İçeriğe geç

Tersi ve Yüzü Kitap Alıntıları – Albert Camus

Albert Camus kitaplarından Tersi ve Yüzü kitap alıntıları sizlerle…

Tersi ve Yüzü Kitap Alıntıları

Seçmesini sevmem!
Mutlu olmak değil artık dileğim, yalnızca bilinçli olmak.
Önemli olan insanca ve basit olmak. Hayır, gerçek olmaktır önemli olan…
İnsanlar açık görüşlü ve alaycı olmamızı istemiyorlar. Bu sizin iyi olmadığınızı gösterir diyorlar. Ben arada bir ilişki göremiyorum.
Hayır, gerçek olmaktır önemli olan, hepsi gelir bunun içine, insanlık da basitlik de. Ve ben dünyada olduğun zaman değil de ne zaman daha gerçek olurum? Daha ben istemeden yerine getirilmiş her şeyim. Ölümsüzlük şuracıkta, bense onu umut ediyordum. Mutlu olmak değil artık dileğim, yalnızca bilinçli olmak.
Ama sevmenin sınırı yoktur ve ben her şeyi kucaklayabildikten sonra iyi sarılmasam da ne çıkar?
Yunan heykelinin gerilemesi de, İtalyan sanatının bozulması da, gülümseme ile bakışın belirmesi ile başlar. Aklın başladığı yerde güzellik bitermiş gibi.
Sonra bir akşam, bir zamanlar çok sevdiği bir dostuna rastlar. Dostu biraz dalgın konuşur onunla. Evine dönünce, adam kendini öldürür. Sonunu gizli dertlerden, bilinmeyen durumlardan söz edilir. Hayır. İlle de bir neden gerekirse, dostu kendisiyle dalgın konuştuğu için öldürmüştür adam kendini. Böyle işte, dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde, onun basitliği şaşırttı hep beni.
Ölüm de renkleri soluk bir tuval gibi görünür.
Mutlu olmak değil artık dileğim, yalnızca bilinçli olmak.
Yaşam kısadır ve insanın zamanını yitirmesi günahtır.
Sıkılmadığım bir ülke bana hiçbir şey öğrenmeyen bir ülkedir.
Dünya erimişti, yaşamın her gün yeniden başladığı yanılsaması da erimişti onunla birlikte.
‘Ölüm herkesin başında, ama herkesin ölümü kendine göre. Olsun güneş yine de ısıtıyor kemiklerimizi. ‘
Önemli olan insanca ve basit olmak.
Bugün bir duruştur ve yüreğim kendi kendini karşılamaya gidiyor.
Hep kendi kendimin tutsağı durumundaydım.
Sıkılmadığım bir ülke bana hiçbir şey öğretmeyen bir ülkedir.
Ölümsüzlük şuracıkta bense onu umut ediyordum. Mutlu olmak değil artık dileğim yalnızca bilinçli olmak.
Çevremde, o güne kadar yaşamış, ama yaşamlarından bana hiçbir şey ulaştırmamış bir milyon insan. Yaşıyorlardı.
Körfeze ve ışıklarına son bir kez daha baktığım gerçek, o zaman bana doğru yükselen şey daha güzel günlerin umudu değil, her şey ve kendim karşısında durgun ve ilkel bir ilgisizlik olduğu da gerçek. Ama bu fazlasıyla yumuşak, fazlasıyla kolay eğriyi kırmak gerekir. Açık görüşlülüğe gereksinimim var. Evet, her şey basit. İnsanlar karıştırıyor işleri. Masal anlatmasınlar bize. Ölüm mahkumu için “Topluma borcunu ödeyecek.” demesinler, “Kafası kesilecek.” desinler. Hiç önemli değilmiş gibi görünüyor. Ama ufak bir ayrım var arada. Hem sonra, yazgılarının gözünün içine bakmayı yeğ tutan insanlar da vardır.
Yokluğun belirli bir noktasında, hiçbir şey hiçbir şeye götürmez olur, ne umut, ne umutsuzluk köklü görünür, tüm yaşam tek bir imgede özetlenir. Ama ne diye durmalı bunun üzerinde? Basit, evet, her şey basit, deniz fenerlerinin bir yeşil, bir kırmızı, bir ak ışıklarında, gecenin serinliğinde, kentin ve çöplüğün bana kadar gelen kokularında, her şey basit. Bu gece, bana doğru gelen şey, bir çocukluğun görüntüsüyse, ondan alabileceğim aşk ve yoksulluk dersine nasıl kucak açmam? Bu saat evetle hayır arasında bir aralık, bir duraklama gibi olduğuna göre, yaşama umudunu ya da yaşama tiksintisini başka saatlere bırakıyorum. Evet, yitirilmiş cennetlerin saydamlığını ve basitliğini toplamalı yalnız: bir imgede toplamalı.
Bir insan acı çeker, mutsuzluk üzerine mutsuzluğa uğrar. Katlanır bunlara yazgısını benimser, iyice yerleşir içine. Saygı görür. Sonra bir akşam, hiç: bir zamanlar çok sevdiği bir dostuna rastlar. Dostu biraz dalgın konuşur onunla. Evine dönünce, adam kendini öldürür. Sonra gizli dertlerden, bilinmeyen dramdan söz edilir. Hayır. İlle de bir neden gerekirse, dostu kendisiyle dalgın konuştuğu için öldürmüştür adam kendini.
Yaşamak öylesine güç ki!
Ölüm herkesin başında ama herkesin ölümü kendine göre.
Yalnızlığın dehşetini, uzayan uykusuzluğu, Tanrı ile o umut kırıcı baş başalığı duyuyordu.
Her şeyi basite indirgemek, sorunu yüzeyselleştirmek değil, tam tersine derinleştirmektir.
Ne zaman dünyanın derin anlamını sezer gibi olduysam, onun basitliği şaşırttı beni.
Dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde, onun basitliği şaşırttı hep beni
Tüm devinimlerimle dünyaya, tüm acımam ve tüm minnetimle insanlara bağlıyım. Dünyanın bu tersiyle yüzü arasında bir seçim yapmak istemiyorum, seçmesini sevmem. İnsanlar açık görüşlü ve alaycı olmamızı istemiyorlar. “Bu sizin iyi olmadığınızı gösterir,” diyorlar. Ben arada bir ilişki göremiyorum.
Başkaları sayfalar arasında bir çiçek bırakırlar, aşkın kendilerine dokunup geçtiği bir gezintiyi kapatırlar oraya.
Ama insan geldiği yoldan geri dönerken, bakımsız bir mezarda, “Tükenmez üzüntüler” diye bir yazı bulur. Bereket versin, idealistler var da her şeyi yoluna koyuyorlar.
Ya ağustosböceklerinin kekre ve hoş flütü, suların ve eylül gecelerinde rastlanan yıldızların kokusu, sakızağaçları ve kamışlar arasında kokulu yollar, yalnız olmak zorunda olan kişi için bir o kadar aşk belirtisi.
Karşılaşılan her varlık, bu sokağın her kokusu, her şey, her şey sonsuzca sevmeye bir bahane benim için.
Yumuşak ve ağırbaşlı Moravya’yı, uzak noktalarının duruluğunu, ekşi meyveli erik ağaçlarıyla çevrili yollarını da sevdim. Ama dipsiz bir yer yarığına gereğinden fazla bakmışların sersemliği kaldı hep içimde. Viyana’ya geldim, bir hafta sonra oradan da ayrıldım, hep kendi kendimin tutsağı durumundaydım.
Günlerden beri tek sözcük çıkmamıştı ağzımdan, tutulmuş haykırışlarla, ayaklanmalarla patlıyordu yüreğim. Bana kucağını açan biri olsaydı, çocuklar gibi ağlayabilirdim. Akşama doğru, yorgunluktan bitmiş bir durumda, kapının sürgüsüne bakıyordum çılgın gibi, kafam bomboştu, akordeonla çalınan bir halk havasını yineleyip duruyordum. Bu sırada, daha öteye gidemezdim. Ne ülke, ne kent, ne oda, ne ad vardı artık, çılgınlık mı, yoksa utku mu, alçalış mı, yoksa esin mi, en sonunda bilecek mi, yoksa tükenecek miydim? Kapı vuruldu, dostlarım içeriye girdiler. Çok yıpranmış olsam bile kurtulmuştum. “Sizi gördüğüme sevindim,” dediğimi sanıyorum. Ama hiç kuşkum yok ki, açılmalarım orada kesildi ve ben onlar için bıraktıkları adam olarak kaldım.
Hep aynı çocuksu ve tatlı hava sabah beni uyandırır, birdenbire beni içinde çırpındığım dekorsuz gerçeğe yerleştirirdi.
Ama tüm bunların uyumak için uydurduğum masallar olduğunu söylememe gerek var mı?
İnsan kendi kendisiyle karşı karşıyadır artık: hadi mutlu olsun da görelim!
Çevremde, o güne kadar yaşamış, ama yaşamlarından bana hiçbir şey ulaşmamış bir milyon insan. Yaşıyorlardı. Bildik ülkeden milyonlarca kilometre uzaktaydım. Dillerini anlamıyordum. Hepsi de hızlı yürüyordu. Beni geçince, hepsi de kopuyordu benden.
Açık görüşlülüğe gereksinimim var. Evet, her şey basit. İnsanlar karıştırıyor işleri. Masal anlatmasınlar bize. Ölüm mahkûmu için “Topluma borcunu ödeyecek,” demesinler, “Kafası kesilecek,” desinler. Hiç önemli değilmiş gibi görünüyor. Ama ufak bir ayrım var arada. Hem sonra, yazgılarının gözünün içine bakmayı yeğ tutan insanlar da vardır.
Basitlik sözcüğünün tehlikeli bir niteliği var. Ve ben bu gece yaşamın belirli bir saydamlığı karşısında artık hiçbir şeyin önemi kalmadığı için ölmek istenebilmesini anlıyorum. Bir insan acı çeker, mutsuzluk üstüne mutsuzluğa uğrar. Katlanır bunlara, yazgısını benimser, iyice yerleşir içine. Saygı görür. Sonra, bir akşam, hiç: bir zamanlar çok sevdiği bir dostuna rastlar. Dostu biraz dalgın konuşur onunla. Evine dönünce, adam kendini öldürür. Sonra gizli dertlerden, bilinmeyen dramdan söz edilir. Hayır. İlle de bir neden gerekirse, dostu kendisiyle dalgın konuştuğu için öldürmüştür adam kendini. Böyle işte, dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde, onun basitliği şaşırttı hep beni.
Gününü bitirince balkona oturmak alışkanlığındaydı. Bir iskemle alır, ağzını balkonun soğuk ve tuzlu demirine dayardı. İnsanların geçişini izlerdi. Arkasında, gece yavaş yavaş kümelenirdi. Önünde, dükkânlar birdenbire aydınlanıverirlerdi. Sokaklar kalabalıkla, ışıklarla kabarırdı. Amaçsız bir izleme içinde kendini unuturdu burada.
Bir iskemleye yığılır, sonra, gözleri dumanlı, parkenin bir çizgisini şaşkın şaşkın kovalarken yitip gider. Çevresinde, gece yoğunlaşır, bu karanlıkta bu sessizliğin çaresiz bir sıkıntısı vardır. Çocuk bu sırada içeri girerse, bu omuzları kemikli, zayıf gölgeyi görür ve durur: korkar. Çok şeyler duymaya başlar. Kendi varlığının bile pek ayrımına varmamıştır. Ama bu hayvansı sessizlik önünde ağlamak zor gelir. Annesine acır, bu onu sevmek midir? Annesi hiç okşamamıştır onu, öyle ya, beceremez ki. Uzun dakikalar boyunca öyle durup annesine bakar.
Her şeyi bir alıngan hayvan onuruna kurban eden, sert, dediği dedik bir annesi vardı, kızının zayıf aklını uzun zaman egemenliği altında tutmuştu. Kızı evlenip kurtulmuş, kocası ölünce tıpış tıpış geri dönmüştü. Kocası, beylik bir deyimle, onur alanında ölmüştü. Uygun bir yerde, yaldızlı bir çerçeve içinde, savaş nişanıyla askerlik madalyası görülebilir. Hastane dul kadına gövdesinde bulunmuş bir küçük obüs parçasını da yollamış. Dul kadın da saklamış bunu. Çoktandır keder duymaz oldu artık. Kocasını unuttu, ama çocuklarının babasından hâlâ söz eder.
O zaman kendimi vererek seviyorsam, yalnız aşk bizi kendimize getirdiğine göre en sonunda kendi kendimdim.
Ölüm herkesin başında, ama herkesin ölümü kendine göre. Olsun, güneş gene de ısıtıyor kemiklerimizi.
Dinlenmez olmak: insan yaşlandı mı korkunç olan budur. Onu sessizliğe ve yalnızlığa mahkûm ediyorlardı. Pek yakında öleceğini çıtlatıyorlardı ona.
“Yaşayın, sanki şey olmayacak gibi…”
Dünyanın bu tersiyle yüzü arasında bir seçim yapmak istemiyorum, seçmesini sevmem.
nasıl ayırmalı onları? İnsanları ve saçmalıklarını?
Ve ben dünya olduğum zaman değil de ne zaman daha gerçek olurum? Daha ben istemeden yerine getirilmiş her şeyim. Ölümsüzlük şuracıkta, bense onu umut ediyordum. Mutlu olmak değil artık dileğim, yalnızca bilinçli olmak.
Yaşam kısadır ve insanın zamanını yitirmesi günahtır.
Tuhaf ve yalnız bir kadındı. Ruhlarla sıkı bir ilişkisi vardı, onların kavgalarını, kızgınlıklarını benimser, ailesinden olup da sığındığı dünyada iyi gözle bakılmayan kimi kişileri görmeye yanaşmazdı.
İyi biliyorum ki yanılıyorum, benimsenilmesi, tanınması gereken sınırlar vardır. Yaratırsa böyle yaratır insan. Ama sevmenin sınırı yoktur ve ben her şeyi kucaklayabildikten sonra, iyi sarılamasam da ne çıkar?
Tüm yaşama aşkım buradaydı işte: belki de elimden kaçacak olana karşı sessiz bir tutku, bir alevin altında bir acılık.
Kahveler ve gazeteler olmasa, yolculuk etmek güç olurdu.
İçinde çocukluğumun geçtiği yoksulluk dünyasına duyduğum bağlılığı ve aşkı neden sonra anladığım gibi, güneşin ve doğuşumu görmüş ülkelerin dersini de ancak şimdi sezinliyorum.
Değişmemiştim elbette. Ama artık yalnız değildim.
Direnci azalmış olan bu yüreğe, dünyanın müziği daha kolay girer.
İnsan kendi kendisiyle karşı karşıyadır artık: hadi mutlu olsun da görelim!
Hem sonra, yazgılarının gözünün içine bakmayı yeğ tutan insanlar da vardır.
Susunca, durum aydınlanır.
Dünya her gün olduğu gibi burada bitiyor, tüm o ölçüsüz sıkıntılarından hiçbir şey kalmamış şimdi, şu barış umudundan başka.
Bu anılar boyunca ilerlerken her şeye aynı sessiz giysiyi giydiririz, ölüm de renkleri soluk bir tuval gibi görünür. Kendi kendimize döneriz. Sıkıntımızı duyarız, böyle daha çok hoşlanırız kendimizden. Evet, mutluluk belki de budur, acımalı mutsuzluk duygumuzdur.
Her şey bitti mi yaşam susuzluğu sönmüştür. Bu mudur mutluluk dedikleri?
“Yaşamak öylesine güç ki!”
Ölüm herkesin başında, ama herkesin ölümü kendine göre.
Kentin homurtularını, gökyüzünün bön ve ilgisiz gülümsemesini alıp götüren yaşam karşısında, yalnız, yıkık, çıplaktı, ölüydü şimdiden.
Ölümü yaklaşmış bir yaşlı adam da yararsızdır, hatta rahatsız edicidir, aldatıcıdır.
Kendisi acı çekmişti. Bu konuda hiçbir şey söylemiyordu. Mutlu görünmek daha iyidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir