Faruk Duman kitaplarından Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe kitap alıntıları sizlerle…
Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe Kitap Alıntıları
Bu nedenle aydın, içinde yaşamaktan korktuğu insanlara acımayı bıraksın. Trajikomik bir durumdur bu. Her küçük kent otelinde bir Zebercet görmeyi bıraksın. Her baktığı yüzde bir tutunamayan görmeyi de bıraksın. Sonunda bütün bunları bırakmakla kendi kendini tekrar etmeyi de bırakmış olmayacak mı? Kendisinin gerçekten ne olduğunu da anlamış olmayacak mı?
İnsan, masalı korku yoluyla üretir. Hikaye edilen kişilerin cansız imgeye dönüşmeleri bu nedenledir. Aslolan, korku unsurlarını taşımalarıdır çünkü. Psikolojik durumları değil.
Zweig, Kitleler tarafından ilahlaştırılmak için geçmişte mağduriyete uğramış olmak gerekir, diyor.
Bellek vardır çünkü. İlgi göstermezsen çürüyecek bir bellek. Bugün bizim tüm toplumsal alanlarda yaşadığımız gibi.
İnsan, masalı korku yoluyla üretir.
“Çünkü kitap okumak da bir yalnızlık biçimidir.”
“Bizim gibilerin anlayamadığı, düşler dünyasının gerçek olmadığıdır.”
“Yalnızlık, kişinin kendisine bir hikaye kurmasını sağlıyor. Kişi, kendi yalnızlığı içinde kendi hikayesini örüyor. İşte kalabalığa bağlılıktan da ancak o zaman kurtuluyor.”
‘Bir halkın, diktatörlüğün sağladığı sıkı disiplin ve artan ortak vurucu güç gibi geçici avantajların bedelinin daima bireyin kişisel haklarıyla ödendiğinin ve her yeni kanunun, kaçınılmaz olarak eski bir özgürlüğe mal olduğunun ayırdına varması çoğunlukla zaman alır.’
Zweig
Zweig
‘Kitleler tarafından ilahlaştırılmak için geçmişte mağduriyete uğramış olmak gerekir.’
Zweig
Zweig
‘İnsanlar bitiyordu topraktan; karıkların arasında ağır ağır filizlenen, gelecek yüzyılın hasadı için boy atan ve yakında toprağı çatlatacak olan, intikamcı, kapkara bir ordu yetişiyordu.’
Emile Zola
Emile Zola
‘Yalnız olamamak gibi büyük bir talihsizlik ’
‘çünkü kitap okumak da bir yalnızlık biçimidir.’
‘Hiçbir dil bir başka dilden üstün değildir; toplumsal kültür yaratır, oluşturur dili. Bizim dille ilgili neye gereksinimimiz varsa, elbette, ancak o kadarını elde edebiliriz. Roman okumuyor, roman yazmak gereksinimi duymuyorsanız, dilinizde üç yüz bin sözcük olsa ne fayda?’
‘Ben geçmişimi yalnızca insanlarla değil, şu gördüğün dağlarla, tepelerle, ormanlarla da paylaştım.’
Yolcu, trenin penceresinden gördüğü yerleri düşünür. Kıyıda köşede kalmış kasabaları, yapayalnız köyleri, ormanları, bozkırı. Bunlar yolcunun simgeleridir. Gerçekte bu simgeleri değersiz görmekle yalnızca bunları deği, kendi imgelemini de değersizleştirir bir yolcu. Öyle ki bana göre yolcu, yol simgelerinin gözünün önünden hızla geçip gitmesinden ne anlayacaktır? Hız, belki bedeni hızlandırır ama imgelemi yavaşlatır.
İnsan edebiyata gönül verdiyse, bilmeli ki, bu ömür boyu sürecek bir tedirginliktir.
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
Bir söyleşi sırasında, okurlardan biri şunu söylemişti: “Don Kişot’u, okuduktan çok sonra sevdim ”. Herhalde, okurdan bir beklentisi varsa, bir yazarın, en fazla bu olabilir.
Korku ya kahramanlar, ya da alçaklar yaratır.
Güzellik, dediğimiz şey budur. Elle tutulması ya da açıklanması gerekmez, temelde, güzelliğin, bize ait söylem biçimini değiştirmesi gerekir. Bu da kuşkusuz, dünyaya bakışımızla ilgili olarak mizacımızda saklı tuttuğumuz gerçek, korunmasız karakterimizi sergilemeye yeter.
Yalnızlık, kişinin kendisine bir hikaye kurmasını sağlıyor. Kişi, kendi yalnızlığı içinde kendi hikayesini örüyor. İşte kalabalığa bağlılıktan da ancak o zaman kurtuluyor.
Her ölüm ardında ya bir hikaye bırakır ya da ölenin bir hikayesi bu taraftaki yaşamda oluşmamışsa bile, orada, öbür tarafta pekala oluşabilir. Kişi öldükten sonra bir efsaneye, olmadı bir hikaye kahramanına dönüşebilir yani. Ve ölümle birlikte söz yeniden gündeme gelir.
Zihnimiz edebiyat metinlerini tamamlıyor, değiştiriyor, eksiltiyor, çoğaltıyor ya da azaltıyor. Bence iyi bir okurun yapması gereken, bir romanla ya da bir öyküyle baş başa kaldığı zaman tüm özgürlüğünü verebilmektir ona. Yapıta verilen özgürlük, okurun kendi kendine verdiği özgürlük olacaktır sonunda.
Okur, (ya da kişi,dinleyen ve vakit geçiren insan) bir kişinin (ya da yazarın) başından geçmiş “gerçek” olaylardan yola çıkarak bir kahraman yaratmak istiyor. Dolayısıyla asıl hayali kendisi kuracak. Ya da en azından anlatılanların “çoğu gerçek”se, kuracak hayale ortak olacak.
Her ölüm ardında ya bir hikaye bırakır ya da ölenin bir hikayesi bu taraftaki yaşamda (somut yaşamda) oluşmamışsa bile, orada, öbür tarafta pekala oluşabilir. Kişi öldükten sonra bir efsaneye, olmadı bir hikaye kahramanına dönüşebilir yani.
Zihnimiz edebiyat metinlerini tamamlıyor, değiştiriyor, eksiltiyor, çoğaltıyor ya da azaltıyor. Bence iyi bir okurun yapması gereken, bir romanla ya da bir öyküyle baş başa kaldığı zaman tüm özgürlüğünü verebilmektir ona. Yapıya verilen özgürlük, okurun kendi kendine verdiği özgürlük olacaktır sonunda.
Kalemin yazdığı her zaman insanın düşündüğünden çok başkadır.
parçalanmış kişinin umudu yoktur. Kötümserdir o. İşlerin her zaman daha kötüye gideceğini düşünmekten yorgun düşmüştür.
Yaşamı gözlemekle onu yağmalamak aynı şey değildir.
Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana
Yitirilmiş güzellikler karşısında ne yapabiliriz?
Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.
kitap okumak da bir yalnızlık biçimidir.
Geçmişimize dönüp baktığımız zaman, yaşamımızı tek başımıza yaşamadığımızı göreceğiz. Ama bu, onu sırf ailemizle, arkadaşlarımızla geçirdiğimiz anlamına da gelmez. İnsan zamanın birinde yüzünü serinletip geçen bir rüzgârı bile unutamaz.
‘piyasa işi’ edebiyat katbekat yol aldı. Eğitimimiz gibi okurluğumuz da yavana muhtaç edildi.
Piri’yi yazdığımda yirmili yaşların ortalarındaydım; denizi daha doğru dürüst görmemiştim bile. Ama bu, takdir edersiniz ki, denizin yalnızca kendi sınırları içinde var olduğu anlamına gelmez.
Kişinin serüveni de böyle başlar, esasta insanlığınki de: Aradığımız şeye türlü biçimler yakıştırır, onu bin bir olasılıkla düşünürüz. Acı, korku ve yaratıcı coşku iç içedir. Çocukluğunu acıdan, korkudan ve düşlerden uzak anımsayanlara ne yazık, etin tazeliğine yanıt vererek serüvenlere atılanlara ne mutlu.
Böylece kadına şiddeti, yabancıya şiddeti leopara şiddetin yanına koyuyorum. Böyle bir manzara kime umut verebilir ki?
Her tür baskı, onun içindeki karşıt baskı dinamiklerini artırır ve tam da ezilip sıkıştırıldığı anda bir patlayıcı maddeye dönüşür, her baskı, önünde sonunda isyana götürür.
Çevremizde, dostlarımızın, ailemizin arasında hep kendi görüntümüzü arar dururuz. Başkaları aynadır bizim için.
Korku ya kahramanlar ya da alçaklar yaratır.
Diyor ki Zweig: ”Bir halkın, diktatörlüğün sağladığı sıkı disiplin ve artan ortak vurucu güç gibi geçici avantajların bedelinin daima bireyin kişisel haklarıyla ödendiğinin ve her yeni kanunun, kaçınılmaz olarak eski bir özgürlüğe mal olduğunun ayırdına varması çoğunlukla biraz zaman alır. ”
Bir öyküyü, bir romanı okuyup bitirdikten sonra, Evet, şimdi nerede bu okuduklarımızın bilgisi, diye sormalı mıyız kendimize? Kuşkusuz, gençlik çağlarımız için kaçınılmaz bir sorudur bu. Bunu soracağız ama belki bugün ben şunu ekleyebilirim, yanıt beklemeden soracağız bunu. Yanıt belki çok yıllar sonra gelecektir çünkü.
Piyasa işi edebiyat katbekat yol aldı. Eğitimimiz gibi okurluğumuz da yavana muhtaç edildi.
Bence iyi bir okurun yapması gereken, bir romanla ya da bir öyküyle baş başa kaldığı zaman tüm özgürlüğünü verebilmektir ona. Yapıta verilen özgürlük, okurun kendi kendine verdiği özgürlük olacaktır sonunda.
Geçmiş hassastır, ilgi göstermezsen çürür.
Her ölüm ardında bir hikaye bırakır ya da ölenin bir hikayesi bu taraftaki yaşamda oluşmamışsa bile orada öbür tarafta pekâlâ oluşabilir.
ve kaçın içinizde taşıdığınız sonsuzluktan.
Baudelaire
Baudelaire
Aradığımız şeye türlü biçimler yakıştırır, onu bin bir olasılıkla düşünürüz.
Zira insan edebiyata gönül verdiyse, bilmeli ki,bu ömür boyu sürecek bir tedirginliktir. Edebiyatın bize verdiği şey, bu her neyse, açık, elle tutulur bir şey değildir. Hele iyi edebiyat, meyvesini saklar çoğu kez.
Ne de olsa, karla kapanmış kişiler için, zaman en olmayacak düşleri kurmanın zamanıdır.
Kişinin kendine yabancılaşması , benliğini , zihinsel kavrayışını tümüyle yitirmesi acı bir şeydir elbette. Hele bunun toplumsal bir sorun haline gelmesi , getirilmesi , bana kalırsa hem toplumumuz için hem de tek tek hepimiz için , yaşamsal önemdedir . Fakat asıl sorun , bu durumun hiç , hem de hiç farkında olunmamasında yatıyor .
kalemin yazdığı her zaman insanın düşündüğünden çok başkadır .
Bence iyi bir okurun yapması gereken , bir romanla ya da bir öyküyle baş başa kaldığı zaman tüm özgürlüğünü verebilmektir ona.Yapıta verilen özgürlük , okurun kendi kendine verdiği özgürlük olacaktır sonunda .
Bir halk deyimi içindeki kelimeler o deyimdeki anlam dizisinde kaynaşmışlardır , diyor Süreya , o kelimelerden o deyimlerdekinden ayrı işlemler ,ayrı güçler aramayin artık.Çünkü donmuşlardır.
Hiçbir dil bir başka dilden üstün değildir ; toplumsal kültür yaratır , oluşturur dili .Bizim dille ilgili neye gereksinimimiz varsa , elbette , ancak o kadarını elde edebiliriz.Roman okumuyor , roman yazmak gereksinimi duymuyorsanız , dilimizde üç yüz bin sözcük olsa ne fayda ?
Özellikle genç kuşakların en büyük sorunu , bana öyle geliyor ki , edebiyatın neye yaradığı konusudur. Bu kitabı okuyorum , ona zamanımı ,emeğimi veriyorum; bunun karşılığında o bana ne verecek ? Ne yapacak bana ? Bende ne gibi değişiklikler gerçekleştirecek ?
Zamanında, romanın görevinin yol boyunca bir ayna gezdirmek olduğunu söylemişti Stendhal.
Çocukluğunu acıdan, korkudan ve düşlerden uzak anımsayanlara ne yazık, etin tazeliğine yanıt vererek serüvenlere atılanlara ne mutlu.
İnsan zamanın birinde yüzünü serinletip geçen bir rüzgârı bile unutamaz. Sanki o rüzgâr hep o yerde durur ve bizimle yaşamımızı paylaşır. Ama sonra o da ölür, biz de. O da geçmiş olur, biz de. Bir bakıma, orada o rüzgâr estiği için biz, biz olmuşuzdur. Zira o olmasaydı, bizim de o anımız olmayacaktı.
Çocukluğunu acıdan, korkudan ve düşlerden uzak anımsayanlara ne yazık, etin tazeliğine yanıt vererek serüvenlere atılanlara ne mutlu.
Bu benim taşımdı. Çoğu zaman o taşın üzerine oturur ve zihnimde aşağı yukarı şöyle gelişen bir oyun başlatırdım: ‘Ben bu taşın üzerinde oturuyorum. O da benim altımda.’ Taş da, ‘Ben,’ diyebildiği ve düşünebildiği için, ‘Ben bu yamaçta yatıyorum. O da üzerimde oturuyor,’ derdi. Bunun üzerine genç Jung kendisine şunu sorar: Taşın üzerinde ben mi oturuyorum, yoksa onun üzerinde oturduğu taş ben miyim? Ve ayağa kalkıp kimin ne olduğunu düşünmeye başlar.
Şair, ( Cemal Sureyya’ya bakarak) kadın sevgisinin ölçüsünü şöyle koyar:
Ama kadınlar, Tanrım,
Oyle sevdim ki onları,
Gelecek sefer
Dünyaya
Kadın olarak gelirsem,
Eşcinsel olurum
Ama kadınlar, Tanrım,
Oyle sevdim ki onları,
Gelecek sefer
Dünyaya
Kadın olarak gelirsem,
Eşcinsel olurum