İçeriğe geç

Trajik Başarı : Türk Dil Reformu Kitap Alıntıları – Geoffrey Lewis

Geoffrey Lewis kitaplarından Trajik Başarı : Türk Dil Reformu kitap alıntıları sizlerle…

Trajik Başarı : Türk Dil Reformu Kitap Alıntıları

&“&”

Büyük Atatürk’ün, Türk dili uğrunda harcadığı emekler boşa gitmemiştir ve asla boşa gitmeyecektir."
Güneş-Dil Teorisi üzerinde Ankara Üniversitesinde bir dizi ders veren Dilmen, Atatürk ölünce dersini kaldırmıştır. Öğrenciler neden böyle bir karar aldığını sorduklarında ise, şu cevabı vermiştir: Güneş öldükten sonra, onun teorisi mi kalır?"
Atatürk’ün sofrasında geçen ateşli bir tartışmayı anlattıktan sonra, Atay şöyle demektedir: Sakın bu tartışmalarda bulunmayı cesarete vermeyiniz… Atatürk’ün sofrasında fikirlerini söylemek bir cesaret değildi. Söylememek, aksini söylemek lüzumsuz bir &‘müdahane’, yahut çıkar bekleyen bir dalkavukluktu."
Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.
Bilmeyen ne bilsin bizin?
Bilenlere selam olsun.
Milleti cehaletten kurtarmak için kendi diline uymayan Arap harflerini terk edip, Latin esasından alınan Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur.
Milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvela milli lisan ister.
27 Mayıs 1960’da Demokrat Parti, önde gelen 38’inin Milli Birlik Komitesi’ni oluşturduğu bir grup subay tarafından iktidardan indirildi ve fırtına yön değiştirdi. Dil reformunun, Atatürk’ün reformlarına karşı çıkanlar tarafından ilk hücum edileni olması münasebetiyle, subaylar Demokrat Parti’nin dile karşı 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun yeniden hayata geçirilmesinde örneklenen tavrını, Atatürk’ün Türkiye’yi laik bircumhuriyet yapma gayretini bozmaya yönelik politikasının bir parçası olarak gördüler. Askeri ihtilalin hemen ardından Kurum’a verilen tahsisat yeniden sağlandı. Ocak 1961’de tüm bakanlıklara, Türkçe karşılığı olan herhangi bir yabancı kelimenin kullanımının yasaklandığına dair bir genelge gönderildi.
Menderes’in bakanlarından biri, Ethem Menderes (akrabalık yok) Öztürkçe’ye inanmış birisidir, fakat elinden gelecek hiçbir şey yoktur. 24 Aralık 1952 tarihinde Meclis &‘491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu … ve bu kanunu, 4695 sayılı Kanunun kabulüne kadar yürürlükte olan değişikliklerle birlikte yeniden hayata geçiren bir kanun tasarısını’ onaylar. Oylama kararı 341kabule karşı 32 ret ve 9 çekimser oy ile alınmıştır.
Bakanlıklar ve diğer kuruluşların isimleri Farsça izafetler ile oluşturulmuş önceki isimleri ile değiştirilir: Bakanlık bir kez daha Vekalet; Sağlık ve Sosyal Yardım, Sıhhat ve İçtimai Muavenet; Bayındırlık, Nafia; Savunma Müdafaa; Genel Kurmay Başkanı, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi; ve Savcı tekrar Müddei-i Umumi oldu.
Bu, o güne kadar Dil Kurumu’nun aldığı en büyük darbedir. Çoğu gazete, hakim rüzgara kapılmış ve yeni kelimelerin kullanımını, onları tamamen terketmeden de olsa, değiştirmiştir. Yine de dil reformu ile beraber büyüyen neslin çoğunluğu Demokrat Parti’nin bu tutumunu paylaşmamaktadır.
Demokrat Parti iktidarının sonuna doğru &‘Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Riyaseti’ demeye bile başlamıştık. 27 Mayıs’tan sonra tekrar &‘Genelkurmay Başkanlığı’na döndük. Bu biraz gülünçtür, çünkü bir dilin ne partisi, ne de dini vardır. İhtilalci ve tutucu, aynı dili kullanırlar. Aynı dille bir mukaddes kitap yazılabileceği gibi bir aşk romanı da yazılabilir. Dil bir araçtır, gaye değildir, tarafsızdır (Kuneralp 1981’ 15-17).
Fakat, hatırlanmalı ki bu kelime, Atatürk’ e atfedilen Büyük Millet Meclisi duvarındaki &‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ sloganında görülmektedir. Fakat, Atatürk bu sözü hiçbir zaman söylememiştir; bu sözü telaffuz ettiğinde kullandığı kelime hakimiyettir. Sözün geri kalanının Osmanlıca tabiatı korunmuştur. Öztürkçe kullandığı dönemde ise, ortadaki iki Osmanlıca kelimeyi bırakarak, &‘Egemenlik kayıtsız şartsız Ulusundur’ demiştir. Şart yerine geçecek olan koşul Atatürk’ ün ölümünden dokuz yıl sonra icat edilmiştir, kayıtsız yerine geçebilecek tek kelimelik bir alternatif ise hala keşfedilmemiştir.
Ataç’ın dil reformundaki yeri, büyük bir kelime mucidi olmasıdır. Ataç bir dil uzmanı değildir, kendisi de öyle olduğunu iddia etmemiştir. Aksine onun kendi hakkında şöyle dediği söylenir: Cehaletim sınırsız ve bu yaşta bu cehaleti artık ortadan kaldırmak imkansız." Fakat onun dile karşı tutkulu bir sevgisi vardır. Bazı entelektüellerin Batılı kelimeleri onların asıllarını kavramadan basmakalıp bir şekilde kullanmalarından nefret etmektedir. Dilin sadece doğal bir şekilde gelişeceğini, hiçbir bireyin ya da grubun dilsel bir değişim meydana getiremeyeceğini öne sürenlere şiddetle karşı çıkmıştır.
Atatürk’ten başka, modern Türkçenin vokabülerine önemli katkılarda bulunmuş iki kişi Falih Rıfkı Atay ve Nurullah Ataç’tır. Bu bölümde incelenecek olan üçüncü kişi Aydın Sayılı böyle bir katkıda bulunmamış olsa da bu yöndeki çabaları anılmayı hak etmektedir. Hem Atay ve hem de Ataç, dilin çağa uydurulması gerektiğine inanmışlardı ve ikisi de listeler dolusu yeni kelimeler yaratmanın beyhudeliğinin farkındaydı; yeni kelimeler sıradan insanların okuduğu gazete ve dergi türü yayınlarda kullanılmalıydı. Atay’ın söylemeyi sevdiği gibi, yeni kelimeler koleksiyonlara iğnelenmiş kelebeklerdi; bunların ihtiyacı, kendilerine ancak üslupçular tarafından verilebilir olan hayat ve renkti. Yeni kelimelere hangi yollardan ulaşılacağına dair iki adamın görüşleri birbirinden çok farklı olamazdı.
Aşırı sağcılar ise Dil Kurumu’nu, özel görevi Türkiye Türkleri ile bir gün bağımsızlıklarını kazanacaklarını umdukları Sovyetler Birliği Türkleri arasındaki birbirini anlama kabiliyetini
azaltmak olan, yıkıcı bir örgüt olarak değerlendiriyorlardı. Zaten var olan karşılıklı anlaşılamazlığm reform başlamadan önce de ileri derecede olduğunu görmezden geliyorlardı. Bu anlaşılamazlığın sebebi kısmen, Orta Asya lehçelerine bir Rusça kelime akışı olması ve bu lehçelerin çoğunun söz konusu kelimeleri örneğin Rusça ay isimleri kullanıyor olması idi.
Tekin Erer (1973:61) şöyle demektedir: Türkiyemizde solcuları tefrik etmek için
basit bir usül vardır: Bir insanın ne derece solcu olduğunu anlamak için yazdığı ve konuştuğu kelimelere dikkat edeceksiniz. Eğer hiç anlayamayacağınız kadar uydurma kelimelerle konuşuyorsa, ona tereddütsüz komünist diyebilirsiniz."
Öte yandan Türk komünistler, dil reformunu resmi ve edebi dil ile halkın dili arasındaki uçurumu büyütmek amaçlı bir
burjuva hareketi olarak değerlendirmişlerdir. Bu noktada bütün
Türk komünistlerin en ünlüsü şair ve oyun yazarı Nazım Hikmet’in (1902-1963) Öztürkçe kullanmadığı fakat dilin halihazırdaki bütün kaynaklarının kullanılması hususunda Atay’ı takipettiği hatırlanmaya değer.
Atatürk’ü tipik bir 1930’ların diktatörü gibi resmedenler, Atatürk’ün yanındaki bu insanları onu onaylar göründükleri için kimsenin suçlayamayacağını düşünebilir. Gerçekte onun dünyada en fazla hoşlandığı şeylerden biri iyi bir tartışmadır. Onu herkesten daha çok tanıyan Falih Rıfkı Atay’ın (1969: 474) bir gözlemi bu açıdan aktarılmaya değerdir. Atatürk’ ün sofrasında geçen ateşli bir tartışmayı anlattıktan sonra, Atay şöyle demektedir:
Sakın bu tartışmalarda bulunmayı cesarete vermeyiniz … Atatürk’ün sofrasında fikirlerini söylemek bir cesaret değildi. Söylememek, aksini söylemek lüzumsuz bir &‘müdahane’, yahut çıkar bekleyen bir dalkavukluktu.
Bunun sebebi, 1937’ye kadar Türk çocuklarına geometrinin hala Osmanlıca teknik terimlerle öğretilmesidir. Halide Edip geometri öğrendiğinde, üçgenin alanının, tabanı ile yüksekliğinin çarpımının yarısına eşit olduğu şöyle ifade edilmektedir:
Bir müsellesin mesaha-i sathiyesi, kaidesinin irtifama hasıl-ı darbının nısfına müsavidir." Atatürk’ün önemli ölçüde kişisel çabası sayesinde bu cümle şimdi şu şekilde söylenmektedir: "Bir üçgenin yüzölçümü, tabanının yüksekliğine çarpımının yarısına eşittir" ve bu cümle hiçbir Arapça ya da Farsça kelime içermemektedir. Bu başarının dil reformu namına yapılanların çoğunu haklı gösterdiği söylenebilir.
Atatürk, bütün dillerin Türkçeden türemiş olduğunu öne sürenlere aldanmayacak kadar zekiydi. Bu tarz bir inancın mantıksal sonucu bütün Arapça ve Farsça unsurların dilde kalması olacaktı ki bu onun maksadının tam tersiydi. Bu yüzden, sınırlı bir süre için de olsa, reformcular tarafından üretilen Öztürkçe kelimeleri sahiplendi, bunları konuşmaları ve mektuplarında kullandı.
Şubat 1935’te çare bulunmaz biçimde Arapça olan Mustafa ve Kemal isimlerini bıraktı ve kısa bir süre imzasını Kamal şeklinde attı. Bu alışılmamış ismin kökeni resmi haber ajansı olan Anadolu Ajansı tarafından yayınlanan bir bildiride açıklandı.
Alfabe değişikliğinin amacı Türkiye’nin İslami Doğu ile olan bağlarım koparmak, içteki ve Batı dünyasıyla olan iletişimi kolaylaştırmaktı. Mors alfabesinin Osmanlıca yapılan telgraf haberleşmesine uygulanmasının ne kadar zor olduğu tasavvur edilebilir. Kendine özgü güzelliği bir yana bırakılırsa, Türkçe yazmak için Arabi-Farisi bir alfabeyi tercih etmek lehine söylenecek bir şey yoktur. Bu harflerin elif de dahil olmak üzere hepsi sessiz harflerdir ve bazıları da Türkçede olmayan sesleri temsil eder. Mesela bunlardan biri olan Kef Türkçede g, k, n ve y şeklinde okunabilmektedir.
Bu, Gökalp’i şu sonuca götürür: &‘Türkçeyi ıslah için bu lisandan bütün Arabi ve Farsi kelimeleri değil, umum Arabi ve Farsi kaideleri atmak, Arabi ve Farsi kelimelerden de Türkçesi olanları terkederek, Türkçesi bulunmayanları lisanda ikba etmek’. (Gökalp 1339/1923:12
Otuz altı sultanın on yedisi gibi, 1. Selim (1512-1520) de şiirler yazmıştır ve çoğu da Farsçadır. Öte yandan, baş düşmanı İranlı Şah İsmail (1501-1524) de Türkçe şiirler yazmıştır. Bunların bir kısmı bestelenmiş olup bugün bile Türk radyolarından dinlenebilmektedir. Şah İsmail’ in bunu topraklarındaki Türkmenlere kendini sevdirmek amacıyla yaptığı iddia edilebilir. Fakat durumun daha basit bir açıklaması onun bir Türk olduğu ve dolayısıyla kendi ana dilinde yazmanın ona doğal göründüğüdür.
11.yüzyıl başlarına kadar, günümüz Türkiye’sindeki Türklerin atalarının çoğu Müslüman olmuşlardı. İslam’la bu tanışmanın İran dillerini konuşan insanlar vasıtasıyla olduğu açıktır, çünkü Türkçedeki temel dini terimler Arapçadan ziyade Farsça veya diğer İran kökenli dillerden gelir: Namaz, oruç, peygamber. Görünürdeki istisnalar, Arapça hac veya ziyaret,esasında bir istisna değildir, çünkü bu kelimeler aynı zamanda Farsçada da kullanılmaktadır. Türkler, İslam medeniyetiyle tanışmalarıyla birlikte, ihtiyaç duydukları ve daha fazlasını, Farsça ve Arapçadan kendi dillerine dahil ettiler. Ümmet-i Muhammed’ e dahil olma şuuru, Türk olma bilincinin yerini aldığında ise Arapça ve Farsçadan Türkçeye kelime akışı hızlandı.
Cumhuriyetin kurucu elit kadrosu, modernleşme sürecinde ülkenin yoksulluğunu, cehaletini ve geri kalmışlığını bilimle yeneceğine inanmıştı. Bu yüzden topyekün bir eğitim seferberliği yoluyla Cumhuriyet geniş halk kitlelerine bilimi götürmek istiyordu. Osmanlıca ise bunu gerçekleştiremeyecek kadar halktan kopuk ve Batıdaki gelişmeleri karşılayamayacak kadar yetersiz bir dil olarak görülüyordu. Hedef kadını ve erkeğiyle büyük halk kitlelerini eğitmek ve çağın gereklerine göre bilgilendirmekti; oysa Osmanlıca halkçı maarifimize" ayak bağı oluyordu.
Güneş-Dil Teorisi’nin ortaya koyduğu esas keşif, Güneşin ilk insanlar için her şeyden üstün bir obje olduğu ve dilin zuhurunda da ilk amilin güneş bulunduğudur" Bu yüzden, dilin kaynağına yönelik incelemelerde akılda tutulması gereken ilk obje güneştir. Dilin kaynağında ilk insanın güneşe bakıp "A" demesi yatar. İlk insan başlıca mefhumlarını güneşten almıştı.
Kendi kültürlerine yabancı Arap, Fars ve İslam kültürlerinin etkisinde kalan Türkler, Türk olana yabancılaştılar ve Türk milleti hemen hemen her şeyini kaybetti. Bu yüzden, yapılması gereken Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’nin önderliğinde bu felaketin ana sebeblerinden kurtulmaktır. Harf değişikliğini dil tezine, dil tezini tarih tezine bağlayan işte bu kurgudur.
Milli ve ilmi bir vazife" olarak görülen tarih incelemelerinin amacı ulusal bilinç oluşturmaktı. Türk Tarih tezini besleyen
ulusçuluk fikriydi.
Cumhuriyetin kurucu kadrolan açısından, Harf Devrimi’ni meşru kılan argüman şudur: Okumayı ve yazmayı zorlaştıran
Arap harfleri geri kalmışlığımızın ve cehaletimizin asıl kaynağıdır. Bunu takip eden ikinci görüş ise, Arap harflerinin Türkçenin fonetik yapısına uymadığıdır.
Türkiyede okur-yazarlık oranının artması ve eğitimin geniş halk kitlelerine yayılabilmesi, kısacası &”Türk Aydınlanmasının gerçekleşebilmesi için, Türkçe yazmaya elverişsiz ve bu yüzden
öğrenilmesi de güç olan Arap harflerinden vazgeçilmeliydi.
Alfabe, imla, sadeleşme, terimler ve lügat tartışmaları Münif
Paşa, Şinasi ve Namık Kemal ile başlar.
Alfabenin yetersizliği ile ilgili ilk görüş Münif Paşa’nın başkanlığındaki Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye’ de dile getirilmiştir.
Namık Kemal’in bilhassa imla, noktalama ve tıp terimleri hakkındaki makaleleri ilgi çekicidir. Şemseddin Sami ve Muallim
Naci’nin lügat çalışmaları, başta Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Cevdet Paşa, Recaizade M. Ekrem, M. Naci, Ahmet Midhat Efendi ve Ahmet Vefik Paşa olmak üzere Tanzimat dönemi yazarları çevresinde gelişen tercüme, retorik, sanat ve edebiyat tartışmaları ve faaliyetleri sonraki kuşaklar için bir zemin oluşturmuştur.
Yeni geometri terimleri yine de Atatürk’ün, halkına en büyük armağanları arasında sayılmalıdır. “İç ters açılar” yerine “zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan” demekte ısrar etmek için, bu ısrarın sahibi Türk’ün aşırı bağnaz bir değişim düşmanı olması gerekir.
reformcuların başat arzusu, önerilen yeni kelimeler Türkçe olmasa bile, her halükârda Türkçeyi Arapça ve Farsçadan alınmış kelimelerden kurtarmaktı.
Tarik ve Vakit gazetelerinde yazdığı yazılarla bilinen ve ikincil dereceden bir şair olarak tanınan, Lastik Sait lakaplı kemalpaşazade Sezai’nin bir şiiri etrafında dönmektedir. ona bu lakabın verilmesinin sebebi, ayağındaki lastikleri yaz mevsiminde dahi çıkarmamasıyla nam salmış olmasıdır
Ömer Seyfettin, imza yerinde bir soru işaretiyle yayınlanmış &‘Yeni Lisan’ başlıklı makalenin yazarıdır bu makalede Servet-i Fünun grubunun &‘yeni edebiyatına’, yani Edebiyat-ı Cedide’ ye ve ondan daha kısa ömürlü olan, Servet-i Fünun etrafında oluşmuş ve onun 1908 Jön Türk devrimi ertesi yeniden ortaya çıkmıştır.
Türk Derneği’nden biraz daha etkili olan bir edebiyat topluluğu, Nisan 1911’de Selanik’te kurulmuş olan ve yayınladıkları dergiyle aynı ismi taşıyan Genç Kalemlerdir. (Levend: 1972:313-30) Bu grubun üyeleri Yeni lisancılar, yeni dilin savunucuları olarak da bilinir. Aralarında en etkili olan şahsiyetler Ziya Gökalp ve kısa hikaye yazarı Ömer Seyfettin’dir (1884-1 920)
Fahir İz yazara şöyle bir anısını anlatmıştır: Erzurum civarında askerliğini yaptığı sırada konuştuğu bir çoban, onun ağzından çıkan &‘Biz Türkler’ sözüne çok şaşır. &‘Estağfurullah!’ der, Ben Türküm, za.t-ı Aliniz Osmanlısınız
1920’de, Kurtuluş Savaşı bütün şiddetiyle devanı ediyor ve
Sultan’a bağlı hükümet halen İstanbul’da hüküm sürdürüyorken, Ankara hükümetine bağlı Eğitim Bakanlığı tarafından öğretmenlere, konuşma dilinde kullanılan ve o güne kadar sözlükçülerin dikkatinden kaçmış saf Türkçe kelimeleri toplanmaları talimatı verildi.
Her şey Osmanlılar için iyiydi, ama bütün bunlar Türkiye’nin mütevazı bir şekilde kendini Türk gören ve Osmanlı sıfatını kabullenmediği düşünülen sakinleri için çok da fazla bir şey
ifade etmiyordu.
Atatürk 1928’de Arap alfabesinin yerine Latin alfabesini getirmiş ve böyle yaparak sesler ve harfler arasında birebir uygunluk yaratmıştır. Her harfi telaffuz edersiniz: sesi olmayan harfler de yoktur, herşeyi karıştıran ikili ünlüler de. Dolayısıyla, kelime sayesinde, Türkçe bir bilgisayar konuşma sintesayzırı için gerçeğe dönüşmüş bir rüyadır.
1876 Anayasası’nın on sekizinci maddesi resmi dili Osmanlıca değil, Türkçe olarak belirlemiştir: Tebaa-i Osmaniyenin hidemat-ı devlette istihdam olunmak için devletin lisan-ı resmisi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır."
kendi çıkarını düşünmeyen bir vatansever ve seçkin bir yazar olan Namık Kemal (1840-88) ve onun arkadaşı olan büyük devlet adamı Ziya Paşa (1825-80) vardır. aşağıdaki satırlar Namık Kemal’ in &‘Osmanlı Lisanındaki Edebiyat Üzerine Gözlemler’ adlı makalesindendir:

İstanbul’da okuyup yazma bilenlerden dahi belki onda bir, sebk-i ma’ruf üzre yazılmış bir kağıddan ve hatta kafil-i hukuku olan kanun-ı devletten bile istifade-i merama kaadir değildir. Çünki edebiyatımıza şark u garbın bir kaç ecnebi lisanından müstear olan şiveler galebe ederek ıttırad-ı ifadeye halel vermiş ve edevat ü ta’birAt ü ifadat-ı takrirden bütün bütün ayrılmış olan üslub-ı tahrir ise bayağı bir başka lisan hükmüne girmiştir…

Elfazda garabet o kadar mu’teberdir ki, mesela Nergisi gibi milletimizin en meşhur bir te’lif edibanesinden istihrac-i meal etmek, bize göre ecnebi bir lisanda yazılmış olan Gülistan’ı anlamaktan müşkildir. Türkçe’nin ecza-yı terkibi olan üç lisan ki, telaffuzda oldukça ittihad bulmuşken tahrirde hala hey’et-i asliyyelerini muhafaza ediyor. Ekaanim-i se!Ase gibi sözde güya müttehid ve hakikatte zıdd-ı kAmildir

Türk gazeteciliğinin babası, yazar ve şair olan İbrahim Şinasi’ dir
1 839 yılında, Tanzimat-ı Hayriye ile birlikte getirilen ve 1856 yılında Islahat Fermanı ile daha da genişletilen siyasi değişiklikler, Sultan’ın tebaasının çeşitli şikayetlerinin giderilebilmesi yönünde umut verdi. Bazıları giderildi de, ama hepsi değil Bizim konumuz doğrultusunda Tanzimat ruhunun, Türk milliyetçiliğinin ilk heyecanlarının, gazeteciliğin ve bu noktadan sonra da dil reformu düşüncesinin filizlenmesine yol açtığını söylemek yeterlidir
15. ve 16. yüzyıllarda ortaya, Aydınlı Visali Tatavlalı Mahremi ve Edirneli Nazmi isimleriyle özdeşleşmiş Türk-i basit ekolü çıkar. bu ekol isimlerini saydığımız şairlerden daha fazla yaşamamıştır.
Otuz altı sultanın on yedisi gibi, 1. Selim (1512-1520) de şiirler yazmıştır ve çoğu da Farsçadır. Öte yandan, baş düşmanı İranlı Şah İsmail (1501-1524) de Türkçe şiirler yazmıştır bunların bir kısmı bestelenmiş olup bugün bile Türk radyolarından dinlenebilmektedir. Şah İsmail’ in bunu topraklarındaki Türkmenlere kendini sevdirmek amacıyla yaptığı iddia edilebilir. Fakat durumun daha basit bir açıklaması onun bir Türk olduğu ve dolayısıyla kendi ana dilinde yazmanın ona doğal göründüğüdür
1277′ de Karamanoğulları hükümdarı Karamanoğlu Şemsüddin Mehmed, sarayda, hükûmet dairelerinde veya devlete ait mekanlarda Türkçeden başka hiçbir dilin konuşulmayacağına dair bir ferman yayınlamış, ama ne yazık ki birkaç ay sonra bir savaşta öldürülmüştür
Aşkın akıl hastanelerine düşürdüğü insan sayısı bunlardan daha az değildir.
Farsçalaşma, Osmanlılar döneminde kesintisiz sürdü. Onlar, Farsçayı resmi dil ilan eden Selçuklu ataları kadar kendi anadillerini hor görmede ileri gitmeseler de, 15. yüzyıl Türk yazarlarının kaleminden çıkan nesir ve nazım Farsça etkisinin muazzam yükselişine tanıklık etti.
Arapça kelimeler genelde üç harfli kökler üzerine kuruludur. Bunlar üç sessiz harftir; mesela sırasıyla, yazma ve mecbur etme kavramlarını anlatan K-T-R ve C-H-R. Bu sessiz harfler buna benzeyen ikinci üçüncü sessiz harf ikilenerek, bazen de ön orta eklerle kısa ve uzun seslilerden oluşan kalıplara yerleştirildi Her kitabın özel bir dilbilgisi işlevi vardır: KeTeBe &‘yazdı’ KaTiB &‘yazan’, meKTuB &‘yazılmış’; CeBeRe &‘mecbur etti’, CaBiR &‘mecbur bırakan’, meCBuR &‘mecbur bırakılmış’. Bu kalıplar öğrenildiğinde, yeni bir kök öğrenmek kişinin kelime hazinesini bir düzine kadar arttırabilir.
Türkler, İslam medeniyetiyle tanışmalarıyla birlikte, ihtiyaç duydukları ve daha fazlasını, Farsça ve Arapçadan kendi dillerine dahil ettiler. Ümmet-i Muhammed’ e dahil olma şuuru, Türk olma bilincinin yerini aldığında ise Arapça ve Farsçadan Türkçeye kelime akışı hızlandı. Bu yalnızca yabancı olan kavramlar için yabancı kelimelerin alınması meselesi değildi.
11.yüzyıl başlarına kadar, günümüz Türkiye’sindeki Türklerin atalarının çoğu Müslüman olmuşlardı. İslam’la bu tanışmanın İran dillerini konuşan insanlar vasıtasıyla olduğu açıktır, çünkü Türkçedeki temel dini terimler Arapçadan ziyade Farsça veya diğer İran kökenli dillerden gelir.
Türkiye’de okur-yazarlık oranının artması ve eğitimin geniş halk kitlelerine yayılabilmesi, kısacası Türk aydınlanmasının gerçekleşebilmesi için, Türkçe yazmaya elverişsiz ve bu yüzden öğrenilmesi de güç olan Arap harflerinden vazgeçilmeliydi
Cumhuriyetin kurucu kadroları açısından, Harf Devrimi’ni
meşru kılan argüman şudur: Okumayı ve yazmayı zorlaştıran Arap harfleri geri kalmışlığımızın ve cehaletimizin asıl kaynağıdır. Bunu takip eden ikinci görüş ise, Arap harflerinin Türkçenin fonetik yapısına uymadığıdır
Cumhuriyetimizin üzerinde saray dili bir Kamutay dili olabilir mi?" Bu, Cumhuriyet önderlerinin, İmparatorluğun çöküş yıllarının "Türkçülük" akımından miras kalan çağdaşlaşma projelerinin bir parçasıydı.
Dilde ulusçuluk" akımının taraftarları sayabileceğimiz özelleştirmecilere göre "Osmanlıca" ne Arapça ne Farsça ne de Türkçe, halkın dilinden kopuk yapay bir dildi. Onlara göre, halk bu dili anlamıyordu; saray ile halk arasındaki uzaklık, Osmanlıca
ile Türkçe arasındaki uzaklıktı. Yeni Cumhuriyet bir ulus devletti, otoritesini halktan alıyordu ve onun dilini kullanmalıydı:
Türkçedeki Türkçe" ve "yabancı" kelimeler. Bu düzeyde
sürdürülecek bir Türkçe tartışması, dili, o dildeki kelimelerin matematiksel toplamına indirgeyen bir tür "kelime fetişizminden öteye gidemez
Türk modernleşmecilerine göre, Türkçenin Arapça ve Farsçanın etkisinden kurtarılması önemliydi, çünkü halk ile aydınların dili birbirinden kopmuştu. Bu kopukluğun giderilmesi hayati önem arz ediyordu, çünkü onlar aynıca, modernleşmeyi topyekûn bilimselleşmeyle ve halkın okur-yazar kılınarak cehaletten kurtarılmasıyla eşitliyorlardı. Onlara göre, geriliğin" ve "cehaletin" nedenlerinden en belirleyicisi "yaşayan dil"di.
Nitekim 20. yy’in ilk çeyreğinden itibaren Türkçe sadeleşerek zenginleşme, kendi vasatını bulma ve rayına oturma göstergesi olarak kabul edebileceğimiz büyük ve önemli eserler vermiştir.
Diğer taraftan bir dilin gelişmesi ve zenginleşmesi, o dilde" yazılan edebiyat, felsefe ve bilim eserleri ile yapılan tercümelerin hem niceliğine hem niteliğine bağlıdır. Bu; yazarların, düşünürlerin, sanatçıların ve bilim insanlarının ana dilinde "düşünmesi" ve "hissetmesini şart koşar. Dane’nin İtalyancada; Luther, Goethe ve Kant’ın Almancada; Puşkin, Dostoyevski ve Tolstoy’un Rusçada; Shakespeare’in İngilizcede; Firdevs’ini Farsçada ve şüphesiz Yunus Emre’nin Türkçede neyi başardıkları ortada!
Varlık/oluş eşittir zaman ise, Heidegger’in ifadesiyle Dasein’ın hakikati zamanda temelleniyorsa ve zaman her insani faaliyette, düşüncede hazır bulunan anlamı" kuruyorsa tarih bizim için "geçmiş "ten, kronolojiden daha fazla bir şeydir: O bizim ne olduğumuzu dolayısıyla ne olacağımızı da gösterir. Şu halde dil tarihsel-sosyal bir fenomendir. Dahası kimliktir: "Her dil bir gelenek, her kelime kabul1enilmiş bir simgedir."
Heidegger dil oluşun/varlığın evidir" der.
1914 yılında Maarif Nezaretine bağlı olarak kurulan, başkanlığını Salih Zeki’nin yaptığı ve üyeleri arasında Rıza Tevfik, Halit Ziya, Babanzade Ahmet Naim, Celal Esad, Ağaoğlu Ahmed ve Ziya Gökalp’ in de bulunduğu lstılahat-ı İlmiye Encümeni terimler konusunda önemli çalışmalar yapmış, sanat terimleri ile felsefe terimleri üzerine iki risale neşretmiştir.
Namık Kemal’in bilhassa imla, noktalama ve hp terimleri hakkındaki makaleleri ilgi çekicidir. Şemseddin Sami ve Muallim Naci’nin lügat çalışmaları, başta Şinasi, Namık Kemal, Ziyagil Paşa, Cevdet Paşa, Recaizade M. Ekrem, M. Naci, Ahmet Midhat Efendi ve Ahmet Vefik Paşa olmak üzere Tanzimat dönemi yazarları çevresinde gelişen tercüme, retorik, sanat ve edebiyat tartışmaları ve faaliyetleri sonraki kuşaklar için bir zemin oluşturmuştur.
Alfabenin yetersizliği ile ilgili ilk görüş Münif Paşa’nın başkanlığındaki Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye’ de dile getirilmiştir.
Alfabe, imla, sadeleşme, terimler ve lügat tartışmaları Münif Paşa, Şinasi ve Namık Kemal ile başlar.
Sözgelimi sadi (19. yy) şöyle bir beyit yazar:

Nice’ Turki dinur ol şi’re kim her lafzının halli
Lugatlar bakmaya muhtaç ide mecliste yaranı.

(Şiir okunan sohbet ve eğlence meclislerinde dostları, her kelimesi için lügatlere bakmaya muhtaç eden şiire nasıl Türkçe denir!)

Bu kitapta bahsedildiği üzere dil konusundaki sorunlar 11.
yüzyıla dayanır ve Tanzimat yıllarına kadar, çoğu divan şiiri etrafında gelişen bazı dil tartışmaları ya da eleştirileri görülür.
Posta, jandarma, polis teşkilatları, bakanlık, memurluk,
muhtarlık gibi modern bürokratik kurumlarla ortaya çıkan merkezi devlet yapısı; meşrutiyet denemesi; nüfus sayımı; yeni takvim; yeni ordu sistemi; şehircilik, sanayi, ticaret ve ziraatla ilgili Yeni çalışmalar ve görüşler; milli devlet arayışları; sınırlı da olsa sosyal hayattaki değişiklikler (kıyafet, eğlence hayatı vs.) modern eğitim kurumları; resmi ve sivil basın yayın kuruluşları; modern sanat ve edebiyat; ve dil çalışmaları gibi çalışmalar ortaya çıkmaktadır.
ciddi olarak ilk defa kendinden" şüphe duymuş Osmanlı münevverleri ve devlet erkanı, çarenin bütünüyle Batı’nın hakim paradigmasını "devşirmek" olduğunu düşünmüştü. Bu düşünce, esas olarak II. Mahmut’la başlayan ve şüphesiz kazanımları kadar problemleriyle de bugüne dek uzanan, Cumhuriyetten itibaren de her alana yayılarak devam eden bir modernleşme hamlesini başlatmıştır. Tanzimat Fermanı içerik olarak değilse de tarihsel olarak bu değişimin yani Batılılaşmanın resmi bir ilanıdır:
Çünkü Atatürk 1928’de Arap alfabesinin yerine Latin alfabesini getirmiş ve böyle yaparak sesler ve harfler arasında birebir uygunluk yaratmıştır. Her harfi telaffuz edersiniz: sesi olmayan harfler de yoktur, herşeyi karıştıran ikili ünlüler de. Dolayısıyla, kelime sayesinde, Türkçe bir bilgisayar konuşma sintesayzırı için gerçeğe dönüşmüş bir rüyadır.
Reformcuların başat arzusu, önerilen yeni kelimeler Türkçe olmasa bile, her halükârda Türkçeyi Arapça ve Farsçadan alınmış kelimelerden kurtarmaktı.
Yeni geometri terimleri yine de Atatürk’ün, halkına en büyük armağanları arasında sayılmalıdır. “İç ters açılar” yerine “zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan” demekte ısrar etmek için, bu ısrarın sahibi Türk’ün aşırı bağnaz bir değişim düşmanı olması gerekir.
Waterloo Savaşı (1815) ve Viyana Kongresi ile Napolyon Olayını halleden Avrupa, Restorasyon Çağı’n kurduğu yeni dengeler ve görece barış ortamına girer. modern bilim, sanat ve felsefe yükselip, sanayileşme, kapitalizm ve kolonizasyon hızla ilerlerken ihtilaller ve sosyal çalkantılar da arz-ı endam eder
Osmanlı için büyük kırılma 18. yy’ın son çeyreğinde, 1 774
Küçük Kaynarca Antlaşması sonucu imparatorluk/süper güç vizyonunun sarsılması, hatta sona ermesiyle gerçekleşmiştir. Bu ve bunu takiben Tanzimat’a kadar uzanan süreç önceki başarısızlıkların üstüne daha trajik ve genel bir başarısızlık tablosu ekliyordu: Hızla modernleşen ve güçlenen Çarlık Rusya’sının bir yanda Balkanlara, diğer yanda Kafkasya’ya dayanması; Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle ağırlaşan Balkan sorunu ve jeopolitik önemi dolayısıyla imparatorluğun hayat alanı lebensraum) içinde yer alan Mısır gibi bölgelerde inisiyatifin kolonizatör" Batı’ya geçmesi.
Modern paradigmayı ise seküler bir zemine oturtulmuş
olan doğa-akıl-modern bilim-hümanizm ve aydınlanma kavramlarıyla işaretleyebiliriz. Şüphesiz bu hakim paradigmanın
yanında, onunla çatışan veya çatışmasa bile onu eleştiren, tashih
eden farklı paradigmalar da vardır; ve günümüze kadar güçlerini ve etkinliklerini daha da arttırmışlardır. Bu bakımdan hatta siyasi bakımdan da tek bir Batı yoktur ancak bilhassa tarihi ve kültürel bakımdan bütün olan ve hakim paradigmasını öteki"lerin
üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallayan bir Batı vardır.
Osmanlı münevverleri ve siyaset adamları, genel bir kabul olarak Rönesans ve Reform hareketlerine tarihlenen ve etkisini gittikçe her sahada hissettiren topyekûn bir zihniyet değişimini görememişti. bunun bir sebebi üstünlüğün getirdiği emniyet duygusu ve gururdu. Diğer ve daha etkili sebep ise, farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da ontolojik bakımdan benzer paradigmalara dayanan, Rönesans ve Reform öncesi medeniyetlerden biri olmasıydı. Dolayısıyla bilim ve siyaset kurumlan yenilenememişti.
Söz konusu mesafenin açılmaya başlaması 17. yüzyıla uzanır. değişen bozulan dengelerin lehimize düzeltilmesi yolundaki çalışma ve gayretler de böylece başlar. 19. yy’a kadar bu çalışmalar mimaride barok etkiler görülmesi ve matbaa gibi bir takım yenilikler dışında genellikle askeri alana mahsus kalmış ancak istenilen başarı elde edilememişti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir