Roberto Bolano kitaplarından Tılsım kitap alıntıları sizlerle…
Tılsım Kitap Alıntıları
Aşk iyi yi getirmez. Aşk her zaman daha iyi yi getirir.
Bizim tılsımımız, işte o şarkıdır…
Muhteşem kadınlar tanıdım, dağlar veya okyanus akıntıları kadar güçlü kadınlar.
Gündelik hayat topu topu birkaç saniye süren sabit bir şeffaflıktır.
Ne zaman gitmem istendiyse gittim.
Zavallı bizler yardım dilemek istiyorduk fakat imdadımıza koşacak kimse yoktu.
İnsanoğlu her şeye alışır.
zamanın hızla akıp gittiğini hissederdim elimde olmaksızın, ama bir yandan da doya doya yaşadığımı,
Tarih, tarihçiler tarafından iğfal edildiğinde gerçekleri anlatmak sanatçılara düşer.
toz ve edebiyat her zaman kol koladır.
Bir şeyleri var edenin, değiştirenin, mekân değil zaman olduğunu biliyorum. Daha önce de pek çok şey oldu, ama bir anlamda her şey her zaman ilk kez olur, hep ilk defadır; bu yüzden deneyimin hiçbir anlamı yok, ki sonuçta böylesi daha iyi, çünkü deneyim genelde sahtekârlıktır.
Açlığını çekmiyorsanız aşk yoktur. Bir de fırsat gerekir. Ama en vazgeçilmez olan, açlıktır.
benim sorunum, nasıl uyanacağım değil, nasıl yeniden uykuya dalacağım
Latin Amerikalı kadınlar bildiğim kadarıyla tek öpücükle vedalaşır. Tek yanaktan öper. İspanyol kadınlar iki yanaktan. Fransız kadınlar üç kere öper. Küçük bir kızken, üç öpücüğün, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik anlamına geldiğine inanırdım. Öyle olmadığını artık biliyorum, ama yine de öyle olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor.
nedense en olmadık zamanlarda, en saçma, en akıl almaz düşünceler beynime doluşur.
Ben geçmişi görebilen kişiydim ve geçmişi görebilenler hiçbir zaman hesap ödemez. Ama geleceği de görebiliyordum ve öngörünün bedeli ağırdır: Bazen hayattır bu bedel, bazen akıl sağlığı.
Hala muhteşem şeyler yapabiliyorum;hala seni şaşırtabiliyorum;seni aptal kız,seni ve geri kalan herkesi şaşırtabiliyor,hala aşk için yeri göğü inletebiliyorum .
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hepimizin, söylenecek söz kalmadığında, güneş yeni yeni doğarken, anlatacak eski aşk hikâyelerimiz vardır.
Cehennem değilse bile ona açılan gizli kapılardan biri, ilk bakışta son derece masum görünen o nesnelerde gizliydi.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Mutluysanız veya mutluluğun kaçınılmaz olduğunu hissediyorsanız aynada kendinize bakmaktan korkmazsınız, gerçekten de mutluyken veya kaderinizde mutluluk varsa gardınızı düşürür ve sırf meraktan bile olsa aynalarla yüzleşirsiniz.
Benim sorunum, nasıl uyanacağım değil, nasıl yeniden uykuya dalacağım.
Ben hiçbir şeyi unutmam. Dediklerine göre asıl sorunum buymuş.
Birdenbire, daireyi kaplayan pisliğin içinde saklı olan mutluluğu düşündüm ve mutluysanız veya mutluluğun kaçınılmaz olduğunu hissediyorsanız aynada kendinize bakmaktan korkmazsınız,
Ne şiirsel maceralar yaşadım, hepsi ölüm kalım meselesiydi, ama sonra gerçek dünyaya döndüm
Mutlu insanlarla güzel yerleri gezmenin tadına doyum olmaz.
Aşk iyi yi getirmez. Aşk her zaman daha iyi yi getirir.
Zavallı bizler yardim dilemek istiyorduk fakat imdadimiza koşacak kimse yoktu.
Ben geçmişi görebilen kisiydim ve geçmişi gorebilenler hiçbir zaman hesap ödemeler.
Dişlerimi, insanların kurban edildiği o sunakta kaybettim.
Her ne kadar söylediklerini duyduğum şarkı, savaşı ve Güney Amerika’nın daha gencecikken kurban edilmiş bütün bir kuşağının kahramanlıklarını anlatsa da aslında içten içe değerlerden ve aynalardan, arzudan ve zevkten bahsettiğini biliyordum.
Bizim tılsımımız, işte o şarkıdır.
Vadiyi ele geçiren gölgeninse gençlerden oluştuğunu biliyordum artık, neresi olduğunu bilmediğim bir yere doğru yürüyen sonsuz bir gençler ordusu.
Ben Meksika’nın şairlerinin anasıyım. 1968 yılında polis ve ordu üniversiteyi bastığında kaleyi koruyan kişiyim. Tek başıma fakültenin tuvaletinde, yiyecek tek lokma yemek olmaksızın, on günden, on beş günden uzun süre kapalı kaldım, sanırım Eylül’ün on sekizinden otuz birine kadar, artık ondan da emin değilim.
Ben hiçbir şeyi unutmam. Dediklerine göre asıl sorunum buymuş.
Her şey anlamsızdı, hepsi umutsuz, boş çabalardı, ağlamanın bile bir anlamı yoktu, çünkü zirvelerde yaşayanlar ağlamaz, sadece soru sorar.
Benim sorunum, nasıl uyanacağım değil, nasıl yeniden uykuya dalacağım.
Vladimir Mayakovski 2150 yılına doğru yine popüler olacak. James Joyce, 2124’te Çinli bir oğlan olarak yeniden doğacak. Thomas Mann, 2101’de Ekvadorlu bir eczacı olarak karşımıza çıkacak.
Hani bir kelime dilinizin ucundadır ama söyleyemezsiniz ya, nöronlar dört bir yana koşuşturup damarlannızda akan kan hızlanırken zihninizde bir düşünce şekillenmeye başlar hani
Orestes’in kaderi – kendini yok etmeye verilmiş ne soylu bir isim.
Hepimizin, söylenecek söz kalmadığında, güneş yeni yeni doğarken, anlatacak eski aşk hikâyelerimiz vardır.
Daha önce de pek çok şey oldu, ama bir anlamda her şey her zaman ilk kez olur, hep ilk defadır; bu yüzden deneyimin hiçbir anlamı yok, ki sonuçta böylesi daha iyi, çünkü deneyim genelde sahtekârlıktır.
Bir şeyleri var edenin, değiştirenin, mekân değil zaman olduğunu biliyorum.
Çünkü zaman ya hiçbir zaman durmamıştır ya da zaten akmıyordur.
Çok az kadın, gördüğü şeyleri gördüğünün onun kadar bilincindedir ve şimdi kendi ölümünü, on iki aydan kısa süre içinde gerçekleşeceği kaderine yazılmış ölümünü görüyor; biliyorum, evinde biri daha var, sigara içen, benim tarafımdan görülmeyi istemeyen biri. Öyleyse, her kimse, tanıdığım biri olmalı.
Kırk dört yaşında. Yani, yaşayacak bir yılı kalmış.
Kendini kandırmayı sürdürmek neden?
çünkü merak uzun ömürlüdür ve umursamazlıktan meraka yapılan yolculuk kısa görünse de (çünkü insan, doğası gereği birinden diğerine geçme eğilimindedir) dönüş yolculuğu kişiye sonsuz, hiç bitmeyen bir kâbus gibi gelebilir.
Ben böyleyimdir, işte nedense en olmadık zamanlarda, en saçma, en akıl almaz düşünceler beynime doluşur.
Guerrero, gecenin o vakti sokaktan çok mezarlığa benzer, 1974’teki veya 1968’deki veya 1975’deki bir mezarlığa değil ama 2666 yılındaki bir mezarlığa, doğmamış bir bebeğin veya cesedin gözkapaklarımn atandaki, belirli birşeyi unutmaya çalışırken kendini her şeyi unutmuş bulan gözün duygusuz sıvılarına ev sahipliği yapan unutulmuş mezarlığa benzer.
Ben anaydım, bana inanırlardı, ama söylediğimin her kelimesine inanmazlardı.
Orada bir şey daha gördüm: Bir ayna. Ona baktığımda devasa, hiçbir yaşam kırıntısı olmayan bir vadiyle karşılaştım ve o vadi imgesi, belki de o dönemde en önemsiz şeyler bile beni ağlattığı için, gözlerimin yaşlarla dolmasına neden oldu.
Şöyle düşündüm: Tarih bir korku hikâyesinden farksız.
Ben geçmişi görebilen kişiydim ve geçmişi görebilenler hiçbir zaman hesap ödemez.
Budalanın teki olabilirim ve konunun uzmam olmadığım kesin, ama içinde yaşadığımız bu kaotik çağda, doğuya göç etmenin gecenin karanlığına göç etmekten farksız olduğunu kimse inkâr edemez.
Aşk iyi yi getirmez. Aşk her zaman daha iyi yi getirir.
Sonuçta, ikileme düşen bir insanın yapabileceği en iyi şeyin susup dinlemek olduğuna karar verdim. Öyle de yaptım.
Dişlerim döküldüğü için, öpüşmek ve öpülmek konusunda çekingenleşmiştim, öpüşmeden aşk ne kadar dayanabilir ki?
Ve ben onlarlaydım, çünkü benim de anılarımdan başka bir şeyim yoktu. Ben, anılarınım toplamıydım.
İnsanoğlu her şeye alışır. Tuvaletlere bile.
Bana neden ağzımı örttüğümü sormadı, inanıyorum ki diğerlerinin aksine hemen tahmin etmişti, çünkü eylemin altında yatan nedeni, beni dudaklarımı örtmeye mecbur eden gizli gururu tanıyor ve elimle ağzımı örtmemi umursamıyordu.
Kayıp, yeni bir alışkanlık doğurdu. O günden sonra ne zaman konuşsam veya gülsem, bozuk ağzımı avucumla kapamaya başladım kısa sürede bazı çevreler tarafından sahiplenilip taklit edildiğini göreceğim bir hareket. Dişlerimi kaybetmiş olsam da sağduyum, kibarlığım ve hoşgörüm yerli yerindeydi.
Geçmişi düşünüyordum, ama geçmişim şimdiki zamanın, geleceğin ve geçmişin birleşmiş haliydi, hepsi birbirine geçmişti, hayatım ılık bir yumurtanın, dumanı tüten molozların üstüne yuva kurmuş tarih öncesi çağlardan kalma içsel bir kuşun devasa yumurtasının içinde uyukluyordu.
Kulağımda eşek arılarının veya sineklerinkini andıran bir vızıltı vardı; belki de vızıltı kulaklarımda değil zihnimdeydi.
Bir gürültü duydum, diyelim. Ruhumda bir gürültü!
Daha 1968 olmadan, 1968’de ne olacağım biliyordum.
Böylece 1968 yılma geldik. Veya 1968 yılı bana geldi. Şimdi dönüp baktığımda, geldiğini hissettiğimi söyleyebilirim.
Loş dükkânlardaki çatlak aynaları andıran kasvetli şiirleri okurken yokladığım yer kendi kalbimdi, daha doğrusu o kelimelerde kendimden izler bulmayı umardım ve işte oradaydım!
Bir hafta soma Löpez Azcârate kendini astı. Ağacın dalında sallanan cesedin haberi, kırmızı görmüş bir boğa hızıyla, bir anda bütün üniversiteye yayıldı. Öyle bir haberdi ki ilk duyduğumda ürpermekten kendimi alamadım ve içim karardı elbette, ama ne yalan söyleyeyim, büyülenmiştim de, çünkü kötü haber dahi olsa (hiç şüphesiz olup olabilecek en kötü haberlerdendi), kendince bir rahatlaücılığı vardı, sanki gerçek dünya kulağımıza fısıldıyordu: Hâlâ muhteşem şeyler yapabiliyorum; hâlâ seni şaşırtabiliyorum; seni aptal kız, seni ve geri kalan herkesi şaşırtabiliyor, hâlâ aşk için yeri göğü inletebiliyorum.
Bir zamanlar kendileri birer melodi olan yerlerde bililerinin şarkı söylediğini nadiren duyuyorsun artık. Toz bulutu her şeyi toza indirgiyor. Önce şairleri, sonra sevgiyi.
İnsan, riske girer. Doğruya doğru. Riske girer ve en beklenmedik anlarda kaderinin kurbanı olur.
Bir zamanlar kendileri birer melodi olan yerlerde bililerinin şarkı söylediğini nadiren duyuyorsun artık. Toz bulutu her şeyi toza indirgiyor. Önce şairleri, sonra sevgiyi.
Şairler, vazolarının dipsiz karanlığında neyin pusu kurduğundan haberdar mı? Biliyorlarsa onu yok etme görevini neden kendileri üstlenmiyorlar?