İçeriğe geç

Tesadüfte Mükemmellik Kitap Alıntıları – Rıfat Toktaş

Rıfat Toktaş kitaplarından Tesadüfte Mükemmellik kitap alıntıları sizlerle…

Tesadüfte Mükemmellik Kitap Alıntıları

Göz, öylesine muhteşem bir organ ki, en gelişmiş optik cihazlarla mukayese edilemeyecek kadar farklı ve üstün meziyetlere sahiptir. Çünkü canlıdır. Bakışlardaki derin, samimi ve anlamlı duyguları hiçbir alet yansıtamaz. Göz her bakışına bir anlam, bir serzeniş, bir if’ade katar, sır saklayamaz, yalanı dolanı gizleyemez, riyakarlık yapamaz. Böyle mucizevi bir organa sahip olmak, yaratıcının biz kullarına ikramıdır. İkramın karşılığı şükürdür. Şükrün karşılığı ise tefekkür, yani düşünmektir. En büyük ibadet ise tefekkürdür. En hakiki tefekkür ise, ilahi kudrete, azamet ve hükümranlığına teslimiyettir. İbadetler, sadece birtakım bedeni hareketlerle yapılan eylemler olarak düşünülmemeli.
İnsanoğlu tarafından icat edilen fotoğraf makineleri, gözün çalışma yapısından esinlenerek yapılmış aletlerdir. En hassas kameralar ve optik cihazlar, gözün yanında ilkel kalır. İnsan yapısı olan hiçbir alet, gözün yapısı kadar kusursuz değildir. Gözün saniyeler içerisinde otomatik olarak yaptığı milyonlarca işlemi, hiçbir bilgisayar yapamaz. Böyle muazzam bir organda, tasarım hatası var demek hiçbir bilimsel gerçekliğe uymaz.
Gözde tasarım hatası var demek, bilimsel gerçeklere uymaz. Bırakın tasarım hatasını, Neden iki gözümüz ya da iki kulağımız var? diye düşündünüz mü?
İşte cevabı: Görülen bir cisimden çıkan ışık huzmeleri veya bir kaynaktan gelen ses dalgaları, iki gözümüzde ve iki kulağımızda hafifçe birbirinden farklı algılamalara sebep olmaktadır. Şöyle ki sağ gözümüz bir cismin biraz sağını, sol gözümüz de biraz solunu görür. Sağ kulağımızla sol kulağımızın bir ses kaynağına olan uzaklıkları ise, bu kulaklara kafa üzerindeki konumu nedeniyle, birbirinden farklı olduğu için, o kaynaktan çıkan ses dalgaları bir kulağımıza diğerinden farklı zamanda varacaktır. İşte görme ve işitme duyumlarının başımızın iki tarafındaki duyu organlarında hasıl ettiği bu küçük fark, görülen ve işitilen objenin yerini ve uzaklığını bize belirtir.
Her duyu organı gibi, gözlerimizin de görme kapasitesi sınırlıdır. Bu bir tasarım hatası değil, yaratıcının bize takdir ettiği orandır.
Şimdi naçizane olarak soruyorum, ‘Bakteri ve virüs gibi çok küçük mikroorganizmaları ya da çok uzaklardaki nesneleri çıplak gözle görememek tasarım hatası mı?’ Eğer tasarım hatasıysa, buyurun bütün teknolojik imkanlarınızı seferber edin, yeni bir göz yapın demiyorum, mevcut göz üzerinde birtakım operasyonlar yaparak, gözlerimizin mikroskop veya benzeri bir mercek kullanmadan her şeyi görmesine olanak sağlayın.
Cenab-ı Hakk’ın OL emriyle tüm zürriyet var olmuşsa, her varlık ve her oluşum, daha işin başından itibaren hem kusursuz hem de güzeldir.
Darwin’e göre canlılarda rastgele meydana gelen değişiklikler, farklı canlı türlerinin ortaya çıkmasını sağlamış, sağlam ve dayanıklı olanlar hayatlarını devam ettirerek bu özelliklerini genetik olarak sonraki nesillere aktarmış, zayıf dayanıksız olanlar tabii seleksiyona uğrayarak yok olup gitmişlerdir. Diyelim ki var olan canlılar, mutasyonlarla birtakım değişikliklere uğradılar ve güçlü olanlar tabii seleksiyon sonucu ayakta kaldı ve hayat devam etti. Bu varsayımları bizler, var olan yani mevcut canlılar üzerinde yaptık. Peki milyonlarca çeşit canlı popülasyonu yoktan nasıl var oldu? Bu çeşitlilikteki canlı topluluğu ilk defa ne zaman ortaya çıktı? Bir başka deyişle hayat nasıl ve ne zaman başladı? Evrimciler, bu tür soruları dikkate değer görmezler. Onlara göre madde ezelden beri vardı ve madde sadece mimarisini değiştirerek ebediyete kadar yolculuğunu devam ettirmekteydi.
Gelin tesadüfler üzerine biraz egzersiz yapalım. Elimize bir karton parçası alalım ve üzerine 1’den 10’a kadar yazılmış numaralar verelim. Numara verdiğimiz kartonu eşit parçalar halinde kesip bir torbanın içine atalım. Torbayı karıştırıp, rastgele bir numara çekelim. Bu torbadan 1 rakamı yazılı karton parçasını çekme ihtimali hesaplamaya çalışalım. Bu ihtimal 10’da birdir. 1 ve 2 rakamlarını arka arkaya çekme ihtimalimiz ise 100’de birdir. 1-2-3 rakamlarını arka arkaya çekme ihtimalimize gelince bu rakam 1000’de bir olur. Şimdi olayı biraz daha zorlaştıralım. Bu sefer 1’den 10’a kadar olan rakamları şaşırmadan arka arkaya çekme ihtimalini deneyelim. Şansımız ne olabilir dersiniz? İhtimal yükseldi 10 üzeri 10 oldu. Yani karşımıza 10 milyarda bir gibi bir ihtimal çıktı. Rakamların sayısını artırmaya devam edelim. Alfabemizde kaç harf var? 29. Bu harfleri ihtiva eden bir daktilonun başına bir maymun oturtup, daktilonun tuşlarına rastgele vurmasını ve HAYAT TESADÜFEN OLUŞTU denilen 20 harften oluşan cümleyi hatasız yazma ihtimalini hesaplamaya çalışalım. Sizce bu ihtimal kaç olur? Bunu hesaplamak için 29 rakamını 20 defa kendisiyle çarpmamız gerekir. Bu şu anlama gelir. Kainatın yaratılışından itibaren 14 milyar yıl aralıksız, her saniye daktilo tuşlarına vuran bir maymunun, Hayat tesadüfen oluştu. cümlesini yazma ihtimali sıfıra yakın bir ihtimal demektir.
Hacc suresi 73: Ey insanlar! (Size) bir örnek verildi. Şimdi ona iyi kulak verin. Haberiniz olsun ki, sizin Allah’tan başka taptıklarınız bir sinek dahi yaratamazlar. Hepsi onun için toplansalar bile.
Evrimciler, canlılığın cansız maddelerden oluştuğunu iddia ederler. Oysa evrim; bilimselliği tescillenmiş bir teori değildir. Bazı bilim adamları, evrim denilen bir saçmalığı hala insanlara empoze etmenin peşindeler. Dolayısıyla böyle bir teori peşinde bilim adına koşmak, zihinleri bulandırmaktan başka bir işe yaramaz. Zaten evrimin temelinde inançsızlık yatar. Yani yaratılma olayı yoktur.
Histonlar gibi, kromozomlarda yer alan kromatin proteinleri DNA’yı sıkıştırır ve organize ederler. Bahsedilen bu sıkışık ve karmaşık yapılar, proteinler ile DNA arasındaki etkileşimleri düzenler ve DNA’nın hangi bölümlerinin okunacağını kontrol ederler.
DNA’daki bilgi, bu işlem esnasında başka bir nükleik asit olan RNA’ya kopyalanmaktadır. (transkripsiyon)
Hücrenin en hayati organeli DNA’dır. DNA’nın keşfi bilim dünyasının en önemli olaylarından biridir. İnsanın kaderine hükmeden tüm özellikler burada kodlanmıştır. Kişinin boyutundan tutun, kilosuna, tez ve göz rengine, saç seklinden parmak izlerine, sesine kadar tüm özellikler DNA’da bilgi olarak mevcuttur. Dolayısıyla parmak ucundaki bir hücreden tıpa tıp tekrar yaratılmak mümkündür.
Kıyamet Suresi 4 : Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.
İçgüdüsel diyerek işin içinden çıkmak kolaycılığa kaçmaktır. Nedir bu içgüdü? Dayatma mı, belletme mi yoksa kendi kendine kazanılan bir edinim mi?
Modern yaşamda bu kazanımlar, içgüdüsel davranışlar olarak tarif edilir. İyi de bu içgüdüsel davranışlar neyin nesi, bunun için özel bir eğitim gerekmez mi?
Evrimcilerin kendi kendine oluştuklarına inandıkları canlı dünyası bu özellikleri nasıl kazandı? Canlı, şuursuz, bilgisiz, bilinçsiz, ruhsuz bir madde nasıl oluyor da tesadüfen şuurlu bir canlı haline dönüşebiliyor? Yetmiyor, ruhsal duygulara bürünüyor.
Ses sadece gırtlakta oluşan bir işlev değil. Sesin oluşumunda rol oynayan önemli oranda bir çok organı sayabiliriz; akciğerler, diyafram, gırtlak, ses telleri, ağız, burun ve boğaz boşlukları, sinüsler, sert ve yumuşak damaklar, dişler, dil, dudaklar ve çene kolektif bir iş birliği yaparak, sesin oluşumunda önemli bir görev üstlenir.
Mucize mi arıyorsunuz? Çifter çifter yaratılan canlılara bakmak yeter.
Zariyat Suresi 49: Hem her şeyden iki çift yarattık ki, düşünesiniz.
Deri hücreleri her 27 günde bir yenilenir.
Hastalıkların %90’dan fazlası stres yüzünden oluşur ya da hızlanır. Stres depresyon, yüksek tansiyon ve kalp rahatsızlığı riskini artırır.
Bütün bebeklerin gözü, doğduğunda melanin den dolayı mavidir. Zaman içinde asıl olması gereken renge dönüşür.
İnsan vücudu inanılmaz derecede kendini yenileyen bir organizmadır. Kan bağışladığımızda 3,5 trilyon civarında kırmızı kan hücresi (eritrosit) kaybederiz. Ancak kısa sürede vücut kendini toparlar.
İnsan beyninin depolayabileceği bilgi miktarı Meydan Larousse’tan beş kat fazladır. Bu kapasitenin 3 ile 1000 terabayt arasında olduğu düşünülüyor. 900 yıllık İngiliz tarih arşivinin 70 terabayt olduğu düşünüldüğünde inanılmaz bir kapasitenin olduğu görülür.
Eğer arılar olmasaydı bitkilerde döllenme olmayacak, bu da insanlığın sonu anlamına gelecekti. Zaman zaman uzmanlar tarafından arı neslinin tükenme tehlikesinden bahsedilir. Merak etmeyin arı nesli tükenmez, çünkü tesadüfler sonucu burada değiliz. Bizi her an gören, gözeten arzın ve arşın sahibi olan bir güç var. O güç varsa, korkmaya gerek yok.
Gülmek için 17 adeleye ihtiyaç duyarız, surat asmak için ise 43! Tebessümle selam vermek, dinimize göre sadaka sayılır. Az emekle kolay yoldan sevap kazanmak varken, organlarımız günah kazanmak için habire gayret sarf ediyor.
Ya ağız içerisinde sırma gibi dizilmiş dişlere ne diyeceksiniz, yokluğunda besinler ne ile öğütülecekti?
Tat alma organımız olan dil, dünyanın tadını, tuzunu ve hazzını almaya ayarlı bir manifold gibi görev yapar. Dilin önemini anlamak için şöyle bir deney yapalım. Örneğin elimizi açıp avuç içine biraz tuz, biraz acı, biraz ekşi, biraz baharat veya tatlı gibi nesnelerden koyalım. Elimiz bu nesnelerle haşır neşir olduğunda ne hissederdi? Hiçbir şey! Ağza alınan her bir lokmanın tadının anlaşılabilmesi için o lokmanın tükürükle teması gerekir. Beş on santim boyutundaki bu organımız olmasaydı, dünyanın tadından, tuzundan haberimiz olmayacaktı. Ne kadar değerli bir organa sahip olduğumuzun farkında mıyız?
Yine insan midesi iki haftada bir iç zarını yenilemek zorundadır, aksi halde kendi kendini sindirirdi.
Seneler süren tıp eğitimi ve araştırma laboratuvarları insan vücudunda bulunan 100 trilyon hücreden sadece bir tanesindeki olağanüstü işleyişi anlamakta neden bu kadar acizler?
Yüce yaratıcı insanı ne kadar kusursuz yaratmış.
Mesela gözlerimiz şu andaki olağan büyüklüğünde değil de portakal iriliğinde, ya da kulaklarımız şu haliyle değil de tavşankulağı gibi uzun olsa ne olurdu? Diğer taraftan son derece kibar ve ideal büyüklükte olan ellerimiz, kürek gibi büyük ve yayvan halde yere değecek kadar uzun olsa ne olurdu? Keza bacaklarımız normalin beş katı daha kısa olsaydı veya başımız şu andaki halinden üç kat büyük veya tam tersi armut kadar küçük olsaydı vücudumuz ile nasıl bir tezat oluştururdu, bir düşünün.
Düşünüyorum, varım. O halde beni yaratan bir güç olmalı.
Kullandığımız modern aletlerin hiçbiri şüphesiz ki en gelişmiş haliyle icat edilip önümüze gelmedi. Örneğin eski model bir arabayı veya cep telefonunu yenisiyle mukayese ettiğinizde, eskilerin ne kadar demode olduklarını görürsünüz. Her alet doğal olarak başlangıçta basit yapılır ve zaman içinde çeşitli ilavelerle en gelişmiş haline ulaşır. Çünkü insan, her ayrıntıyı daha işin başında en modern haliyle devreye sokacak kadar pratik düşünemeyebilir. Çünkü her yeni model bir öncekinin gelişmişidir ve ondan esinlenerek aşama aşama daha üst modellere geçilir. Peki örneksiz ve modelsiz olarak bu kadar mükemmel ve dakik çalışan kainat saatinin mucidi acaba kim?
Bazı bilim adamlarının yeryüzünde hayatın nasıl başladığı konusundaki hipotezleri şöyle: Hayat; evrenin başka yerlerinden dünyaya toz parçacıkları ya da göktaşları üzerindeki bakteri sporlarıyla gelmiştir. Bu varsayım, bakteri sporlarının evrenin elverişsiz şartlarına dirençli olmalarını gerekli kılar. Oysa evrenin yüksek radyasyon, aşırı sıcak ve soğuk şartları bu sporlara yaşama şansı tanımaz.
Bilim; 20. asırda maddenin bir başlangıç halinin olduğunu kabul etmiş durumda. Peki dünyadaki canlı yaşam, ilk olarak nasıl başladı? Basit organizmalar halinde mi yoksa bugünkü mevcut biçimleri halinde mi? Evrimciler canlı varlıklardaki ilk oluşum şeklini basitten mükemmelliğe doğru giden bir süreç şeklinde benimserler. Bu görüşe göre, yerde yaşamaya mahkum olan bir sürüngenin, o şartlara adapte olmuş organları, evrimleşme sonucu gelişecek kanatlara dönüşecek ve havada uçan bir kuş haline gelecek. Böyle bir varsayım doğru olabilir mi? Evrimcilere göre olabilir. Peki gerçek öyle mi? Örneğin, bir milyon yıl öncesinin bal arıları için, o gün süt veriyorlardı, sonra süt vermekten vazgeçip bugün bal vermeye başladılar desek, ne kadar doğru bir yaklaşım sergilemiş oluruz? Oysa arı, o gün hangi fizyolojik özelliğe ve donanıma sahipse bugün de aynı özelliklere sahip.
İnsanoğlu şöyle düşünüyor, (haşa) O nereden geldi? Aynı soruyu kendisine sormuyor. Ben kimim ve nereden geldim? Bu sorulara cevap vermekte ne kadar başarılı? Kendi varlığından haberi olmayan bir zihin, kendinden daha güçlü ve haşmetli bir güç karşısında nasıl bir yargılamada bulunabilir?
Genel algı; her canlı varlık doğacak, büyüyecek, gelişecek, kendine benzer yavrular meydana getirecek, yaşlanacak ve yok olup gidecek. Kurgu böyle. Beynimiz bu ihtimalin dışında gelişen hiçbir eyleme sıcak bakmıyor, bakmadığı için de varlığı ve sürekliliği kabullenemiyor. İlk hali, ilk oluşumu, ilk başlangıcı birinci neden olarak düşünüyor ve yanılgı böyle başlıyor. İlk; nasıldı, neden başladı, ne zaman başladı gibi sorulara cevap veremiyor. Zihin, şuna inanmakta zorlanıyor; Yaratıcının ilk halinin olmadığı, olamayacağı gerçeği.
Bu noktada materyalistler şöyle bir tez ileri sürüyorlar: Var olan bir nesnenin varlığı başka bir varlığın eseriyse, (haşa) Allah neden kural dışı? Elbette ki kural dışı olmalıdır. Kural dışı olmaması, onun varlığının başka varlığa bağımlı olması demek olurdu ki öyle bir varlık zaten ilah olamaz. Çünkü O var olmadı, hep vardı.
Lokman Suresi 25: Yemin olsun ki sorsan onlara: O gökleri ve yeri kim yarattı? Muhakkak elbet ‘Allah’ diyecekler. Allah’a hamd olsun, de. Fakat pek çokları bilmezler.
Tesadüfler sonucu oluşan hücrelerdeki kalıtımsal bilgilerin, hatasız olarak yenilenen hücrelere aktarılması kör tesadüfün işi değil. Bir bilene, üstün bir planlayıcıya ihtiyaç var.
Asıl önemlisi de iskelet sistemini, iç organlar dediğimiz kalp, beyin, mide, karaciğer, akciğer, böbrek vs. gibi hayati değerdeki organları muhafaza etme esasına göre biçimlendirmiş. Bu organların uyumlu ve koordineli çalışmasıyla, hayati faaliyetlerde muazzam bir işleyiş hüküm sürer. Şüphesiz bu işleyişteki en önemli olay, organların inşa ve imarında o işi çok iyi bilen bir mimarın var olması gerçeğidir.
Görmek, duymak, hissetmek ve de düşünmek Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimettir. Allah bizi gören, duyan, hisseden kullarından eylesin.
Gören gözlerimiz, duyan kulaklarımız, düşünen bir beynimiz var. Ne acıdır ki baktığımız halde görmüyoruz, kulaklarımız var duymuyoruz, beynimiz var düşünmüyoruz. Ağaca, kuşa, böceğe, çiçeğe, bozkıra, yeşile, denize, gökyüzüne, hasılı güzel olan her şeye bakıyoruz ama görmekten uzağız.
Meğer bakan gözler,
Görmeyen gözlere dönüşmüş.
Kara gözler, karanlığa bürünmüş.
Toprağın mayası başka, çamuru başka, ürünü başka
Güneşin doğuşu başka, batışı başka, ışığı başka
Bulutların duruşu başka,gölgesi başka,geçişi başka
Şimşeklerin çakışı başka,gürültüsü başka,kopuşu başka
Suyun içimi başka, akışı başka, damlası başka
Yağmurun yağması başka, karı başka, dolusu başka
Ağacın çekirdeği başka,çiçeği başka,meyvesi başka
Çiçeğin tohumu başka, açışı başka, kokusu başka
Mevsimlerin yazı başka, kışı başka, baharı başka
Saffat Suresi 6: Biz en yakın göğü zinetlerle, yıldızlarla donattık.
Hiçlikten varlığa, ışığa, aydınlığa, zamana, maddeye akan muhteşem bir doğuş! İyi ki varız!
Kainatta var olan her maddenin mevcudiyeti için birçok sebepler varken, koca alem oyuncak olsun diye yaratılmadı herhalde.
Sadece aşk, cazibe alemin dengesinde,
Ay, Güneş, Dünya dua yörüngesinde.
Koca evrende kaos yaratacak tesadüflere asla müsaade edilmemiş, her şey hesaplı, her hareket bağlantılı ve planlı, her hız ve zaman ayarlıydı.
Ünlü bir astrofizikçi ve kozmolog olan Fred Hoyle, kariyerinin başlarında ateistti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, nükleer çekirdeğinin yapısını inceleyen Hoyle, karbon çekirdeğinde o güne kadar keşfedilmemiş bir enerji değerini tespit etti. Yaptığı deneylerle bunun rastlantısal olamayacağını ve işin içinde ilahi bir gücün olması gerektiği sonucuna vardı. Bu ilahi güç sonraki yıllarda başka alanlarda da kendini göstermeye başladı.
Doğadaki her enstrüman, dünyaya endeksli. Her çaba, her oluşum insan için. Neden? Çünkü yaratıcının kendi ruhundan üflediği bir varlık olan insandan daha büyük, daha değerli ve daha anlamlı bir varlık olamaz da ondan.
Zaten insansız bir evren anlamsız, amaçsız, cansız, ruhsuz, sönük ve silik bir evren olurdu.
Oysa kalabalıklar arasında yalnız olmak, hiç kimseyi tanımamak bile insana haz verir, neşe verir, güven verir.
Görmeyen gözler için rengin, desenin, güneşin, denizin, ormanın bir anlam if’ade etmeyeceği gibi; duymayan kulaklar için sesin, müziğin, nağmenin, senfoninin vereceği haz ne olabilir? Koku alma reseptörlerinden yoksun bir burun için gül, lale, yasemin, menekşe, karanfil, kardelen, çiğdem vs. ne if’ade eder? Çevresel güzelliklere müptela olan her duyarlı organımız için şükretmeliyiz.
Fikret, ‘Nasıl kurulmuş iç içe bu iklimler?
Nasıl kaynaştırılmış sesler, renkler, hacimler?’
Necip Fazık KISAKÜREK
Ne yazık ki ürün kıtlığı yaşamamış günümüz kuşağı, bu ürünlerin kadrini kıymetini bilmekten uzak. Çünkü bolluğun kıymeti varlıkta değil, yoklukta anlaşılır.
Diğer taraftan mide, karaciğer, pankreas gibi organlar çeşitli enzimler salgılarken biz ne yapıyoruz? Hiçbir şey. Her şey, yaratıcının koyduğu nizama uygun olarak saat gibi tıkır tıkır işliyor. Yine kanda bulunan milyonlarca kan hücresi birçok işlevi otomatik olarak yürütür.
Önümüze gelen sayısız her nimete sıradan bir olaymış gibi bakarız. Ham maddesi toprak olan tüm bu ürünler nasıl oluyor da, vitamin ve mineralce zenginleşerek, bu kadar kıymetli besin öğeleri haline dönüşüyor? Hem de damak tadımıza uygun ve de aromaları ile.
Her karış toprağında bereket fışkıran, türlü türlü ürünleriyle boy salan, her ürünün kendine özgü aroması yanında; minerali, vitamini ve besleyici değeriyle, damak tadına uygun, belli bir gramajı, rengi, tonu, endamı ve hacmiyle kusursuz bir görünüm arz eden ve sadece gizemli dünyamıza has olan bu nimetlerin varlığı, tesadüfle izah edilebilir mi?
Mükemmellik ve tesadüf bir arada olamaz.
Kainatın muhteşem dizaynı, tasarımı, mimarisi, estetiği insanda derin bir hayranlık uyandırmıyor mu? Kainat nasıl ve neden var? Bu muhteşem alem, rastlantısal bir nedenle mi, yoksa bilinçli bir elin mükemmel bir planlamasıyla mı mevcut?
Kainatın muhteşemliğine bakan her akıllı insan, tesadüfün zerresinden bahsedemez. Doğada hiçbir nesne yok ki kendiliğinden mevcut olabilsin. Tesadüfen asfalt bir yolun, köprünün, tünelin, barajın vs. kendi kendine yapıldığını gören var mı? Basit bir toplu iğnenin bile kendi kendine oluşamayacağını bilen insanoğlu, uçsuz bucaksız kainatın büyüleyici güzelliği ile gözleri kamaştıran ve gönülleri coşturan cazibesi karşısında neden suskun?
Cansız, şuursuz bir motorla, arabaya son sürat hız katan insan yapısı, bir otomobil karşısında hayranlığını gizleyemeyen akıllılar, ne yazık ki insan gibi kusursuz bir varlığın kendi kendine oluştuğunu söylemekte bir sakınca görmezler.
Örneğin yollarda gördüğümüz vızır vızır işleyen herhangi bir otomobili durdurup, ön kaputunu açıp içindeki motora baktığımızda, ilk etapta anlamadığımız, isimlerini ve fonksiyonlarını bilmediğimiz birçok aksamla karşılaşırız.
Nedir o aksamlar? Karbüratör, hava süzgeci, yağ süzgeci, marş motoru, şarz dinamosu, distribütör, bujiler, enjektör vs. Saydığımız bu aksamlar, çeşitli parçalar, kablolar, borular, vidalar vs. usta bir el tarafından birbirine tutturularak bir oluşum meydana getirirler ve arabanın hareketine olanak sağlarlar. Arabadaki bu özel parçaların kendi kendine oluşması, bir araya gelerek arabanın can damarı olan motor haline gelmesi mümkün mü?
Mükemmellik varsa, mükemmelin en mükemmeli olmaz mı?
Güneşin haşmeti, okyanusların dehşeti, yıldızların parıltısı, bulutların gürlemesi, şimşeklerin çakması, yıldırımların düşmesi, denizlerin kabarması, rahmet pınarlarının gökten süzülmesi, toprağın canlanması, yeryüzünün yeşermesi tesadüfü mü yoksa mükemmelliği mi çağrıştırıyor?
Ciğerlerimize çektiğimiz hava, devasa okyanuslar, köpüren dalgalar, çağlayan şelaleler, bulutlara değecek kadar sivrilmiş dağlarıyla tepelerinde karlar, sere serpe uzanan ovalar, doğayla kucaklaşan her türden canlı faunası, tesadüfü mü yoksa bilinçli bir varlığı mı haykırıyor?
Gezegenimizi şenlendiren milyonlarca tür bitki ve hayvan faunası, ekosistemde muazzam bir harmoni sergilerken, ya insan gibi muhteşem bir varlığa tahsis edilen gezegenin eşsiz güzelliğine ne demeli?
Gözle görülmeyen mikron mertebesindeki canlı dünyasından, dev balinalara kadar devam eden hiyerarşik bir düzen ve bu düzenin milyarlarca yıldır süren akıl almaz döngüsü, düşündürücü değil mi?
Her biri 200-250 milyar yıldızı barındıran, 2 trilyondan daha fazla olduğu tahmin edilen galaksilerden sadece bir tanesinde (Samanyolu) bulunan orta büyüklükteki bir yıldızın (Güneş) çekim alanı içerisinde, hayat kıvılcımları saçan mini minnacık bir dünyada, bu muhteşem nizam ve işleyiş acaba neyin nesi? Tesadüf kelimesi bu sorulara cevap vermede ne kadar iddialı?
Kainatın yoktan bir anda, bir noktadan, bir patlama ile (Big Bang) küllerinden doğuşu zaman, enerji, madde ve mekan boyutlarıyla belirmesi, tesadüflerle izah edilemeyecek kadar imkansız bir olaydır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir