İçeriğe geç

Tiyatro ve Tesiri Kitap Alıntıları – Necip Fazıl Kısakürek

Necip Fazıl Kısakürek kitaplarından Tiyatro ve Tesiri kitap alıntıları sizlerle…

Tiyatro ve Tesiri Kitap Alıntıları

Bir sinema artisti, bana, bir vasıtayla haber gönderdi. İstanbula ait bir film yapacak, bir şiir istiyor; şiire de hiçbir senaryoya verilmemiş parayı verecek İşte, binbir dereden su getirerek filmi anlattılar. Evvelâ kızdım; sonra anlattılar, mevzu bana yabancı değil. Ismarlama sanat diye de birşey kabul etmem! Rönesansın Sen Piyer bazilikası, Papalar tarafından ısmarlanmıştır Mikelanj’a Elverir ki, onu ben duyayım Ve gördüm çocuğu, ismi lâzım değil; çok terbiyeli, akıllıca bir adam

O kadar bayağılaştı ki bütün bu müesseseler, halk bu bayağılığı sezer hâle geldi. Biz şimdi sanata doğru yönelmek mecburiyetindeyiz. Ve o şiirden* sonra senaryosunu da bana ısmarladı. Döndüm, dedim ki, gericinin eserini nasıl alacaksın Eğer siz gericiyseniz, ben sizden de gericiyim filan gibi bir takım lâflar etti.**

* Canım İstanbul
** Orhan Günşiray

Bugün beni, resmen oynamıyorlar ve kabul ediyorlar ki ben, onlara göre en büyük Türk tiyatro muharririyim. Aksini de söylemiyorlar. Oynanmıyorum!..

Şimdi şu toplulukdan çıkarabilir miyim bir tiyatro kadrosu? Halimizi düşünün!..

Tiyatro nedir? Şimdi onu konuşalım

Tiyatro, emsalsiz bir telkin kürsüsüdür. Onun bütün hakkını verdikten ve kendine mâl ettikten sonra, Resulullahın (aleyhisselatü vesselâm) tâbiriyle;
Hikmet, müminin kaybolmuş malıdır, nerede bulursa alır.

Fakat o öyle bir alıştır ki, kendisinin malı kılar. Böyle bir maliyet hesabıyla tiyatroyu aldıktan sonra, onu dâvamızın kürsüsü halinde getirsek, sinemayla beraber, daha ne isteriz?

Fakat bakın, aşılması lazım yollar ne kadar çetin. Evvelâ kalıbın, şeklin mücerredini anlamak, sonra da ruhumuzun mücerred ve müşahhasına tatbik etmek

Bize iki vazife düşüyor. Bir tanesi, doğrudan doğruya mücerred kalıbın mücerred kıymetini anlamak, ondan sonra onu, kendi büyük mücerred ve müşahhasımıza bağlamak
Bugünkü tiyatro, bugünün bütün sanat şubeleriyle beraber başıboş halkın insiyakî tarafına, ilcaî, hayvanî tarafına indirile indirile, büyük kahramanlarıyla; işte Münir yerine Zeki Müren gibi Gazetede Hürriyet gibi Tam mânasıyla bir perişanlık yaşıyor.
Brecht üzerinde durmaya lüzum yok. O eser, serapa komünizmdir. Ona, değildir! diyen bilirkişiye tatbik edilecek muameleyi hayal etmekten acizim. Şimdi, nerelerde oynandı, nerelerde oynanmadı, söyliyeceğim. Komünizme dair tek kelime yoktur içinde. Ne lüzum var; komünizm, iklimiyle gelir, nebatını getirmez ki Ordan o çıkar işte, başka birşey çıkmaz. Güneşinle, suyunla, şusunla-busunla kendine göre herşeyi tamamlar, terkibini sona bırakır.

Bu bir orta tiyatro muharriridir. Dâva adamıdır; kendine göre silme komünisttir. Kendi öz vatanı olan Almanya’nın batısında asla oynanmaz ve kıymet kabul edilmez.

Milliyetçi hiçbir ülkede oynamamıştır, hepsi yalandır. Amerikada iki-üç bulvar yerinde oynanmış, peşinden indirilmiştir.

Fakat bizde Ha ha haaay!.. Ve halka bıraksalar, üç gün sonra indirecekler. Şimdi; bilseniz alâkayı Marifetimiz Biz, diyorum, hiç alâkamız olmadığı hâlde

O komünizm ki, 13 dakikada taaffün edivermiştir; evet, kuruluşunda Bunlar, bugün ilericiliği kimseye vermezler. Ve bize yol açıyor, kendisine yol gelsin diye Eğer benim için, tezatlarımla barışmak değil, fakat bir an bir muvazaaya razı olmak diye bir imkan olsaydı, derdim ki:
#8212; Aman onlara 12 kapınız varsa 11’ini açın, bize 1’ini açın!.. Görsünler başına gelecek olanları!..

Ona da razıydım Bu arada, dönüyor dolaşıyor; aynen benim tenkidimde, mesela diyor Brecht’i oynamazlar! Trakt; Brecht’i koyuyorlar; adetâ Muhsin mi yazdırdı bu yazıları, nedir? Meçhul

Orada da bizimkilerin yaptırdığı bir hâdise var; veya renklerini uzaktan bize benzettiklerimizin; çünkü hiçbirşeyden haberimiz olmadan Herhalde bu toplulukta hâdiseye iştirak edenlerden bir 10-15 kişi olsa gerek Bir an razı olalım onlar olmaktan, hepimiz birden ve tenkidimi dinleyin!

Oyuna Brecth’i koyuyorlar, hiçbir kişi gitmiyor. Üç gün sonra indirecekler. Haydi gidin şimdi, kuyrukta yer bulabilirseniz, aşkolsun! Tutuyorlar, kendilerini bize, bizim de kendilerine kendimizi benzettiğimiz birtakım tipler, merkezsiz, mihraksız, talimatsız kendi kendilerine bir hareket yapıyorlar. İşte orada bildiğiniz hareket oluyor filan

Ve ertesi gün benim evime geliyor bir grup; yüzlerine tükürüyorum! Onun bir tanesi burada Bilmeyin, evet Ne yapıyorsunuz siz? diyorum.

Yüz bin tane hadîs vardır; dinleyin beni!.. Uyuyan fitne uyandırılmaz!.. Uyuyan yılanın başına, ya tek kıpırtıya imkan kalmadan muazzam bir taş atılır, yahut kuyruğuna basılmaz. Bir değil, on bin hadîs var Nedir bu hareketler? Birşey yapamıyoruz, yapamıyoruz derken, haydi birşey yapalım diye, iki tane mastika çekmiş sarhoş gibi Nizam-ı Âlem kurmaya kalkmak yollarda; ve bizi perişan etmek, dâvamızı mahvetmek

Bu mudur gayret?.. Kendi ailemin içinde konuşuyorum. O hareket tam bizim hareketimiz; fakat biz harekete geçsek, bu kadar ucuzuna mı geçeriz? Bu mudur meselemiz?

O akşam, parmağımı dudağıma koydum ve bir çapraz çizdim, dedim ki:
Yarın hüküm çıkartacaklar, oynatacaklar. Tiyatro tıklım tıklım dolacak, bizim zuhur ihtilalimizi büsbütün gölgelenecek, büsbütün bunu vesile yapıp gerici avına çıkacaklar ve siz iftihar edeceksiniz, davaya kazandırdınız diye

İşte bizim işlerimiz de böyle Yaa Bunlar da yanlış işlerimiz Bize düşen, umumi olarak tam kanunlara riâyet, tam dikkat, tam oluş ve en büyük kanunî muvazene içinde birgün bir hareket lazım geldiği zaman onun emniyetini, nihayetini, gayesini tekeffül ettikten sonra Allaha tevekkül edip hareket Böyle saçma-sapan işler değil. Bunlar, bu işi mıncıklamaktır, öldürmektir.

Şimdi biz, bir meselenin mücerred kıymetine doğru giderken müşahhas halini de bilelim. Bu vaziyette, Akşam gazetesi birtakım münakaşa kapıları açtı, belki okumuşsunuzdur. Bir komünist de, kendisini oraya yerleştirmek için, benim eserimin niçin oynanmadığını ele alarak, ne demek, diyor; esere bakın! Hele bakın siz, bu memleketin sefaleti ve tezadı nereye gelmiş ki, müdafaamı bir komünist yapıyor benim Çünkü ilericiliği vermiyor tiyatroya Oynasın demeye getiriyor; fakat Büyük Doğu’yu çıkaracakmış, tehlike var bu işte gericidir malum ama diyor, siz de ilerici misiniz! filan
Bugün bir vaziyetimiz var Mücerret hakikatlerin arkasında gezerken müşahhas hakikatlere doğru bakarak halimizi tespit edelim. Bugün komünizm bilfiil mensubuyle veya istidatlısıyle veya kolay yakalananıyle veya bilmem nesiyle, bütün güzel sanatlara hakimdir; haberiniz olsun!

Tiyatro bunların elindedir, topyekûn. Resim bunların elindedir. Bunlarla meşgul olacak makamlar da sade iki gözden değil, iki gözün bağlı olduğu merkezden de mahrumdur, dimağıyla Bilelim halimizi

Balmumcu çiftliğinde Ahşap Konak isimli bir piyes yazdım. Diyebilirim ki, piyeslerimin içinde en sevdiğimdir; eğer ben piyesten anlıyorsam Üç katlı konaktır bu. Üst katında 75’likler oturur; karı-koca Alt katında kızı onun, 50’lik Daha alt katında 25’likler, torunlar, bugünküler Twist nesli; morfin, rakı, rezalet nesli; namaz nesli Üç nesil arasındaki muharebe Muazzam bir eser

Eseri Muhsin’e gönderdim. Nezaketle kabul etmiş; derhal efendim filan Ve ondan sonra, ne ses, ne birşey, hiçbir haber yok. Ne oynandı, ne birşey Ve uzun zaman eser onda kaldı. Bir adam gönderdim kartla; iade etti

Aradan uzun zaman geçiyor, bir gün bu, bana telefon açıveriyor. Görüşmek istiyorum diyor; Görüşelim diyorum Geliyor, diyor ki, bana:
– Beni sen ne zannedersen et; benim için sen ne yapmış olursan ol, -çünkü ağır yazılar yazdım- seni tek Türk tiyatro muharriri kabul ediyorum! Niçin yazmıyorsun?

Evvelâ Ahşap Konak’ın hesabını ver! dedim.
Bana dedi ki, Ben ondaki binaya, çatıya, kuruluşa ve söz kıymetine ve vak’aya hiçbir eserde rastlamadım hayatımda Fakat, açık konuşuyorum, ben bunu oynamam. Bu benim dâvama zıttır.

Korktu; yeni nesiller indirir diye Tiyatroda o da var. Evet Hemen elimi uzattım, dedim ki:
– Elini sıkayım; çünkü sen halis olarak bütün mahrumluğunu, herşeyi söyleyen adamsın. Hiç olmazsa bana rol oynamıyorsun!..
– Bİr eser yaz bana, dedi; yine dâvanı koy istersen fakat belli etme; sanatı başa al ve ben bu 70 yaşıma rağmen, çıkayım sahneye, istersen orada öleyim!..

Gittim, Reis Bey i yazdım; okudum. Aynen Bir Adam Yaratmak ta olduğu gibi o kadar ağladı ki, yüzü kabuk kabuk oldu, gözyaşından Derhal dedi
Şu-bu Üç gün sonra görüştük:
– Oynayamam ben, dedi, çünkü sahnede ölürüm, bunun devamı lâzım, bu büyük bir muvaffakiyet.

O aktöre, bu aktöre filan, kime vereyim derken, birine veriyor. O da diyor ki:
– Necip Fazıl, Şekspir ayarında bile olsa, ben onun eserini oynamam!

Yani İslamî tarafımız, yakında bakkala da sirayet etmeye hazır bulunan bu tarafımız tiyatroda eserimizin bütün üstünlüğünün takdirine rağmen oynanılmasına mânidir. Ve bununla biz iftihar ediyoruz. Elhamdülillah

Buna rağmen, gelecek sene güya oynayacakmış Bakalım, bilmiyoruz. Devlet tiyatrosuna verdim; Maariften, doğrudan doğruya açık söyliyeyim, Oynansın! emri gelmiş ve Cüneyt (Gökçer) istifa ederim dediği halde, emir tekrarlanmış. Artık onları doğrudan doğruya sualden bile affetsek daha iyidir Hikaye bu

Bir Adam Yaratmak, sadece imanın eseridir. Hepsini söyledi. Fakat baktım, vaktiyle Nazım Hikmeti’de oynamış olan insan, komünistlik yapıyor. Anladım ki, hiç bizden değil, en küçük tereddüte mahal yok; hatta zıddımız Nitekim o tesir altında kalmaya başladı. Para isimli eserimi kendi oynayacakken bir dublör koydu, onu oynattı. Bazı hâdiseler şu, bu Tipimi tam anladım. Muhsin’e bugün solcu derler, komünist derler. Ben de bir kaç kere gazete’de teşhir ettim. Burada söyliyeyim ki, o komünist bile değildir. Hiçbirşeydir Bile , değildir. Yalnız sanatında ve aktörlüğünde son derece kuvvetli Şahsı bakımından, nazarımda kıymeti olmayan bir insandır. Nitekim, bildiğiniz benim bu politika sahasındaki maceralarımdan sonra uzun zaman tiyatrodan ayrıldı. Mecburî olarak
Benim tiyatroya sarkışım şöyle oldu:
Giresundaydım; bunlar bir turneye geldiler oraya. Çok eski tarih, 20 küsur yaşlarında filandım. Muhsin orada Strindberg’in Cehennem diye tercüme ettiği Baba isimli eserini oynuyor.

Muhsini gördüm ve hakikaten raşe-titreme hissi duydum. Çünkü Avrupa’da komedi fransez’den çıkmazdım, tiyatrolarında

Bu adamın şahsı beni çekti. Hiçbir Türk muharririni oynamamıştı o zamana kadar Bir beni, bir Nazım Hikmet’i oynadı zaten; bu da garip değil mi? Aradan hayli zaman geçti, Tohum’u yazdım, fiilen oynadı. Fakat o eser beni tatmin etmedi. Peşinden Bir Adam Yaratmak isimli eserimi yazdım ve oynadı.

Öyle ki Sevdiğimiz, sevmediğimiz her tarafını yanyana getirmekle mükellefiz. Bütün islâmi terbiyemizi de böyle aldık. Ben, bir bela telakki edilirim tiyatroda Virgül unutulsa metinde, kıyametler kopar. Her sahnede Ona da büyük bir disiplin koymuştum. Bir gün, ufak bir tek kelimeyi kaçırdı Muhsin Ki bu kadar akademi içinde oynayan adam yoktur.

Girdim sahneye; bir bornoz üstünde böyle duruyor. Ne yaptın Muhsin? filan derken, şöyle açtı, baktım termometre Bak, (39’a yakın ateşi var) böyle oynuyorum eserini dedi

O eseri yazarken gayem şuydu: Tohum’un bazı muvaffakiyetsizlikleri oldu halk arasında Beni o kadar üzdü ki, Allahtan, dua ettim; kapılar kırılsın, anlayanı, anlamıyanıyla ve bir ruhî meselede halk, fizikî, maddî, uzvî ağrı duyar gibi bir hâle gelsin!

Öyle oldu. Atlı polisler kapıları tuttu, hiç bilet bulunmadı. Hatta bir gün uzun boylu adamların, askerî talebelerin girdiğini gördüm; iki metre boyunda Paradide, yani galeride yer olmadığı için ikisi üstüste binip bir kaputu örtünüyorlarmış, tek adam olarak geçsinler diye

Böyle bir muvaffakiyet gördüm. Bir kere, Ankara’da bir kadını sedyeyle çıkardılar. Bir adamın da, bir uzunca tedavi geçirdiğini duydum, bir akliyeci nezdinde

Bu tesirleri Allah bana gösterdi. Ve Muhsin harikulade oynadı.

Muhsin’le bu alâkamız devam etti. Fakat şahsıyla karşılaşınca ki, korkuyordum o tarafını görmekten Tam mânasıyla islâmî sahaya topyekün yönelişten sonra tanıdığım adamdır; bütün dâvalarımı bülbül gibi tiyatroda söyledi. O sanat bakımından söylüyor, başka şeyle alâkalı değil

Şimdi; şehir tiyatrosu birtakım alaylı adamlarına rağmen ufak tefek birşeyler göstermiş; fakat hiçbir zaman ne bir sanat ideolojisine, ne de cemiyetine bağlı ruhi köke malik olamamıştır.
Bir küçük hatıramı anlatacağım. Dil-Tarih’te hocaydım; orada da bir seminerimsi dersim vardı, haftada iki saat O kadar sun’i hale getirmiş ki, kızıyla-erkeğiyle orayı, bu Eber Orada, Eber herşeydi Dersimi verdim, çıktım; bir sigara içeceğim. Baktım benim sınıfımdan iki kız almış, bir eli birinin omuzunda, bir eli birinin omuzunda geliyor, bana doğru. Bu vakıa meşhurdur; çünkü arkası geldi öbür derste

Hemen durdum, kızları çağırdım. Gelin yanıma dedim; geldiler. Bir daha bu tarzda görmiyeyim sizi dedim. Kalakaldılar. Tabi anlattılar hocalarına. O direktör, girdi dersime; yanında da bir tercümeci Eski Yunanı anlatıyorum. Yunan tiyatro metinlerini gösteriyorum Ekstikasyön dö tekst Tercüme ediyor, bağıra bağıra. Bütün sınıf onu duyuyor. Bir sustum, iki sustum, fena halde hiddetlendim, kestim lâfı Dedim:
-Söyleyin hocaya, çıktıktan sonra tercümeyi dinlesin, şimdi dinleyemez!
Döndü bana şunu söyledi:
-Ben buranın şefiyim, ne istersem onu yaparım!
-Deyin ki şefinize, kovarım şimdi sınıftan, ondan sonra dışarda istediğini yapar; bir saat müddetle, sonra da neticeyi görür.

Akşam, Hasan Âli beni çağırdı;
-Yahu, dedi, belâ oldun sen bizim başımıza. Ne yapıyorsun bu işleri?..

İşte Avrupalı ve biz Bu meşhur bir vak’a oldu. Beni, Talim Terbiye’ye almaya kalktılar, oradan ayırmaya kalktılar. Ayrılırım, dedim filan, bir sürü neticesi var bunun

Devlet tiyatrosunu, Karl Eber isimli bir mütehassıs emrinde kurdurdular. Ve gayet sun’i bir hava içinde işin akademik tarafları Muvaffak da oluyorlar. Fakat dikkat ederseniz, kurulduğu günden bugüne kadar muayyen bir nivo-vasat üzerinde ine ine gidiyorlar. Bir sanat vecd ve fışkırışı yok İstanbul’da oluyor, orda olmuyor; çünkü nihayet şahsı hakkında mâkûs, ters düşündüğüm halde, burada Muhsin vardı. O, sanat bakımından vecdli bir adam
Bir misal size: Bir gün, ben Ankara hapishanesinde -çünkü Üniversite hayatından çok olduğu için hapishane hayatım, misallerimi ordan almaya mecburum – bir Albayla karşılaştım. O zaman bir Amerikan usûlü Açık yaka-kapalı yaka filan Konuşuluyor, bütün bunlar. Dedim ki:
-Albayım bu nedir, bu hâl, sizin böyle kılığınızda?
Düğmelerini koparmış, öyle duruyor Daha rahat
-Sen Altun orduyu idare etmiş bir milletin çocuğusun! Amerikalının tarihi senin yanında nedir? Uşağının tarihi kadar değildir. Sen ondan dolar alırsın, fişek alırsın, tüfek alırsın, top alırsın! Talim ve terbiyeyle, kılık alır mısın?

Bugün zavallı Avrupanın hâli de budur. Bu, çok ince bir mesele

Devlet Tiyatrosu kurulduktan biraz sonra ben, yüksek bir tahsil müessesesinde hocaydım. İşte bunu kuran Hasan Âli’dir; birçok konuşmalarım oldu
O devirde bunlar bir harekete geçtiler; nispeten akademik Ve bugün 70 küsûr yaşındaki Muhsin de 18-19 yaşında olarak bu hareketin içindeydi. Darülbedayi kuruldu; fakat büyük bir hamle beklenemezdi, mücadelesi devam ediyordu. Öyle-böyle fakat tutuldu, yürüdü gitti. Bugünkü şehir tiyatrosuna kadar Ve nihayet Devlet Tiyatrosu
Evet, o zaman oyun, oyuncu, ki bugünün iftihar kelimeleri, artık piyes lâfı da kalkmıştır Oyun 4 perde, oyuncu, sanatçı O devirde, hakaret diye kullanılırdı. Oyuncu kızını istese vermez Anadolulu Oyuncuya kız vermem! Tabir budur.
Resim nedir, denildiğinde, -bizim dindarlığımız öyle bir dindarlıktır ki-, o topyekûn mahkûmsa, mahkûmdur. Değilse, gelir topyekûn Böyle ucunu tut, gerisini bırak, ayağını bırak, burnunu al, filan Bu, herşeyin gürültüye gittiğinin işaretidir.
Nihayet Birinci Dünya Harbi ve mütareke Mütarekede bir hamle oluyor; Darülbedayi kurulur. O zamanlar, henüz daha dinî mesele olarak tiyatronun mevkii halledilmemiştir. Fakat, kendi kendisine sıvaları dökülen, zamkını kaybetmiş sıvalar halinde dökülen ve o sıvalara bağlı olup da ruhunda vecd olan, yani zamk olan insanların bulunmaması yüzünden cemiyet, böyle ham, kışırdan ibaret insanlar elindeyken, şu müessese nedir? denildiğinde, halledilemez.
Dümbüllü Evet hâla ortada Maamafih, sade Dümbüllü’ye lüzum yok ki, bir çok tuluat aktörü var ortada!
Bizde böyle olur. Avrupa’da şahıslar zeki değildir, cemiyet zekidir. Bizde şahıslar zekidir, cemiyet ahmaktır. Tuluattan bunu sezer ve görürsün. Hatta, onların bir tavrı vardır; gayet güzel Cevabını o dakikada hazırlayacağı için, birşey söyler orada, espiri fırlatır. Ne? der, yahut efendim? der Görürsünüz, hâlâ; bir daha söyler. Ha! der, yine; bir daha söyler. Hazırlar, cevabını verir.
Tuluatta, tiyatroya uzak olmak şartıyla, o anda başıboş cemiyetin güldürme unsurları diye, insana zehir hissi veren, acıklılık hissi veren birtakım davranışlar vardır. Ve bu davranışlar içinde ne lezzetli levhalardır onlar. Durduğu yerde hemen birşey uyduruverir. Münferit, tek başına dehalar
Biz tiyatroyu tek ferdiyete indirmişiz, cemiyet hayatını tam mânasıyla yaşayamadığımız için İslâmın estetiğinde, bediiyatında, güzelliğinde bütün bir cemiyet vardır. Tek başına kılınan namazla cemaat halindeki namaz arasındaki fark gibi fert ve büyük fert dâvaları cemiyet halinde yaşanır. Bu ruhu sirayet ettirince ne geniş bir cemiyet platformu doğduğu meydana çıkıyor kendi kendisine Sanatta da
Bizde piyes bu O devirde Avrupada tiyatro tam teşekkül etmiş Taklitlerimizde böyle geliyor. Bakın birşey bayatlayınca, bizde daha henüz tazenin tazesi Bu arada herşey tezat içinde aktığı için, birtakım halk davranışları da var Abdi, Kel Hasan, Naşit Tuluat Bunun üzerinde durmamak nasıl olur? Meddahlar
Abdülhak Hâmid piyesleriyle gülünçtür; oradan çıkaracağımız bazı mısralarla çok ulvî olabilir.
Abdülhak Hâmid Ben yetiştim ona; 87 yaşında öldü. Ben o zaman 27 yaşında bir gençtim, benden bir saniye ayrılmazdı. O, devrinin en büyük kutbu; ben de, Nurullah Atâ’ya göre, eşi ve emsâli olmayan şairdim.

Beraber gezerdik. Ve Tanzimatı ona anlattığım zaman:
Ne diyorsun! Ben onu yaşadım, sen okudun ama ben senden öğreniyordum
Derdi

O devirde, -Abdülazizden sonra Murad’ın devrinde – Güllü Agop, o kadar korkunç bir adamdı ki, Molier’in Hasis isimli piyesini Pinti Hamid diye tercüme ettirdi

Şimdi size Abdülhamîd’in de bir hareketini söyliyeyim O zaman Veliaht Hamid efendi, şehzade

Molier’in Hasis isimli eseri, nasıl Pinti Hamid olur?.. Buldu kolayını Her devirde matbuat kanununa karşı bazı kolaylıklar vardır; birçoğuna bizde vâkıfız. Pinti Hamid Herkes Şehzade Hamid efendi olduğunu kabul ediyor. Çünkü Abdülhamîd meziyeti olan her yerde düşülmüştür. Nerede düşürülmüşse, orada aksidir ve meziyetlidir. Onun için mahkemede -Allahın ona tayin ettiği kaderden birtakım ufak hisselere sahip olmakla ben de iftihar ediyorum – hakikatte o yangın kulesiyle bostan kuyusu gösterilmiştir dedim.

Zira Pinti Hamid dedikleri Şehzade, ilk defa Galata bankerlerine bağlı olmayandır. İlk defa düşünendir, görendir, ıstırapları keşfedendir, yakalayandır.

Bu adamı rezil etmek için ne yapsın? Moler’in Hasis’ini Pinti Hamid diye tercüme ettirdi.

Abdülhamîd bunu haber alır almaz, yürüyor padişahın odasına; yani abisi Murad’ın huzuruna çıkıyor Aynen şu konuşma oluyor aralarında.

Diyor ki Abdülhamîd:
-Bunlar beni kastediyor, nasıl müsade ediyorsun?
Sultan Murad’tan bahsedecek değilim. O, bir fecaat. İlk mason Türk hükümdarı.

Cevap veriyor:
-Ne demek efendim, işte Üsküdar’da böyle bir adam var!

-Hayır, diyor, onlar beni kastetmek için bunu bahane diye yapıyorlar. Herhangi bir isim diyorsunuz bana; eğer herhangi bir isimse, niçin Murad ismini koymuyorlar: Pinti Murad!

Bakın şu konuşmadaki asâlete! Padişaha söylüyor bunu; espirinin de şiddetine dikkat edin.

Murad:
-O zaman böyle bir realiteye uymuş olmak durumu kalkar.
Diyor.
-O kalkardı ama öyle bir teşvikin de tarafınızdan yapıldığı hissini uyandırmazdı; buna mâni olurdu!
Ve dönüyor, çıkıyor odadan.

Abdülhamîd’i birgün müstakil ele almak lâzım gelse, bütün tarihî çilemizin, içtimaî, siyasî, idarî ne kadar meselesi varsa hallolur.

Evet, dev! Öyle, hiç şüphesiz, hiç şüphesiz!
Bütün incelikleri görmüştü.

İşte o devirde Ahmet Vefik Paşa, Molier mütercimi Namık Kemâl Arkasından Abdülhak Hamid de, bütün şiirini piyese vermeye çalışan insan

Güllü Agop, mükemmel istismar eder vatan şairi Namık Kemâl’i Farkında değildir. Nitekim, -Namık Kemâl değildir mevzuumuz- onun hürriyet dâvasına bakacak olursanız, başından sonuna kadar, ne ucuz kendisini kaptırmış bazı sahte mefhumlara ve kendi öz usâresinden ne kadar ayrılmış Bir nevi, hani laternanın havalarını üstüvânın üstünde tespit ederler ya iğne iğne; garbın ve iç düşmanlarımızın iğnelediği ve istediği havayı çaldırdığı bir adam olduğunu görürsünüz. Sadece bununla kalmamıştır; -bir gün bu tarihî hadiseler inşallah meydana çıkar, herşey çözülür ve hakikat konuşulur- Namık Kemâl, hakiki mücahidin, hakiki hürriyetçinin, hakiki vatancılığın da kahramanlığını gölgeliyecek kadar ucuz bir kahraman olarak İttihatçılar ve masonlar tarafından şişirilmiş ve şişirilmiş ve şişirilmiş Öyle ki, son sürgününde, mutasarrıf sıfatıyla bulunduğu yerde devlet hazinesinden muayyen maaşını alırken, her ayda 50 altın, Abdülhamîd’in kîse-i hümayunundan para kabul etmiştir. Ve öleceği zaman son arzusunun Şehzade Süleyman Paşa’nın yanına defnedilmek olduğunu söylemiş; Abdülhamîd bu büyüklüğü de göstermiş, onu Türk devletinin bânisi olan bir şehzadenin yanına gömdürmüştür. Ve bu adamın ismi hürriyet şehididir.
İnsan ağlar
Vatan-Silistre’nin veyahut öbür eserlerinin tiyatro kıymetinden bahsetmek gerekse, saf sanat gözüyle, şunu söylemek icap eder:
İlk mektebe gönderdiğiniz çocuk, (A) harfini yazdığı zaman, bak ben (A) harfini yazdım, merdiven gibi (A) dediğinde, Aaaa, yaşa çocuğum diye nasıl sevinilirse, işte tiyatronun böyle bir (A)sıdır yazdığı eserler, tiyatro olarak Evet Fakat hâdise muazzam tesirlidir.
Namık Kemâl, Vaveyla yı yazmıştı: Vatan şahlan bir elini Kabe’de Ravza-i Nebi’ye uzat Bütün bunlar, duyulmayan lâflardı. Ravza-i Nebi’ye uzat sözünü titreyerek söylüyorum Ve bunların hiçbir tesiri yoktur. Vatan-Silistre, Güllü Agop’ta oynadığı akşam, bir hâdise olmuştur. Halk, Namık Kemâl’in arabasının beygirlerini çözmüş, beygirler de dahil adamı havaya kaldırmış, bütün İstanbul ve bu muhit çalkalanmıştı. Düşünün o devri . Tiyatronun aksiyon kuvveti Ve Namık Kemâl biraz sonra iki zaptiye tarafından yakalanmıştır, Abdülaziz devrinde Ve ilk nefyine gönderilmiştir.
Bizde tiyatro, Avrupa’da olup-bitip, buhranını da yaşamaya başladığı zaman, böyle en basit ve acıklı bir taklit halinde başlar. Büyük çilesinden, idrâkinden mahrum bir tarihte başlar, tanzimattan 15-20 yıl sonra Ve Ermenilerin elinde başlar.
Orta oyunu ki, nispeten Karagöz kadar eski değil, yakın maziden gelir, bir nevi meddahların, böyle ufak-tefek reprezantasyon larla, temsillerle muayyen şekillerden ibaret bıraktıkları bir revü den, gösteriden ileriye geçmez. Ve hiçbir ferdiyet orda görülmez; yani solo’lu, koro’lu bir gösteriden ibarettir. Daha canlı bir Karagöz
Karagöz ve Orta oyunu Sinema için benim bir sözüm var: Karagöz’ün en mütekâmil şekli Fakat Karagöz tam mistiğin ta kendisi Birtakım hayaller, perde üzerinde zıllgölge Renkli gölgeler içinde birtakım sözleri söyliyebilmek Kendi kendisine lokal, büyük bir inceliği var; muhakkak Fakat tiyatronun geniş, ordu halindeki ruhî hücumundan mahrum bir küçük eşkiya mavzerinden ibarettir. Karagöz üzerinden uzun konuşulabilinir, millî bir folklör olarak çok kıymeti düşünülebilinir, Hilton’un orada da bir köşesi yapılabilinir; fakat Karagöz, tiyatro demek değildir.
Bizde tiyatro Evvelâ şarka bakalım. Şark’ta tiyatro adına mistik tecellilerden başka birsey yoktur. Meselâ eski japon oyunları, koroya benzer şeyler Biri gelir iki lâf eder, arkadan koro girer Böyle ufak, minyatürvarî mistik tecelliler Çin, japon hep böyledir. Yani, bir nevi amip halinde tiyatro mevcut; fakat vücuttan mahrum

Onun, başta da söyledik, tam mânasıyla Avrupaî bir müessese olduğunu kabul etmek gerekir.

Biraz sonra tiyatroya nasıl girdiğimi anlatacağım; orada şimdi söylemek ihtiyacında olduğum incelik görülecek. Sanatın, kütleleri sevki ve idaresi bakımından bundan daha zengin, bundan daha cömert, bundan daha verimli bir şubesi bence nâ-mevcuttur.
Garbı gördünüz Yunan tefekkürünün bildiğiniz üç kutbundan sonuncusu Aristo, tiyatroyu ve sanatı şöyle izah eder poetikasında. Bir katharsis nazariyesi koyar ortaya. Sanat, tabiatı taklitten ibarettir der; fakat bu taklit, insanın kendi ruh menşûrundan geçirip, kendini kattığı taklittir.

Aristo’nun fikri bu Bu fikir, bugünkü poetikler önünde çok ibtidaidir, çok basit; fakat ilk Avrupa menşei olarak gayet mühim Ve tiyatroyu da katharsis, bedii heyecan’ın en büyük tezahür çerçevesi diye kabul eder. Bugün garpta tiyatro, kriziyle, tarihiyle, herşeyiyle, içtimai dâvaların, ferdi büyük dâvaların biricik tezahür kadrosudur.

Benim tabirimle, en büyük ruhî ve içtimai vaaz kürsüsü

Tiyatroya ait bir zemin gördük; umumi bir kültür Bunu kolay vermeye çalıştım, farkındaysanız. Herbiriniz, -dikkat ettinizse kelimelerime – bugün tiyatroyu bildiğini iddia eden birçok insandan fazla bilgi sahibi addedebilir kendisini. Bu hisse maliksiniz değil mi?
Bir deha eseri Bergson, onun için sayfalar yazdı. Kelimelerin üstüne çıkmış lisan dedi. İşte, makineyle alayı böyledir. Ve eserlerinde gülmekten çok ağlanılabilir.
Şimdi işin içine Şarlo’yu almak mecburiyetimiz var. Şarlo bir komiktir. Komedyen denmez; komedyen diye büyük dram artistine denir, yahut her role girebilene Ama işte hakiki mânada trajik kültüre ve anlayışa mâlik Büyük komik İnsan ruhunun azim tahlilcisi ve bütün içtimai hâdiselerdeki koflukların teşhircisi, sahteliklerin alaycısı
Bir aralık büyük krizler oldu; acaba tiyatro öldü mü? O vakit de iddia etmiştim, tiyatro daha çok yaşar, ölmez. Bugün onu gösteriyor vaziyet.

Çünkü sinema, o çerçevenin muayyeniyetini, donukluğunu kırmıştır; zaman-mekanla mukayyet mecburiyetini Her sahneyi alabilmek ve harekete büyük pay vermek

Fakat derinliğine tiyatroyu yaşatamazdı. Nihayet döne döne sinema öyle yerlere geldi ki, bütün bir konseri aldı içine, bütün bir operayı aldı, bütün bir Şekspir’i aldı. Ama yine, ruhunu kaybetmiş insanlığın karşısında bugün ticarî eser olarak ortada en sefil numûneleriyle çıktı.

İnsanı hayretler içinde bırakıyor. 10 milyon dolar sarfediliyor, şu oluyor, bu oluyor Bu mu diyorsun? çıkarken Bu hissi duymayanınız yok gibidir. Bütün bunlar, bunun için mi? Ama unutuyorsunuz ki, siz 2.5 liranızı vermiş bulunuyorsunuz ve ikincisine muhakkak gideceksiniz. Onu, o da biliyor

Romantizmden nefret, klasizmden nefret, tiraddan nefret, fikirden nefret, fikrin en süzülmüşünden de nefret Fakat bir-iki tane istisna; Şekspir, Sofokles gibi

Bunun içinde Avrupa, bugün tiyatrosundan mahrum yaşıyor.

Bu arada sinemayı hemen ortaya atmak lâzım. Benim neslim, kendi basit hayatına sığdırdığı vakıalar bakımından beşerî tarihin 10-15 asrına muâdil-denk hâdise görmüştür. Ben sinemanın ilk icadını, İstanbul’a ilk intikâlini hatırlar gibiyim. Evet, sinema; derken sesli sinema

Amerika’da bir-iki çok enteresan muharrir gelmedi değil. Bir tanesi O’Neil; ruhi tahliller etrafında gezen Fakat umumiyetle bugün Amerika’da çöken bir tiyatro, bugünün vokabüleri-lügâtçesi gibi düşünmek istemiyen adamın, bir kelimeyle, hayvanî ilcâları olan bir adamın, insiyaklarından ibarettir.
Bugün tiyatro, kemmiyetler memleketi olan Amerika’da şöyle böyle hareketlidir ve Amerikanizm ne garip Fransayı bile ezmektedir. Fakat Fransa herşeye vâkıf, büyük entellektüeliyle Halkıyla da aynen krizin numûnesini teşkil ediyor.
İşte bugünün hâli
Geçenlerde, bir büyük Fransız mütefekkirinin bir yazısını okudum; Cihanda Tiyatro Krizi diye Şayan-ı hayret fikirleri olan bir insan.

Diyorki:
– Bugün halk o kadar -aynen Türkiyeyi anlatır gibitâlib ki, biri bir bardak su ile girse içeri, hâdise zannediliyor ve insanın, kâbus anındaki birbiriyle alâkasız vak’alar gibi, bütün mantıkî silsileyi, ruhi silsileyi bozan eserler, deha eseri sanılıyor. Elbetteki bir gün zuhur gelecek ve kıymetleri yerli erine oturtacak

Rus ihtilâli vesâire peşinden Ve aynı şeyler şiirdeki, romandaki ekoller, tiyatroya da akmaya başladı. Sürrealizm ve türlü modernizm Frakla Hamlet, oynamalar, işte ağaç yerine ağaç diye yazıp kalmalar, bilmem ne yapmalar filan Bütün bunlar bir sun’ilik zincirinden başka birşey değil Bu türlü modernizmlerin neticesi şu oldu:
Derin bir kriz tiyatroda, hakikaten derin bir kriz Bu krizin sebebi de pek açık; tıpkı Roma’da eski tiyatro olmadığını izah etmiş olduğum gibi. Onu da söyliyeyim:
Garp, nizamını kaybetmişti. Hudutsuz keşfin sahibi Garp, ki asıl mevzuumuz burasıdır, müspet bilgiler harikasını Noel ağacı gibi donatan Garp, ona hakim ruhu artık koyamaz hale gelmişti. Felsefesiyle, herşeyiyle pay-mâl
Nihayet cemiyet, ruhunu kaybeder gibi oluyordu; tiyatrosunu tabii koyamazdı
Birinci Dünya Harbi
Birinci Dünya Harbi, İkinci Dünya Harbi yanında, götürdüğü ve bıraktığı şeylere nazaran en büyük ve en vahimini teşkil eder. Allak-bullak olunca dünya nizamı ve insan ruhu, bu tiyatroya da tesir etti, büyük mikyasta
Arkasından Goethe geliyor, bilfiil Ve Schiller Goethe, fevkalâde muhteşem bir adam Ama bir Fransız edibinin bir sözü var onun hakkında:
Goethe, o muhteşem eşek!

Evet, altın, sırma, yaldız içinde herşeyi; yumurta sırtı gibi vücudu Ve hakikaten eşek Bu eşeklik şuradan geliyor, bunu da söyliyeyim; bir büyük romantizm getirdiler Romantizm ve meslekler üzerinde duracak değiliz. Onu da bilmezler bizde Umumi kültürünüz artsın!

Lesing, Alman nesrini örgüleştiren, Alman şiirine poetiğini getiren, Alman tiyatrosunun temelini kuran insandır; ve ondan sonra Fransız tiyatrosunun 19’uncu asır sonunda başına musallat olan büyük Alman tiyatrosu Lesing’in mahsulüdür.
Bir gün döndüm buna dedim ki:
– Sen ne ahmaksın! Senin çünkün, nasılın, niçinin, sebebi nedir; hangi dünya görüşüne mâliksin?

Herkes, hayretle baktı bana Kendisini bu kadar medheden bir insan kırılır mı, böyle?.. Senin, dedim, pencerelerin nereye bakıyor; hangi ziraat sahasına?..

Ve inanıldı bu adama.
#8212; Olmaz, böyle şey olmaz! Kötü, geç!..

Ve geçtiler onun dediğini. Böyle bir otorite oldu. Bugünün mide gurultusu şiirinin mesulü bu adamdır. Bunun nâmına mecmua çıkıyor, bugün

Tamam Bu kadar ince hakikat arasında buralara kadar tenezzül etmiyoruz İşte Lesing, işte Nurullah Atâ Birşeyin ne kadar çıkıp, birşeyin ne kadar inebileceğinin iki misali

Yahu, en basit birşey; insan budur Gençler için söylüyorum; biri, kıza sen çok güzelsin dese, kız izahını bekler, başka türlü gururlanmaz.
Fakat bir gün tamamiyle islâmi sahada, hakikat sahasında kendime geldiğim gün, döndüm bu kartondan adamlara:
Ne medhinizi isterim, ne birşeyinizi!..
Dedim.
Kartondan adam Çünkü, medhettiği şeyin mucip sebebini veremiyor. Hani, başıboş kağıt, takma plastik maddelerden yapılma çiçekler vardır
#8212; Güzel, âlâ, harika!
#8212; Niye?
– .
Meselâ, ben’de tenkidi şu: Fosfor kelimesi varmış, bir şiirimde; Bu da kullanılır mı? diyor, Hüseyin Cahit Ve Nurullah Atâ, cevap veriyor buna O zaman bugünkü kadar eserim yok Şükür, o zaman benim bir-iki cilt eserim vardı, hakkımda yazılanlar yüz cilt tutardı. Lehimde hep
Bir Nurullah Atâ diye bir adam çıkmıştır Siz bilir misiniz, benim için ne kadar medhiye yazmıştır? Meselâ Hüseyin Cahit Avrupadan döndüğü zaman, Nedir bu Necip Fazıl, bu kadar şişirilmiş adam?.. Okudum, hiç beğenmedim! filan diye birşeyler yazdı. Bunlar, ona döndüler: Sus! Ahmak!.. Bilmem ne Etmedikleri küfrü bırakmadılar, Falih Rıfkı’yla beraber
Ben, edebiyat ve sanat hayatında mütemadiyen gençlere münekkid olun, şairlikten vazgeçin derim Çünkü bedava şairlerden ordu kurmak mümkün olsaydı, Türk ordusu kadar zengin ordu olmazdı; kemmiyette Fakat bir tane münekkidi yok. Bu kadar jandarmasız kalır bu memleket, her tarafıyla
Almanya’ya dönelim Rönesanstan dağılan tiyatro Orada evvelâ, tiyatroyla alâkasız fakat tiyatronun bir nevi estet i, estetikçisi ve poetikçisi Lesing’i görüyoruz.
(İçinizden takdir ediniz! Dışınızdan da takdir edebilecek hale gelin! İçinizden takdir edince gülmeye başlıyorsunuz!..)

Evet, Volter de bu

Sultan Abdülhamid han Tahta çıktığı zaman bir büyük harbin içine sokulmuş olan, istemiyerek, Mithat Paşa’nın dürtüşüyle harbe mecburi giren, onda da bir kolordusuyla Atina’ya giriveren padişah, bu eserin Fransa’da o zaman sahneye konacağını duyduğu an -zavallı düvel-i muazzama korkusu var o devirde, hiç kimse hareket edemiyor, devlet topyekûn gitmek üzere; 1918, 1876’da oluyordu Abdulhamid olmasaydı – Paris sefiri vasıtasıyla Fransa Reis-i cumhuruna şu mesajı göndermiştir:
Eğer bu eseri sahneye vaz’ ederseniz, Türkiye, bütün islâm ülkeleriyle beraber son damla kanına kadar harb ilan edecektir.

Ve Fransa, demokrasi memleketi, hususi bir tiyatronun perdesini kapatamayacağı halde, kanun çıkartıp kapatmıştır; korkusundan

İşte adam böyle olur, hareket böyle olur!

Demişlerdir ki Sefire, Nasıl yapabiliriz, efendim? Devlet buna angaje değildir, bu bir bulvar tiyatrosudur, hangi hakla kapatabiliriz? Sefir, lazım gelen muhabereyi yaptıktan sonra gitmiş, demiştir ki, Fransız milletinin alnından o kara lekeyi silmek mecburiyeti hakkıyla yaparsınız!
Kanun çıkarmışlardır.

Konferansım II. Abdühamid değil; o da değil, bu da değil, fakat herşey içiçe
Ve bu arada bu adam 1741’de Hazreti Peygamberin ismini taşıyan bir eser yazmak küstahlığında bulunmuştur; aynen ism-i has’ı ile O devirde oynanmıştır, bırakılmıştır; öyle kalmıştır. Tâ II. Abdülhamîd’e kadar sahneye konmamıştır.
İşte Volter, ki muayyen bir işe çalışmaktadır; topyekün insanları ötelerin hassasiyetinden ayırıp, tam bir dinsizlik içinde muayyen bir dünya dâvasına bağlamanın adamıdır. Eline tiyatroyu bir aksiyon vasıtası olarak alır. Neler yazmamıştır! Hiçbirinin de büyük tiyatro kıymeti yoktur. Volter’in fikirleri var, fakat sanat tarafı zayıf
Tiyatro, içtimai telkin ve vaaz kürsülerinin en büyüğü Sonunda söyleyeceğiz; bunu kaybetmiyelim.
Şu ana kadar tiyatroya dair ne konuştumsa, hepsinin içine dahil olması lâzım gelen bir dâvası var tiyatronun Madem ki hayatın böyle bir kaleodoskop içinde aynen taklidi ve tecelli ettirilişidir; hayat, oraya bütün dâvalarıyla girer ve cemiyet kendisini olduğu gibi seyreder. Meselâ (Eşil)de, Eski Yunan miyolojik hassasiyeti, dinî taasubu; (Sofokl)de Yunan cemiyetinin zevki; (Öripid)de bütün Yunan meseleleri, içtimaî, siyasî Ve Şekspir’de bütün İngiltere dâvası; İngilterenin hicvine kadar apaçık bellidir.
Ve bu üç büyük, Fransa’da Güneş Kral denilen 14.Lui’nin kanatları altında Tıpkı, Kanunî devrinin hasmeti gibi; mimarıyla, kaptan-ı deryasıyla, şeyhü’l-islâmıyla, herşeyiyle O zaman, zaten Garp demek, Fransa demektir. Şekspir’e rağmen Fransa pazarını kurmuştur tiyatronun. Bugün en büyük buhranını yaşayan ve hatta 19’uncu asır da sonlarına doğru buhrana düşen Fransa 14. Lui devrinde bütün Almanya, bütün İngiltere, Fransa mukallididir Aynı saraylar yapılır; işte (San sui) yerine (Zan zui) denir, Almanca Ve zaten bizim dilimizde de Fransa, Françelü Frenk gömleği de Fransız gömleği demektir. Avrupa demek, Fransa demektir.
Çok mühim bahisler bunlar; umumi bir fikir elde etmemiz için Benim asıl üzerinde duracağım memleketimizdir ve bugünün tiyatro dâvalarıdır. Onun için şöyle bir geçiyorum ki, ansiklopedik bilginiz olsun.
(Moliere) de, (Aristophanes) gibi komediyi getirir. Şu farkla ki, (Moliere) hemen hemen dünyada ilk hakiki komedici kabul edilir; çünkü komediyi hayata tatbik eder. Zerafet, incelik getirir komediye Ve büyük fikri meseleler içinde yoğurur; yani trajediden pay alır. Zaten, traji-komik sözü meşhur
(Rasin) aynen (Sofokl)u yaşatır; derhal, büyük saf şiiri, büyük hayatı getirir tiyatro İlle kahramanlıkta bırakmaz, her tarafıyla birden işi ele alır ve büyük Fransız tiyatrosunu kurar.
(Corneille) bunların başı ve Fransız klâsik tiyatrosunun bânisi, kurucusu 17’nci asır başı Kurduğu büyük trajedik ekol -eserlerinj saymaya lüzum yok, o kadar derinleşemeyiz; umumi bakacağız ve memleketimizin üzerinde duracağız- tıpkı (Eşil)de olduğu gibi, bir âlet getirme yeniliği, keşfi içinde başlar. Artık bütün o eski Yunanlı tabiî, bilmecburiye ibtidailikleri kalmamıştır. Tiyatro teşekkül etmiştir; âletleriyle, perdesiyle, herşeyiyle Bir tumturaklı dil içinde, büyük kahramanlıkların, dâsitanî tiyatronun, fakat yine ilk olmanın ufak ibtidailikleri arasında muazzam bir şahsiyet
16’ncı asırdan sonra; 16’nın sonu ve 17’nin içine doğru Fransa’da tiyatroyu tam mânasıyla teşekküle giderken görüyoruz. İşte yıldızlar manzumesi doğuyor; evvelâ (Corneille), arkasından (Rasin) arkasından (Moliere) Bir üçüzlü hareket çıkıyor meydana. Şekspir tek’dir.
Şimdi, bir Şekspir’i anlatmak için size beş tane konferans vermem lâzım sıra sıra; bırakalım
Evet, Şekspir budur; ve anlaşılmaz zuhurdur, İngiltere’de. Şekspir aşkı öyledir ki İngiltere’de; pek eski olmayan bir devirde bir İngiliz Nazırı, hem de müstemlekeler Nazırı, şu lâfı söylemiştir Hindistan o devirde İngilterenin herşeyiydi. Şekspir, o muydu, değil miydi; kim yazdı, Lord Bacon mıdır, o mudur, bu mudur? Bu münakaşalar olurken, dedi ki: Bugün İngiliz kavmine deseler ki, Hindistandan mı vazgeçersiniz, Şekspir’den mi; tereddütsüz Hindistanı bir bahşiş diye verirdik ve Şekspir’i alırdık!

Ve o güzel lâfı da söyliyen yine kendisidir. Diyor ki, Nedir bu münakaşa; Şekspir var mıdır, yok mudur, o mudur, değil midir?.. İngilizce bir eser var mıdır?.. Evet! Bunu yazan bir İngiliz mıdır? Mutlaka! O, Şekspir’dir; o mudur, bu mudur, değildir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir