İçeriğe geç

Tespih Taneleri Kitap Alıntıları – Mıgırdiç Margosyan

Mıgırdiç Margosyan kitaplarından Tespih Taneleri kitap alıntıları sizlerle…

Tespih Taneleri Kitap Alıntıları

Hançepek Karakolu’ndaki “polis emice”leri gördüğümüzde neden ürperirdik? Polis korkusunu henüz bir
parmak çocukken getirip yüreklerimize yerleştiren analarımız,
nenelerimiz bunu neden yaparlardı?
“Dünyada en güzel şey, yaşamağtır oğlım.”
Oysa okuyup “böyüg adam” olmak için beni buralara postalayan adamın hayatında hiçbir zaman okul zili
çalmamıştı…
Yıllar mı geçip gitmişti? Yoksa zaman mı eskimişti?
Tüm isteklerimizin, arzularımızın yerine gelmesinin ancak dualarımızla
gerçekleşebileceğini bildiğimiz için yapmalıydık…
Tren tekerleklerinin yeknesak tıkırtıları arasına sıkıştırdığı acı çocukluk anıları, sırtında bir ur gibi birikip geçmişe tanıklık eden bir kambura mı dönüşmüştü yoksa?
Biletimiz İstanbul’a kesilmişti…
Bi ana çocığıni hanki dille severse sevsın, heç ferk etmez. Anaların dili onların yüregının sesidır. Analar çocığlarını sessız de severler, onların boyına bosına bağhtığlarında yüregleri kıp kıp eder.
Bu Fransızlar da bir garipti doğrusu; her halde benim gibiler anlamasın diye dillerini mahsus şifrelemişlerdi. Yoksa “Sen Benua” dedikleri okulun adını ne diye ‘Saint Benoit’ olarak yazsınlardı ki?
Kadın, hafifçe çıkık elmacık kemiklerini yalayarak gözlüğünün camını matlaştıran yemek buharından kurtulmak için aceleyle yürüyüp masanın köşesindeki aliminyum nihale üzerine tencereyi yerleştirdiğinde bol salçalı kuru fasulyeyi görünce nasıl bayram etmezdik ki!
Beş ya da on kuruşumuzun, hatta delikli bir yüz paramızın da olmadığı zamanlarda yine Datlıci Şeğhmus Dayi’nin vitrininin önünde içeriyi seyredip yutkunurken, arada bir de olsa, Şeğhmus Dayi’nin oğullarından biri veya bazen Şeğhmus Dayi’nin kendisi bizleri sinek misali kovalamayıp, bir kâğıda doldurdukları börek kırıntılarını ya da boşalmış baklava veya kadayıf tepsilerinin ağdalı şerbetini bir ıspatulayla sıyırıp bizlere armağan olarak verdiklerinde Tanrı’mıza nasıl şükretmezdik ki!
Aslında burada o kadar dil birbirine karışmış ki içinden çıkılır gibi değil. Kürtler delaliyé min diyorlar, Zazalar delalye mo , Dacigler delalım , biz Ermeniler de delalis diyoruz. Her neyse anam beni böyle sever işte.
Bi ana çocıgıni hanki dille severse sevsin, heç fark etmez. Anaların dili onların yüregının sesidir. Analar çocığlarını sessız da severler, onların boyına bosına bağhtığlarında yüregleri kıp kıp eder.
Bu Fransızlar da bir garipti doğrusu herhalde benim gibiler anlamasın diye dillerini mahsus şifrelemişlerdi. Yoksa Sen Benua dedikleri okulun adını niye Saint Benoit olarak yazsınlardı ki?
Önüme gele gele grimsi,sarımsı bir bulamaç üstünde de birkaç parça kuşbaşı et! Çatalımın ucuyla tadına bakıyorum, bizim oralarda anamın sıkça yaptığı bebekenuç dediğimiz patlıcan ezmesi! Kendimi tutamaıp az daha ağzimdan kaçırıyorum:

Valla bu İstanbollilara helal olsın, bizim bebekenuci hünkara bıle begendırnişler!

On beş yaşıma kadar evde, sokakta, okulda, çarşıda konuştuğum bu ağzı üç beş ayda değiştiremezdim ki Türkçeyi İstanbul ağzıyla konuşmak benim için Ermenice, Fransızcanın yanı sıra üçüncü bir yabancı dil gibi geliyordu.
Aslında kağıtlara bakmadan da Hay mısın, Horom musun, Hırya mısın, ne olduğunu sanki yüzünden, konuşmandan anlarlar; ne de olsa sesimiz alçaktan çıkar.
Aslında babamın çektiğin çızği ile ortaokulda kulaklarımızı çeke çeke adeta eşek kulağına çeviren matematik hocamız Halil Turgut’un iki nokta arasındaki en kısa yol olarak öğrettiği düz çizgi ve nihayet benim çizgim bir türlü aynı noktada kesişmiyordu.
Nenem dedi ki, kapidan içeri girerken önce sağ ayağın at,sonra da üç defa içinden tekrar et:

Tak dedim tapayi şüşeye bastım, kara tavuği kapiya astım, peğhemberımızın mührıni öretmenin ağzına bastım

Bunu sölersen bılmedığın sorilari öretmen soramaz;çünki peğhemberin mühri öretmenin ağzıni kapatır, oni lal eder!

Her yeni gelen öğretmen adlarımızı sorduğunda utanıp sıkılarak, kızarıp bozararak, yutkunarak, adeta fısıldarcasına isimlerimizi söylerken; Ahmet, Mustafa, Ali, Hasan, Ayşe, Fatma, Zeynep yerine ilk kez duyduğu için Arisdages, Jirayr ya sa Mıgırdiç’i, Arusyag, Arşaluys veya Ardemis’i algılayamayan, bu nedenle de Nee, anlamadım, bir daha söyle söyle diyen öğretmenlerimize adlarımızı yüzümüz al al, avuçlarımız terleyerek, sanki suçluymuşuz gibi tekrarlarken, sıra arkadaşlarımızın kıkırdayıp gülmeleri, alaylı bakışları yüzünden ezilip kahrolurken( )
Boynumuzdan yafta gibi asılan, arada bir kulaklarımızın dibinde ansızın patlayıp yüreklerimizi burkan acısıyla Gavur , Fılla ya da Haço sözcüklerinde yıllar yılı mayalanıp gizlenmiş, içimizde yuva kurup çöreklenmiş bir alınganlıktan bir an önce kurtulmanın özlemiyle mi başlamıştı bu yolculuk serüvenimiz?
Diyarbekir dedığlari, meftuneyle şehriyeli bılğur pilavidır
yedığlariii, çoğh ğhoşıma gidiyor ‘cigerımın köşesi’
dedığlariii…”
“Kayseri dedığlari, basdırmayla sucuğtır yedığlariii, çoğh
ğhoşıma gidiyor ‘Nörüyon ağam?’ dedığlariii…”
“İstanbol dedığlari sütlaçla mehlebidır yedığlariii, çoğh
ğhoşıma gidiyor ‘Aşkolsun ayol!’ dedığlariii…
Bizim oralarda, bizim diyarlarda büyükler çocuklarını başkasına takdim ederken, oğlum ya da kızım demeyi nedense ayıp saydıkları için“kölen olır” deyip saygıda kusur etmezlerdi!
Ula Marko Polo ana gene bi şey mi isti, he.He he. Anam dedi ki get babana söle, zeytunyağı, çakıl ekmeği, alma, armut, fıstıklı çuklata alsın! Seni gidi Marko Polo seni. Akşam babam annemin istediği zeytin yağı ve çakıl ekmeğini getirmişti
İlkokuldan öğrendiğimiz matamatik kelimesinin yanlış olduğunu, aslında matematik şeklinde yazılıp telâffuz edilmesi gerektiğini, ikinci hecedeki ‘a’nın yerine ‘e’ demenin ne kadar önemli olduğunu ortaokul öğretmenimizin ensemize indirdiği sayısız tokatla öğreniyorduk
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Ferho’nun deliliği sadece kendineydi. Kimseye zararı dokunmayan, konuşurken kahkahalarıyla süslediği tekerlemeleri çoğunlukla anlaşılmadığı için bu hâline sadece gülünüp geçilen, iç dünyasında fırtınaların dindiği günlerde de sesi soluğu çıkmadan küçelerde yalnız başına gezerken çocukların ardı sıra tempo tuttukları orta yaşlı bir garip kadın
Aynı simidi paylaşmak daha güzel değil mi?
Anadilini yanlışsız, düzgün cümlelerle, imla hataları yapmadan yazabilmeyi bir onur meselesi yap!
Valla hakli degılsız. İşıze geldığında çocığlar konışmaz, sori sormaz, işıze gelmedıgında eseg kadar adamsan!
..çocuk yaşta merak ettiğiniz bir soruya ananızdan alacağınız bir cevap mutlaka vardır..
..dünyada en güzel şey yaşanmaktır.
Çalğhala yavrum yaz geldi,
Çarşiya kiraz geldi,
Aldım on beş paralığ
O da bahan az geldi..
Yıllar mı geçip girmişti? Yoksa zaman mı eskimişti ?
Diyarbakır’ın zemherisiyle dondurucu soğuk günleri bastırmadan, alçak damlarla sokaklar tamamen karla örtülüp saçaklardan buzlar henüz sarkmadan, Dicle’nin sığ kıyıları buz tutup tümüyle donmadan, Ermeni, Süryani, Keldani, Musevi, Türk, Kürt çocuklar kendi yaşıtlarıyla keyifle el ele verip mahalle aralarında yaptıkları kardan adamı yine hep beraber kartopuna tutup perişan etmeden, soğuktan donan ellerini ısıtmak için ordan burdan bulup buluşturdukları çerçöp, saman ve tezek parçalarını kuytu bir köşede, bir “örtme” altında güçbela yaktıkları ve adına “alav pilav” dedikleri ateşin etrafında Kızılderililer gibi ulaluuu ulaluuu ulaluluu dans edip tepiniyorlardı.
Yıllar mı geçip gitmişti? Yoksa zaman mı eskimişti? Diyarbakır’dan, doğduğum kentten çok uzaklarda, bir yabancı diyarda, İstanbul’da bir yetimhanede yine başımda tır tır tır gezinen bir berber makinesiyle önüme dökülen perçemlerimin ardından sessizce…
Ağlamak mı? Nasıl ağlayabilirdim ki! Üstelik berberim on bir, ya da on iki yaşlarında, ben ise on beşinde artık bıyığı terleyen bir delikanlıydım… Hayır, giden saçların ardından ağlamayacak, giden perçemlerin yerine babamın dondurma rüşvetine kanmayacak kadar büyümüş, kazık kadar olmuştum! Artık Berber Yakup’un koltuğunda bir tahta parçası üzerinde değil, bir tahta iskemlede ve ayaklarım yere basarak oturuyorken nasıl ağlayabilirdim ki!
“Yakup usta, kölen sahan getırdım, saçlarıni…”

“Serkis usta, sen heç merak etme, ben ona şimdi ele güzel bi okıl tıraşi yapacağam ki, paşa kimi olacağ…”

Babamın “kölen” dediği bendim. Bizim oralarda, bizim diyarlarda büyükler çocuklarını başkasına takdim ederken, oğlum ya da kızım demeyi nedense ayıp saydıkları için “kölen olır” deyip saygıda kusur etmezlerdi!

“Kaç yaşlarındaydık? Altı mı, yedi mi? Sekiz mi, dokuz mu? Kaç kişiydik, kaç arkadaştık? Dört mü, beş mi? Nereden nereye aklımıza esmiş, nereden nereye o sıcak yaz günü keşfe çıkmıştık!
“Hade ula, buz fabrikasına gidah, bahah hele buz nasıl yapıli…”
Buzdolabının adının bile Diyarbakır semalarında yankılanmadığı o yıllarda, bizler bir karış boyumuzla henüz “geda”, “çocığ” olduğumuz ya da “legod”, “it enügi” sayıldığımız o yaşlarda, daracık “küçe(sokak)”lerimizde oynayacak oyun bulamadığımızdan ötürü mü böylesine gizemli bir keşfe çıkmıştık? Yoksa Diyarbakır’ın cehennemi “yazı geldiğinde “bi kırtig(azıcık)” buz alabilmek için buzcu dükkânlarının önünde yaşlı, genç, kadın, kız, çoluk çocuk kıran kırana çekişirken, o bir parçacık buza kavuşmanın neredeyse en büyük mutluluk olduğuna inandığımızdan, onu, o dondurulmuş su parçasının kocaman bir kalıbının nasıl, hangi yöntemlerle yapıldığını görmenin en büyük keşif olduğunu mu sanıyorduk ne!
Diyarbakır garının tam orta yerinde yolculara tepeden bakan yuvarlak, kocaman, Roma rakamlı ve bir dakikalık hamlelerle tık diyerek yürüyen saatin yelkovanı başını alıp tık tık tık gittiği ve hareket saati çoktan gelip geçtiği halde, hareket memuru kara trene yol vermemek için neden bu kadar direniyordu?
Gecenin karanlığını tepesindeki yuvarlak, parlak ışıkla bölerek ve gecikmiş olmanın “telaşıyla uzaktan ıslık çala çala gelen Kurtalan Ekspresi’nin gara girmesiyle, hareket memurunun üç kez öten tiz düdüğü ve onu sanki alay edercesine izleyen kara trenin keskin, acı ıslığı demir tekerlekleri harekete geçirirken arkamızdan el ve mendil, “marhama” sallayanların boğuk hıçkırıklarına gözyaşları mı karışıyordu ne!
Biletimiz İstanbul’a kesilmişti…
Şişli’deki Karagözyan Ermeni Yetimhanesi…
Neden buradaydık? Yetim olmadığımız halde evimizden, köyümüzden, kentimizden yüzlerce kilometre uzaklıktaki İstanbul’da,bu yetimhanede işimiz neydi? Kendi evimizde, kendi ocağımızda, ana kucağında yiyecek bir lokma aşımız, içecek bir tas kuyu suyumuz kalmadığı için mi buralara apar topar postalanmıştık?
İki gün iki gecelik kara tren yolculuğunun ardından, adını sanını kitaplarda, mecmualarda okuduğumuz, camilerini, çeşmelerini gözler önüne seren renkli, siyah beyaz çeşitli manzaralarını genellikle yöremizdeki berber dükkânlarının duvarlarına kimisi özenle çerçevelenip asılmış, kimisi çirişle ya da zamkla yapıştırılmış resimlerden görüp hayranlıkla seyrettiğimiz bu koca kentte acaba hangi karanlık serüvenin başlangıcındaydık?
Neyse, diyecağım o ki, yedi tene çoçığ bu dükenden kazandığımız paradan benim hisseme düşen yarısilan yeyi, içi, oğhi, gene de durımımdan şikyatçi degılem. Ne de olsa bız Kafle çocığiyığh, buna da şükır!
Çocığların istığbali her zaman analarının, babalarının dizının dibınde, gözının ögınde degıldır ha!
Erkekler hamamı Çocukluktan delikanlılığa tırmanmanın ilk basamağı mıydı acaba? Elimi avucunda sımsıkı kavrayan babamla birlikte sabahın kör karanlığında Paşa Hamamı’na yönelirken geride bıraktığım çocukluğum muydu?
Garod ,Özlem
Edebiyatımız özlem şiirleriyle doluydu ; hikayelerimizde , romanlarımızda özlem işleniyordu;
müzikte başı çeken genellikle keder, hüzün bitip tükenmeyen özlem duygusuydu . Özlem şairin kaleminde şiire , aşığın kemençesinde ezgiye dönüşüp kulaklarda çınlıyordu .

Ermeni halkı elinde olmadan düştüğü göç yollarında , geride bırakıp gittiği ellerden hep bir haber kırıntısı bekliyordu , tıpkı kendisi gibi göç yollarında kanat çırpan turnadan

“Nereden geliyorsun , kul olayım sesine turna,
Bizim diyarlardan bir haber yok mu turna?”

“Bir ana çocığıni hangi dille severse sevsın heç ferk etmez. Anaların dili onların yüregının sesidir . Analar çocığlarıni sessiz de severler , onların boyına bosına bağhtığlarında yüregleri kıp kıp eder .”
“Çünkü unutmayalım ki imanla , inançla çıkılan her yolun sonu aydınlık olur .”
“Eşşeg bile kışın çamura saplanmışsa, yazın ordan geçerken yolıni degiştırır.”
dünyada en güzel şey yaşanmaktır .
“Keşifler ve icadlar ilk karşılaştığımız o günlerde kafama gelip takılan soru ” Bu icadları bu keşifleri yapanların ismi niye Ahmet , Mehmet , Hasan değil?
Edison , Pastör , Colombo, Macellan, Arşiment gibi değışığ ecayip isimler?
Kafamın yamukluğuna bakıp benim ileride “ehmekın biri olacağımı söyleyen ebem Kure Mama ya rağmen ben yine de “ehmak “ kategorisindeki beynimle sorumun yanıtını verip kesin bir neticeye varıyordum :
“Demağ ki, insanların adları değışığ olursa onlar gunın birinde muhekkak bi icad ya da keşif yapilar!
Madem ki benim ismim Mustafa Musa Muharrem Metin değil , demağ ki ben de bir icad yapacağam allahvekil ”
“Bizim orda kiliseler de bedenlerde kimi taştandır ; onın içün ele kolay kolay kökinden yığhılmi “
Fisyakaya
Eşsiz manzarasıyla büyülenmek , kanatlanıp uçmak isteyenlerin yanı sıra , yaşam kavgasında şu veya bu nedenle tökezleyen ,bunalıp yenik düşen , dertlerine bir türlü derman bulamayan ve son çare olarak perişan bedenlerini aşağıdaki sivri kayaların kucağına bir gülle gibi bırakanların mekanı
“Yıllar mı geçip gitmişti ? Yoksa zaman mı eskimişti ?”
“Şimdi oğhımağ zamanıdır oğlum oğhımağ ”
Diyarbakır’dan yola çıktığımız akşam trenin hareketinden hemen önce babamın kulaklarıma küpe niyetine söylediği son cümlesi bu muydu?
Henüz dört yaşındayken doğduğu köyü Haredan’dan
Tehcir edilen, “Kafle “ ye çıkıp tesadüfen sağ kalan , ömrü boyunca hiçbir okulda okuma fırsatı bulamadığı için ileride okuma yazma kurslarına katılıp “şahadetname “ dediği diplomasını büyük bir keyifle duvara astıktan sonra , artık ceketinin cebinden eksik etmediği en az iki adet günlük gazetenin yanı sıra bir de ordan burdan bulup buluşturduğu kitapları okudukça “ dünyada en mühim şey oğhımağtır” düsturunu benimseyen adam
Diran, en küçüg kardaşım anamın kucağında meme emidi, obır kardaşım Bedrus anamın etegıni tutidi, ben onlardan böyügtüm. Anama ‘Mama, dzarav im’* diyidım su istidım, o da bahan ‘Tukıt gılle’* diyiydi, ben de anamın sözıni dinlidım, tükürıgımi yutidim ki susızlığım geçsın
Erkekler hamamı Çocukluktan delikanlılığa tırmanmanın ilk basamağı mıydı acaba? Elimi avucunda sımsıkı kavrayan babamla birlikte sabahın kör karanlığında Paşa Hamamı’na yönelirken geride bıraktığım çocukluğum muydu? Erkekler hamamına gittiğime göre artık ben de babam gibi uzun pantolon mu giyecektim? Anamın arada bir beni kucağına alıp masal niyetine anlattığı, her defasında severek dinlediğim o hikayenin üzerinden daha kaç yıl geçmişti ki!
Keşifler ve icatlarla ilk karşılaştığımız o günlerde kafama gelip takılan soru Bu icadlari, bu keşıfleri yapanların ismi niye Ahmet, Mehmet, Hasan degıl? Niye Edison, Pastör, Colombo, Macellan, Arşimet gibi degışığ, ecayib isimler?
Kafamın yamukluğuna bakıp benim ileride ‘ehmakın biri’ olacağımı söyleyen ebem Kure Mama’ya rağmen, ben yine de ehmak kategorisindeki beynimle sorumun yanıtını verip kesin bir neticeye varıyordum:
Demağ ki, insanların adları degışığ olırsa, onlar günın birinde muhekkak bi icad ya da keşıf yapilar! Madam ki benım ismım Mustafa, Musa, Muharrem, Metin degıl, demağ ki ben de bi icad yapacağam allahvekil
Yıllar mı geçip gitmişti? Yoksa zaman mı eskimişti?
Bi de tutmişlar bu oğlani başımıza berber etmişler. Ula bu oğlan burnının ögıni görmi, şaşonun tekidır. Saçımızi kesecağ diye başka bi terefımızi kesmiye!
..seruvene yolculuk
Bi ana çocığıni hanki dille severse sevsın, heç ferk etmez. Anaların dili onların yüregının sesidir. Analar çocığlarinı sessiz de severler, onlarin boyına bosına bağhtığlarında yüregleri kıp kıp eder.
Garod, özlem
Edebiyatımız özlem şiirleriyle doluydu; hikayelerimizde, romanlarımızda özlem işleniyordu; müzikte başı çeken genellikle keder, hüzün, bitip tükenmeyen özlem duygusuydu. Özlem, şairin kaleminde şiire, aşığın kemençesinde ezgiye dönüşüp kulaklarda çınlıyordu:
Gırıng, usdi gu kas, dzara yem tzaynit,
Gırung, mer aşğharhen ğhabrig mı çunis?

Ermeni halkı elinde olmadan düştüğü göç yollarında, geride bırakıp gittiği ellerden hep bir haber, hep bir haber kırıntısı bekliyordu; tıpkı kendisi gibi göç yollarında kanat çırpan turnadan Nereden geliyorsun, kul olayım sesine turna,
Bizim diyarlardan bir haber yok mu turna?

Valla bu İstanbollilara helal olsın, bızım bebekenuci hünkara bıle begendırmişler!
Babamın anası Saro nenem doğup büyüdüğü Piran’ın dağlık, sarp köylerinden, Heredan’dan tam da buğday başaklarının sararıp biçilmeye başlanacağı günlerde, ineğini sağıp tandır ekmeğini pişirmeye hazırlanırken, biri memede, diğeri eteğinde, beş çocuğuyla kendisini ansızın Kafle yollarında bulmuştu.
çünkü unutmayalım ki imanla, inançla çıkılan her yolun sonu aydınlik olur
Seferberlik yıllarında, Tehcir’de ölenlerden geride kalanların dünyanın dört bir bucağına dagılmasıyla Ermeniler arasında maalesef bir kopukluk oldu. Nitekim İstanbul’daki Ermenilerle sizin gibi Anadolu’nun bir köşesinde yaşayanlar arasında da bir kopukluk olduysa suç kimde? Böyle bir suç şayet var ise, bu İstanbullu Ermenilerde mi, yoksa Ankara’da, Kastamonu’da, Sivas, Amasya, Kayseri, Diyarbakır, Harput veya Hatay’da, velhasıl Anadolu’nun muhtelif şehir, kasaba ve köylerinde yaşayan diğer biraderlerimizde mi? Bence ne onlarda ne de öbürlerinde!
Kendisi gibi henüz küçük yaşlarda, henuz ana kucağindayken köylerinden çıkarilip tehcir edilen yaşıtlarının kimisi hastalıktan, kimisi açlıktan veya sefaletten ölürken, kimisi de yol boyunca şu veya bu köyün civarından, şu veya bu dağın eteginden, vadilerden kafle ler halinde hangi meçhule doğru yürüdüklerini bilmezken, kimi insanlar tarafindan sahiplenilip evlat edinilen, yaşamlarinın bu bölümunu bu kez de hiç tanımadıkları, hic bilmedikleri bu yeni ana ve babalar sayesinde sürdurürken, terk ettikleri diyarlardan, Bakırmaden’den, Pertek’ten, Harput’tan, Muş, Bitlis, Erzincan, Sivas, Tokat, Erzurum’dan, Konya, Afyonkarahisar, Kutahya, Bursa, İzmit, Tekirdağ’dan, Urfa, Antep, Maraş’tan, Diyarbakır’dan, Malatya’dan, Arapkir’den yollara düşüp Arap çöllerine, Der Zor’a doğru gidenlerin hasbelkader kılıç artığı olarak sağda solda, orda burda kimi kaza veya bucaklarda, nahiye ya da köylerde kaldıkları için çoğunlukla ilk meslekleri çobanlık olan bu Fılla uşağları , daha sonraları hayat denen ince uzun yolun bir noktasinda nasıl ve nedenini kendilerinin de bilmediği yepyeni koşullarda kimisi palanci, kimisi yemenici, kimisi demirci, nalbant, kalaycı, sobacı, marangoz, dokumaci, taşçı, terzi veya kuyumcu olarak birer meslek sahibi olup çoğunlukla küçük yaşta kaybettikleri için babalarını tanımazken, yine de irsi bir hastalık gibi babalarının, dedelerinin mesleklerini onların bıraktığı yerden sürdürüp yaşamlarına böylece devam ederken, aynı veya benzer koşullarda dört yaşında Tehcir’e çıkan babam, nereden nereye bu işe, bu mesleğe yönelmişti?
Kendisi henüz dört yaşındayken köyunden sürülmekle başlayan ve anasız, babasız, kardeşsiz, bin bir çile ve eziyetle sürüp giden yaşam kavgasında ‘cahil’ kalmanın acısını, oğlunu okutup ‘büyük adam’ yapma hırsıyla çözmeye, böylece tariğh ten bu yolla hisap sorarak öcünü mü almaya çalışıyordu?
Karyolada yatmak yoksa bir rüya mıydı? Tek kişilik bir karyola Yalnız sana, kendine ait bir yatak Sahi, karyolada nasıl yatılırdı? Uyurken sağdan sola, ya da soldan sağa dönerken pat diye yere düşülür müydü? Yere düşmemenin yolu yordamı, bir püf noktası var mıydı?
“Sen simit sevmez misin yoksa Zulal?”
“Yoo, nereden çıkardın bunu?”
“Ne bileyim, iki tane alayım dedim, istemedin, bir tane ikimize de yeter dedin de ”
“Aynı simidi paylaşmak daha güzel değil mi!”
Anadilini imla hataları yapmadan yazmayı onur meselesi yap!
Bızım orda kiliseler de bedenler kimi taştandır; onın içün ele kolay kolay kökınden yığhılmi
Eşeg bıle kışın çamura saplanmişsa, yazın ordan geçerken yolıni degıştırır
Şimdi oğhımağ zamanidır oğlım, oğhımağ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir