptallıgında bulundum: Karşılaştığım o sıradışı şansı anlayacağıma, bir çeşit melankoliye düştüm. Aynı zamanda, Yüksek ögretmen Okulu’ndan, o düzensiz ve hareketli arkadaşlık ortamından ayrılıp yalnız oturmaya baş­ladım. Bundan başka, -sonradan sevinçle ayrılacagım- asker­lik görevi de beni büyük bir alçakgönüllülüğe zorladı; fakat o alçakgönüllülük üzerimde kalmış son insan-üstülük kirle­rini de kazıdı, götürdü. Ayrıca, ögretmen oluyordum. Yuka­rıda söylediğim gibi, bu önemli bir şoktu. Çünkü birdenbire bir tane Sokrates oluyordum. O zamana kadar yaşamaya ha­zırlanıyordum: Her an, her olay, bana şöyle bir dokunup ge­çiyor, ancak beni yaşlandırmıyordu. Söz konusu olan hep oyundan önceki provaydı. Fakat artık oyunu kendim oynu­yordum, artık yaptıgım her şey benim yaşamımla yapılıyordu.
Hissettiğim anla yazdıgım an arasında hep bir zaman kayması var. Yani, yaptıgım, esasta bir temize çekme. Belki, duygunun tek bir atılımla yazıya komut verdiği birkaç yer bunun dışında kalıyordur.
Yalın olarak yaşamak, hiçbir biçimde haklı gösterilmeden yaşamak çok zor.
Sanmam ki, dünya yaratıldı yaratılalı, tek bir insan işin bilincinde olarak ölmüş olsun. Sokrates, baldıran maşrapasını eline aldığında, herhalde hiç degilse yan yarıya çevresindeki öğrencilerine oyun oynamakta olduguna inan­maktaydı. Elbette içecegi şeyin öldürücülüğünü soyut olarak bilmekteydi ama, olayın bambaşka, gülecek durumda bulun­mayan üzgün ögrencilerinin düşündüğünden bambaşka ol­dugunu, bütün olup bitenlerin altında varlığını yalnızca ken­disinin sezdigi bir aldatmaca bulundugunu herhalde sezmekteydi. Başka bir yerde de şunu söylüyor: Doga, ağaçları ar­şa çıkarmamaya dikkat etmiş. Ne acı agaçlarını ne ötekileri Fakat bence söz konusu olan doğa değil, bizleriz; bizler bü­tün bu hilelerden tümden sorumluyuz. Öte yandan, birkaç saatlik bir içtenliğe, içi dışı birliğe sahip olduğunu kabul edi­yor: Aramızdan çoğu ölümden değil, ölme ediminden kor­kuyordu, hatta bazı saatler oluyordu, ölme korkusunu bile alt ediyorduk. O saatlerde özgürdük Ölümlüler dizisinin dı­şına atılmış gölgesiz insanlardık; bu, bir insanın tadabileceği en saltık özgürlük yaşantısıydı.
Yaşa­mımı gözden geçirdiğimde, o kadar da hor görülecek bir ya­şam değilmiş gibi gelir bana. Sanki önümde birçok vaat edil­miş toprak var, ve ben oralara girmeyeceğim. Bulantıyı duy­madım, içten değilim, vaat edilmiş toprakların eşiğinde dur­dum. Ne var ki, hiç değilse, o toprakları gösteriyorum, başka­ları da oralara gidebiliyor. Ben bir işaret ediciyim. İşlevim bu. Bana öyle geliyor ki, şu sırada kendimi en asal yapımda buluyorum; o asal yapım şu: Benim kendi özümü tanımak değil de, her ‘özü’, acıyı, tat almayı, dünyadaki -varlığı tanımak için hissettiğimi, acı çektiğimi görmekle üzülen bir mizaç. Bu sü­rekli ikiye katlanma, sürekli kendi üzerime yansıma, coşkuy­la kendimden yararlanma, bu ben’im. Bunu pekala biliyorum ve çoğu zaman bundan bıkkınlık duyuyorum. Çok iyi anlaşı­lır olmayan, sisler arkasında kalmış kadınların, T. ‘nin, eski­ den de O.’nun, üzerimdeki sihirli çekicilikleri bundan ileri geliyor. Sonra, bir de ara sıra temiz bir ruhun masum zevkle­rini duyuyorum ama, o zevklere hemen aşina çıkıyorum,onları açığa çıkarıyorum, kalemime gelip mektuplarıma yayılı­yorlar. Gurur ve açıklıktan başka bir şey değilim ben.
Ben içi dışı bir biri değilim. Ne hissediyorsam onu daha hissetmeden önce onu hissedeceğimi biliyorum. Ve o zaman artık -hissettiğim şeyi tanımlamakla, düşünmekle uğ­raştığım için- onun yarısını hissediyorum. Benim en büyük tutkularım, sinir hareketlerinden başka bir şey değil. Geri ka­lan zamanda, aceleyle hissediyorum ve sözcüklerle geliştiriyo­rum, biraz buradan sıkıştırıyorum, biraz oradan zorluyorum; bir de bakıyorum ki, kusursuz, ciltli bir kitabın içine yerleşti­rilebilecek gibi bir duyum çıkmış ortaya. İnsanların hissettiği her şeyi söylemeseler de bilebilir, açıklayabilir ve kağıda dö­kebilirim. Fakat hissedemem. Yanıltırım, duyarlı bir insan gi­bi görünürüm, halbuki bir çölüm ben.
Aslın­da, isteme edimi, onun için bir dinin, hümanizmin kutsal tö­reni. Sade, neredeyse feodal bir tören, isteyenle veren arasın­da bir an için bir eşitlik kuruyor. lsteme edimiyle iki insan, insan çıplaklıklarının içinde, karşı karşıya gelmiş oluyorlar.
İnsan yaşamını ve dönemini yar­gılayabiliyor; yaşamı konusunda onun döneminin sağladığı malzeme ile kurulduğunu hesaba katarak yargı verebiliyor. Bu, özgür kalmak için bir neden olurdu ama, istemiyorlar öz­gür olmayı. lskaladıklan yaşama göre eksiksiz olan özgürlük­lerini kendilerinden saklıyorlar ve bunu bir babanın çocuğu­na duyduğu sevgiyle yapıyorlar.
düşünceler bana kendi iyim­serliğimi yansıtıyor ve, haydi, umut geri geliyor. Belki en zo­ruda o; çünkü o vakit, gündelik yaşamımız insanlık dışı de­necek derecede saçmalaşıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir