Jack London kitaplarından The Call of the Wild Kitap Alıntıları sizlerle.
The Call of the Wild Kitap Alıntıları
Hayatında ilk kez sevgiyi, gerçek ve tutkulu sevgiyi tadıyordu.
Bir kere yere düştün mü sonun geldi demekti.
Eğer öyleyse, o da hiçbir zaman yere düşmeyecek ti.
Eğer öyleyse, o da hiçbir zaman yere düşmeyecek ti.
daha nazik iklimlere has bir şeydi.
Sevgiyi, gerçek sevgiyi ilk kez tanıyordu.
Son acı duyguları bile bırakmıştı onu. Kendisinden çok uzaklarda gibiydi.
Geçmişteki çilelerini, yaşam acısını, onlar için korku ve esrar anlamına gelen soğuğun ve karanlığın korkusunu ve esrarını dile getiriyordu.
Şarkıların hüzünlü olduğu günlerde genç dünyanın ilk şarkılarından biriydi.
Eski benliğini bulmuştu artık.
Makine düzeniyle işleyen sıkıcı bir hayattı. Her gün, tıpkı ötekine benziyordu.
Bir kere yere düştün mü sonun geldi demekti. Eğer öyleyse, o da hiçbir zaman yere düşmeyecekti.
Bir aptalla onun aptalca davranışlarının arasına girmenin boşuna olacağını biliyordu; sonuçta iki ya da üç aptal eksik olsa, dünya yerinden oynamazdı.
Bu onun için de bir boşluk yarattı. Açlığa benzer bir boşluk. Ağrıyan, ağrıyan, hiç durmadan ağrıyan bir boşluk. Hiçbir yemeğin doyuramayacağı bir boşluk.
Merhamet yanlış anlaşılır, korku sanılırdı ve böyle bir yanlış anlama ise ölüm demekti. Ya öleceksin, ya öldüreceksin. Ya yiyeceksin, ya yenileceksin. Kanun buydu.
Sevgiyi bulmuştu ilk defa. Gerçek, candan, içten sevgiyi.
Yer yer sönük hayat kıvılcımlarının titreştiği birer kemik çuvalıydılar artık.
Tekdüze, tıkır tıkır saat gibi işleyen bir hayatta bu. Her gün bir öncekinin aynısıydı.
Liderliği kazanmıştı ve daha azıyla yetinmeyecekti.
Nedenini bilmiyordu ama belli belirsiz yaklaşan bir felaket duygusu altında ezildiğini duyuyordu.
İçindeki yaşam kıvılcımı titreyerek ufaldı-ufaldı, neredeyse, sönmek üzereydi.
Kelimelerin diliyle değil, sevginin diliyle vermişti cevabını."
Varoluşun zirvesini gösteren, hayatın artık daha fazla yükselemediği bir kendinden geçme hali vardır. Yaşamanın çelişkisi de odur ki bu kendinden geçme, esrime hali, insan ancak en hayat doluyken ve insanın ancak hayatta olduğunu tamamen unutmasıyla gelir.
Sopa kimdeyse, kanun onun elindedir.
Merhamet yanlış anlaşılır, korku sanılırdı. Böyle bir yanlış anlaşılmasya, bu düzende ölüm demekti. Ya öleceksin, ya öldüreceksin. Ya yeneceksin, ya yeneleceksin. Yasa buydu. Buck zamanın derinliklerinden gelen bu emre bütün azgınlığı, bütün benliğiyle uyuyordu.
Ya efendilik edecekti, ya kölelik. Merhamet ise sadece güçsüzlük belirtisiydi.
Bir aptalla onun aptalca davranışları arasına girmek boşunadır."
Son acı duyusu da tükendi. Artık hiç bir şey duymuyordu.
İçindeki yaşam kıvılcımı titreyerek ufaldı-ufaldı, neredeyse, sönmek üzereydi.
İnsan katılaşmak zorundadır.
…kelimelerin diliyle değil, sevginin diliyle vermişti cevabını."
Demek bu iş böyleydi. Centilmenlik yoktu. Bir kere düşmeyegör bitmiştin.
“Tüm sıradan acılara karşı duyarsızlaştı…”
Gördüğü günlerin sayısından ve içine çektiği nefeslerin toplamından çok daha yaşlıydı.
Kelimelerin diliyle değil, sevginin diliyle vermişti cevabını.
Makinemsi bir düzenlilikle işleyen tekdüze bir yaşamdı bu. Her gün bir diğerinin aynıydı.
Bir kere yıkıldınmı, sonun geldi demektir.
Merhamet, daha yumuşak iklimlere özgü bir duyguydu.
“Bir deli ile deliliği arasına girmek boşunaydı.”
“Makine düzeniyle işleyen sıkıcı bir hayattı. Her gün, tıpkı ötekine benziyordu.”
“Sopa kimdeyse, kanun onun elindedir.”
Demek töre buydu. Dürüstlük sökmüyordu. Bir kere yıkıldın mı, sonun geldi demekti.
“Bir şey istemiyor, bir şey vermiyor, bir şey beklemiyordu. Sadece karşısındakinden saygı bekliyordu.”
Göçebe misali gelir eski özlemler, Aşındırır alışkanlığın zincirini; Uzun kış uykusundan tekrar Uyandırır içindeki vahşiyi."
“Bir kere yıkıldın mı sonun geldi demekti. Öyleyse hiç yıkılmamaya bakacaktı.”
“Sopa kimdeyse, kanun onun elindedir.”
Değişen şartlara uyumluydu, hepsi buydu ve bilinçsizce kendini yeni hayat tarzına uydurdu…
Bir kere düşmeye gör, sonun geliyordu. Madem öyle, asla yere düşmemeliydi.
Kelimelerin diliyle değil sevginin diliyle vermişti cevabını.
… tüm sıradan acılara karşı duyarsızlaştı."
Buck her şeyde bir değişmenin başladığını görüyordu."
Böylece hayatın kimi zaman nasıl başkalarının iradesine göre yön aldığının göstergesi olan o kadim şarkı Buck’ın sesinde dalgalanıyor ve Buck , gerçek benliğini buluyordu. Benliğini buluyordu çünkü insanoğlu Kuzeyde sarı bir maden bulmuştu ve çünkü Manuel , karısının ve kendisinin küçük kopyalarının ihtiyaçlarını karşılamaya ücreti yetmeyen bir bahçıvan yardımcısıydı.
Adil oyun diye bir şey yoktu. Bir kere yere düştün mü sonun geldi demekti. Eğer öyle ise, o da hiçbir zaman yere düşmeyecekti.
Dürüstlük sökmüyordu, bir kere yıkıldın mı, sonun geldi demekti. Öyleyse, hiç yıkılmamaya bakacaktı.
Sopa kimdeyse, yasa odur.
Sopa kimdeyse, kanun onun elindedir. Gönlü hoş edilmese bile, o boyun eğilmesi gereken bir efendidir, çünkü sopa onun elindedir.
O acımasız gösteriyi her seyredişinde aldığı ders hep aklına geliyordu: Sopa kimdeyse, kanun onun elindedir.
Vahşi hayatta bir sabır vardır, hayatın kendisi gibi yorulmak bilmez bir israrcılıkla bir şeyin peşini bırakmayan azimdir; örümceğin bitmek bilmez saatler boyunca ağının başında beklemesini, yılanın halka halinde çöreklenip oturmasını, panterin pusuda hareketsiz durmasını sağlayan şey, bu sebattır; tuhaftır ama o anda henüz canlı olan besinini avlamak için bütün canlılığıyla peşinde koşan avcı da sahiptir bu sabra; işte yürüyüşünü geciktirdiği, genç erkeklerini huzursuz ettiği, dişilerini yarı büyümüş yavruları için kaygılandırdığı ve yaralı liderini çaresiz bir öfkeye sürüklediği geyik sürüsüne yapıştığı anda, Buck’ın da içindeydi aynı sabır.
Ve Buck, acımasızdı. Sopanın ve dişin yasasını gayet iyi öğrenmişti. Yakaladığı üstünlükten asla vazgeçmez ve bir düşmanını sonu Ölüm olan yolculuğa çıkartmışsa işini asla yarım bırakmazdı. Spitz’den ve polis teşkilatıyla posta idaresinin en kavgacı köpeklerinden dersini almıştı; orta yolun olmadığını biliyordu. Ya o efendi olacaktı ya da biriler onun efendisi… Acımak, merhamet etmek, zayıflıktı. Vahşi hayatta merhamet diye bir şey yoktu. Merhamet, korku sanılırdı ve bu yanlış anlama, ölüm getirirdi. Ya sen öldürürsün da seni öldürürler, ya sen yersin ya da seni yerler; yasa buydu ve Zamanın derinliklerinden gelen bu buyruğa ya uydu Buck.
Vahşi hayatta bir sabır vardır, hayatın kendisi gibi yorulmak bilmez bir ısrarcılıkla bir şeyin peşini bırakmayan azimdir."
Buck’ın, kendisini büyük yapan bir özelliği vardı: hayal gücü. İçgüdüleriyle dövüşüyordu ama aynı zamanda aklını da katabiliyordu dalaşa.
Eski bir şarkıydı, soyun kendisi kadar eskiydi; gencecik bir dünyanın ilk şarkılarındandı ve şarkıların hüzünlü olduğu günlerden kalmaydı
Kelimelerin diliyle değil, sevginin diliyle vermişti cevabını.
Varoluşun zirvesini gösteren, hayatın artık daha fazla yükselemediği bir kendinden geçme hali vardır. Yaşamanın çelişkisi de odur ki kendinden geçme, esrime hali insan ancak en hayat doluyken ve insanın ancak hayatta olduğunu tamamen unutmasıyla gelir."
Merhamet ise sadece güçsüzlük belirtisiydi.
Merhamet, daha nazik iklimlere has bir şeydi.
Varoluşun zirvesini gösteren, hayatın artık daha fazla yükselemediği bir kendinden geçme hali vardır. Yaşamanın çelişkisi de odur ki bu kendinden geçme, esrime hali, insan ancak en hayat doluyken ve insanın ancak hayatta olduğunu tamamen unutmasıyla gelir.
Çok güzel bir ilkbahar havası sürüyordu. Ama ne hayvanlar ne de insanlar bunun farkındaydı.
Dayağın acısı artık hiçbir şey ifade etmiyordu.
Ama açlığın verdiği çılgınlık, onları korkunç, karşı konulmaz bir hale getiriyordu.
Keyif için çalmıyor, karnının gurultusunu bastırmak için çalıyordu.
Gördüğü günlerin sayısından ve içine çektiği nefeslerin toplamından çok daha yaşlıydı.
O da uzun uzun ve sessizce ona bakar, Buck’ın kalbi ışıl ışıl parlayan gözlerine nasıl yansıyorsa onun da gözlerinin parıltısı içini yansıtırdı.
Sevgiyi, hakiki, samimi, tutkulu sevgiyi tadıyordu ilk kez.
.. tüm sıradan acılara karşı duyarsızlaştı.
Yani yaptığı şeyleri, onları yapmamaktan daha kolay olduğu için yapıyordu.
Cevabı buydu; kelimelerin diliyle değil, sevginin diliyle vermişti cevabını.
Merhamet, daha yumuşak iklimlere özgü bir duyguydu.
Kaskatı kesilmişlerdi, acı çekiyorlardı; kasları sızlıyor, kemikleri sızlıyor, yürekleri sızlıyor ve bu yüzden dilleri keskinleşiyor, sabahları ilk, akşamları son sözleri hep kırıcı kelimeler oluyordu.
öyle ki öfkeleri perişanlıklarını bile geride bırakıyordu.
Ölüm, hareketin sona ermesiudi, yaşamaya devam edenlerin hayatından çıkmak demekti, bunu biliyordu. Bu durum onda bir boşluk, açlığa benzer ama sızım sızım sızlayan bir şeyler yiyerek dolduramadığı bir boşluk yaratmıştı.
Acımak, merhamet etmek, zayıflıktı. Vahşi hayatta merhamet diye birşey yoktu. Merhamet, korku sanılırdı ve buyanlış anlama, ölüm getirirdi. Ya sen öldürürsün ya da seni öldürürler, ya sen yersin ya da seni yerler; yasa buydu ve zamanın derinliklerinden gelen bu buyruğa uydu Buck.
Sürekli uyanık olmak şarttı çünkü buradaki köpekler ve insanlar, şehir köpeği veya insanı değillerdi. Yabaniydiler, sopanın ve dişin yasasından başka yasa tanımayan vahşilerdi.
“Affetmek daha yumuşak iklimlere özgüydü.”
…acımak daha yumuşak iklimlere özgü bir şeydi.
Bir kere düşmeye gör, sonun geliyordu. Madem öyle, asla yere düşmemeliydi.
O acımasız gösteriyi her seyredişinde aldığı ders hep aklına geliyordu: Sopa kimdeyse, kanun onun elindedir.
Sevgisini konuşarak değil davranışlarıyla gösterebiliyordu.
Bir aptalla onun aptalca davranışları arasına girmenin boşuna olacağını biliyordu; sonuçta iki ya da üç aptal eksik olsa, dünya yerinden oynamazdı.
John Thornton ölmüştü. Medeniyet ile arasındaki son bağ da kopmuştu. İnsanlar ve insanların yasaları artık onu bağlamıyordu.
Merhamet yanlış anlaşılır, korku sanılırdı ve böyle bir yanlış anlama ise ölüm demekti. Ya öleceksin, ya öldüreceksin. Kanun buydu.