İçeriğe geç

Terapi Odası Konuları Kitap Alıntıları – Tülay Kök

Tülay Kök kitaplarından Terapi Odası Konuları kitap alıntıları sizlerle…

Terapi Odası Konuları Kitap Alıntıları

Eğer kimse bana karışmasın, laf söylemesin diyorsanız çevrenizden aldığınız yardımları en aza indirin. Sorumluluklarınız azaldıkça etrafınızın hayatınıza olan müdahalesi artar.
Üzerimize yıkılan ruhsal ve manevi yükleri tanımlamak gerçekten çok zordur. İçinde coşku ve tutku olmayan yürekler taşınamayacak ama aynı zamanda tarif de edilemeyecek kadar ağırdır.
Her şey uygun olsa da coşkunun olmadığı yerde yüreğiniz atmıyor gibidir. Yaşadığınızı hissedemezsiniz. Gülersiniz, eğlenirsiniz ama adını koyamadığınız bir şey hep eksik kalır.
Kimseyi ihtiyaçlarınızın nesnesi haline getirmeyin.
Aldıklarımızı değersizleştirirken verdiklerimizi yüceltiyoruz. Mutluluğu ucuza kapatmaya çalışıyoruz, hak yiyen pazarlıklar yapıyoruz. Egolarımız şişkin, beklentilerimiz yüksek. Hepsinin temelinde çok esikiden beri biriken karşılanmamış ihtiyaçlarımız ve bu ihtiyaçları karşılayacak biri olduğuna, o kişinin bizim için doğru insan olduğuna dair çarpık inancımız var.
Psikosomatik rahatsızlıklar, panik atak, saplantılı düşünceler en çok inkar mekanizmasının kötüye kullanımı sonucu oluşur. Başta takıntılar olmak üzere pek çok psikolojik sorun inkar mekanizmasını besler.
Çok fazla inkar ettiğimizde gerçek sorunlarımızın yerini üretilmiş suni sorunlar almaya başlar.
Çaresi yok gibi görünen dertlerimiz olduğunda, çaresi olan dertler üretiriz. Üretilen psikolojik sorunlar gerçek sorunların üstünü örtmeye yarayan bir tabakadır. Uzun zaman iyileşmeyen hatta kötüye giden rahatsızlıkların temelinde yüzleşmekten kaçtığımız gerçekler vardır. Bir anlamda psikolojik rahatsızlıklar önemli bir işe yaramakta, bizi acı veren sorunlarla yüzleşmekten korumaktadır.’
Eğer kimse bana karışmasın, laf söylemesin diyorsanız çevrenizden aldığınız yardımları en aza indirin. Sorumluluklarınız azaldıkça etrafınızın hayatınıza olan müdehalesi artar.
İnsanlara yardım edin ama kendinizi feda etmeyin.
Hiç kimsenin işine çok fazla burnunuzu sokmayın.
Emin olun işler siz olmadan yürüyecek, kendinizi bu kadar önemsemeyin.
İnsanlar hayatlarında felaketler yaratıyorlarsa bununla başa çıkacak güce de sahiptirler, emin olun.
Fedakarlık pozitif anlamı olan bir kelime değildir. Neden mi? Çünkü fedakarlık minnet yaratır.
İnsanın birincil doğası çevresindeki insanlardır. En sevdiklerinize sarılıp onlarla aranızı düzeltmeden ağaçlara sarılıp çakıltaşı toplayarak, çiçek dikip ormanda koşturarak doğaya dönmüş olmazsınız
Esas istediğimizin bu olmadığını anlamak için bu kadar emek vermek ne acı, ne büyük bir hayal kırıklığı.
Sokak köpeklerine selam vermeye başladıysan insan olmaya çeyrek kalmıştır. diyor Sadri Alışık bir filminde.
Hak ettiğiniz yerde değilseniz bile bulunduğunuz yerin hakkını verin. Hak ettiğiniz yere gelene kadar sorumluluklarınızı ertelerseniz o yere hiçbir zaman gelemezsiniz.
Çoğu insan hak ettiği yerde olduğuna inanmıyorsa olduğu yeri cezalandırır. Nasıl mı yapar bunu? Bulunduğu noktada yapması gereken işlerin hakkını vermeyerek.
Karşılıklı anlayışla beslenen bir beraberlik her şeyin, özellikle de haklı olma duygusunun üzerindedir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İletişimde ipler her zaman sizin elinizde. Nerede gevşetip, nerede sıkacağınıza siz karar veriyorsunuz.
Uzun süre bastırılmış duygular, hasta olmanıza neden olur.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Duygularınızdan korktuğunuz zaman hissetmekten kaçarsınız.
Duygularımızın farkında olmak başka, davranışlarımızı yönetmelerine izin vermek başka bir şeydir.
Tüm duygular saf enerjidir, ruhunuzdan geçip gitmelerine izin verirseniz daha dengeli olursunuz.
bir duyguyu hisseder hissetmez harekete geçerseniz, tepkisel bir insan olursunuz. Her ne hissediyorsanız korkmayın, bekleyin. Birazdan geçecek ve geçtiğinde çok daha mantıklı davranacaksınız, dürtülerinizin esiri olmayacaksınız.
Duygular, düşüncelerimiz sonucu ortaya çıkmış saf enerjilerdir. Kontrol edilmesi zor, ifade edilmesi kolaydır. Kontrol edemediğimiz duyguları hissetmekten kaçarız. Oysa duygularımızla ilgilenmek ve onları serbest bırakmayı öğrenmek için biraz çaba harcamak yeterlidir.
Acı denizinde boğulmadan acıdan geçmek gerekir yoksa kendimizi acıya boğdurmak da acıdan kaçmakla aynı amaca hizmet eder; kendine acıma, acındırma, kendini sefil etme yoluyla diğerlerinin desteğini alma çabası bizi ve yaşamımızı işlevsiz hale getirir. Kendimizi dağıtmadan, alabora olmadan acı denizinin içinden geçmek zorundayız.
Oysaki suçluluk duygusu kurtarılması değil, katlanılması gereken bir duygudur. Suçluluk duygusunun yarattığı acıdan kurtulmanın tek yolu kendimizi unutmaktır. Bunun sonucu da hayatta kaybolmuş bir insan olmaktır ve biz bunu istemeyiz. Bu duyguyu başımızdan savmaya çalışmazsak ve verdiği acıya katlanırsak kendimizi bulabiliriz. Sürekli arzu duymaktan ve tatmin ettiğimiz her arzudan sonra yeni bir arzu doğurmaktan ancak böyle kurtulabiliriz.
Pek çok insan pişmanlığın acısına katlanmak zor geldiği için aynı hataları tekrarlamaya devam eder. O zaman da hataları hakkında akılcı yorumlar yapmaya başlar
Değerlerimize uyumlu davranmadığımızda kendimizi hata yapmış hissederiz. Bu nedenledir ki bir toplumda hata sayılan bir davranış başka bir toplumda yüceltilebilir, hatta özendirilebilir. Hata yaptığımızı hissettiğimizde içine düştüğümüz ilk duygu yoğun bir pişmanlıktır. Hatamızdan dönmek ve tövbe etmek için pişman olmak gerekir. Pişmanlık duygusu zaman içinde ilerler ve yerini derin bir suçluluk duygusuna bırakır. Suçluluk duygusu acı verir, katlanması zordur
Biri bize güzel bir söz söylediyse, bizi özlediyse, arayıp sorduysa, bizi görmek istediyse buna değer olduğumuz içindir. Böyle şeyler için bedel ödememiz gerekmez. Hele de bu bedel kendi benliğimizi ortadan silmek gibi bir bedelse asla ödenmez. Ancak mutlu olma fikriyle aklımız başımızdan uçtuğunda kendi varlığımızın üstünde bedeller ödemeye razı oluruz.
Bazı şeyler hayatta sadece bir kere olur, bazı şeylerse bedellerinin yüksek oluşundan dolayı bir kere dahi olmaz. Bir fincan kahve, ayakkabı, elbise, araba gibi maddi şeylere gereksiz paralar harcamak ekonomik yönden fakirleştirirken, bir buluşma, bir telefon görüşmesi, bir gülücük, bir tatlı söz için ödediğimiz yüksek bedeller de ruhumuzu fakirleştirir. Yaşadığımız ya da bize yaşatılan hiçbir mutlu anın değeri bizden fazla olamaz.
Bağımlılık, ihtiyacın olmayan bir şeye alışmak ve sonra ondan vazgeçememektir. Başlangıçta sana bedelsiz sunulanlar için ağır bedeller ödemek, çok acı çekmektir.
Varoluşumuzu bir ilişkiye bağlayıp mutluluğumuzu da bu ilişkiden alacağımız onaya indirgediğimizde kendi ellerimizle kendimizi cehennem ateşlerine atmış oluruz.
Oysa hiçbir ilişki bizi biz yapan çekirdek değerlerden önemli olamaz, olmamalıdır.
İnsanlar söylediklerimize değil, yaptıklarımıza bakarak hakkımızda karar verirler.
Acı çekmekten kaçmak için sürekli bir çaba içinde olmak, kısa vadeli hazlara odaklı yaşamak değer yitimiyle sonuçlanır. Hazzı yaşamak arzusu değerlerimizi korumanın önüne geçtiğinde, kişisel bütünlüğümüzü korumamız olanaksızlaşır.
Haz ve mutluluk birbirinden ayrı kavramlardır. Hazzı ertelemeyi öğrenmeden gerçek anlamda mutlu ve huzurlu olamayız.
Nihayetinde büyümek, yaşadığın hayatın tek sorumlusu olduğunu öğrenmek ve bu sorumluluğun paylaşılamayacağını idrak etmek demek.
Çok ağlar ya da hiç ağlayamaz olduk.
Neden hiç ağlamayız, ağlayamayız? Çünkü duygularımızdan korkarız, hissetmekten kaçarız.
Neden çok ağlarız? Hissettiğimiz duygularla ne yapacağımızı bilemediğimizde, duygularımızla baş edebilmek için kendi gücümüze güvenemediğimizde çok ağlarız, her yerde ağlarız, gözyaşlarımız dinmez olur. Olur olmadık yerde gözlerimizden akan yaşlar bizi zor durumda bırakır, acizliğimize kızar, daha çok ağlarız.
Oysa duygularınızı akışına bırakırsanız, gerektiğinde gözyaşlarınıza izin verirseniz kendinizi daha güçlü hissedersiniz.
Sebepleri dışarıda aramayı bırakın. Hayat oyununda ustalaşmaya bakın. Size sürekli şah çekiliyorsa, oyun tarzınızı gözden geçirin. Hile yapan mızıkçı insanlarla oynamayın, onlarla ilişkilerinizi kesin.
Zaman geçtikçe, can sıkıntımızı gidermek adına yaptığımız her bir eylem altında ezilmeye başlarız. Çok şey yapmış, çok şey denemiş ve çok fazla hayal kırıklığı biriktirmişizdir. Ne yaparsak yapalım bir şeylerin eksik olduğu duygusu peşimizi bırakmaz. İçimizdeki kocaman boşluğa rağmen dışarıda gidecek yer kalmamıştır. İçimizdeki sonsuz boşlukla kalıbımıza dar gelirken, alıp başımızı gitmek isteriz. Gidemeyiz, gitmeye cesaret edemeyiz.
Sıkışmak, sıkılma halinden farklı bir duygudur. Sıkışmışlık hisse işte tüm bu yenilikler denendikten, faaliyetler yapıp bitirildikten, üstüne defalarca kez tekrar edildikten sonra oluşan çıldırma halidir. Sıkışmış hissetmek hayatı tek boyutlu yatay bir düzlem olarak görmenin, üçüncü boyutu gözden kaçırmanın kaçınılmaz sonucudur.
“Bizim kendimize veremediğimiz şeyi ilişkimiz bize veremez.”
Kendi hakkımızda ne düşünüyorsak bir ilişki bize onu verir. Eğer kendimizle ilgili olumlu duygular içindeysek bize karşı olumlu duygular hisseden insanlar bizi bulur. Eğer hep bizi üzen, yıpratan, terk eden, acı veren insanları buluyorsak bunun anlamı kendimiz hakkındaki fikirlerimizi gözden geçirmemiz gerektiğidir.
“Doğru insanı bulacağım”, “ruh eşime kavuşacağım” gibi efsaneleri bir kenara bırakın. Aşk ilişkilerinizi boş bir kutu gibi düşünün, içine koymadığınız şeyi alamayacağınız bir kutu. Aramayı bırakın. Kendinize, iyiliğinize, sorunlarınızı çözmeye, kendiniz için bir şeyler yapmaya odaklanın. Romantik aşk hayalini ve doğru insanı bulunca sorunlarınızın ortadan kaybolacağı inancından kurtulun.
Yaralarımızı bizden başka hiç kimse göremediği için, bizden başka hiç kimse de iyileştiremez. İlişkilerimiz geçmişten kalan alacaklarımızı tahsil edeceğimiz vezneler değildir. Varlığımızın derinlerindeki yaraları fark edip, kokuşmuş sargı bezlerini atıp cesur bir iyileştirme planını göze almadığımız sürece etrafa anlamsız tepkiler verip durabiliriz.
En basit gibi görünenler, hayatımızın yolunda devam etmesi için gerekli olanlardır.
Kendi değerimizi bilmediğimizde kaybetmeyi göze alamayız.
Bir köle gibi davranarak prenses muamelesi göremezsiniz. Bu yüzden ne olmak istiyorsanız öyle davranın. Size biçilen rolü değil, kendi seçtiğiniz rolü oynayın. Kim olduğunuz konusundaki son kararı başkalarına bırakmayın, siz söyleyin.
İnsanların düşüncelerini değiştirmeye çalışmak dünyanın en boş ve gereksiz çabasıdır. Hak etmediğimiz bir şekilde bizi suçlayan biri karşısında açıklama yapmaya başladığımız an kontrolümüzü kaybetmeye de az kalmıştır.
Doğru yol ve yöntemi bilmiyorsanız iyi niyetli çabalarınız trafik kazaları sonrası iyi niyetli vatandaşların kurtarma operasyonlarına benzeyebilir. İyi niyet doğru yöntemlerle birleşmezse istediğimiz sonuçları vermez.
Hayat sadece kendi hamlelerimizden sorumlu olduğumuz bir oyun. Herkes oyununu istediği gibi oynar. Kimsenin hamlesine karışma hakkımız yoktur ama karışmak isteriz. Bizi en çok diğerlerinin oyun oynama şekli üzer.
‘Eşim çocuklarla ilgilenmiyor, vakit geçirmiyor. Bu yüzden hem çocuklarla arası iyi değil hem de çocuklar baba sevgisinden mahrum kalıyor. Benim de yüküm çok artıyor haliyle. Çocuklara yemek yedirmek çok zamanımı alıyor. Eşim en azından çocukların sabah kahvaltılarını yaptırıp servise bindirse ben biraz uyurum, bana da çok iyi gelir” diyen danışanım bir karar almış ve sabah çocukların okula hazırlanması sorumluluğunu eşine devretmişti.
Eşi bu sorumluluğu aldı; sabah kalktı, çocuklan uyandırdı, kahvaltıyı hazırladı ve çocukları servise bindirip gönderdi. Danışanımın uyuduğu falan yoktu, huzursuzdu. Yatakta uzanmış mutfaktan gelen sesleri dinliyor, işlerin yolunda olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Çocuklar gittikten sonra yataktan kalktı ve eşinin toplamaya koyulduğu kahvaltı sofrasına baktı: Bunu mu yedirdin çocuklara?” diye çıkıştı.
Evet bunu yedirdim, sordum ne yerseniz diye, bundan istediler.”
Biri beş, öteki yedi yaşında çocuk, onlara mı sorulur ne istedikleri? Doğru düzgün bir şey hazırlasana. Ama tabii en kolayı bu değil mi, pardon ben düşünemedim bunu diyerek kinayeli laflarını sokuşturdu.
Tamam, ne yenmesi lazımsa söyle, yarın onu hazırlarım dedi eşi.
Sonra portmantoda büyük oğlunun beresini gördü ve deliye dönerek kocasına yöneldi.
Berk’e beresini giydirmemişsin Ahmet, bu soğuk havada çocuğu nasıl beresiz gönderdin? diyerek söylendi.
Tamam, yarın giydiririm dedi eşi ve uzaklaştı. Ama kadın hız kesmiyordu, söylenmeye devam etti.
Yarın belki bereye gerek olmayacak, bu sefer de terletirsin çocuğu. Dikkat edeceksin, bakacaksın, ona göre giydireceksin.
Ertesi gün oldu ve Ahmet yine uyandı, çocuklarını uyandırdl ve karısının istediği kahvaltıyı hazırladı. Haşlanmış yumurta, tereyağlı ballı ekmek, peynir ve adaçayından oluşan bir kahvaltıydı. Ama çocuklar ekmeği yemiş, yumurtalarının yarısını bile bitirmemişlerdi. Bunu gören kadın yine deliye döndü. Eşiyse anlamayan gözlerle bakıyordu karısına.
Hazırladım işte ne dediysen, bu sefer ne oldu?”
Yumurtalarını bitirmemişler.”
Yemediler, ne yapayım?” dedi adam.
Ben yediriyorum ama sen demek ki uğraşmadın. Önlerine tabağı koydun, kendin televizyona daldın. Bir işi istemeden yapınca böyle oluyor tabii, gönülden yapmadığını biliyorum zaten. Ben söylediğim için yapıyorsun. Yemeyeceklerse neden yumurta pişiriyoruz?
Ahmet hiçbir şey söylemeden evden çıkıp gitti.
Eşinin bu işi beceremeyeceğine kanaat eden kadın, üçüncü gün olduğunda çocuklarım kendisi okula göndermeye devam ediyordu.
Eğer kendimize karşı dürüst olursak şu gerçeği görebiliriz.
Hem her şeyi yönetmekten, kontrol etmekten ve işlerin istediğimiz gibi gitmesinden hoşnut hem de bu gücün getirdiği sorumluluktan yorgun” durumdayızdır. Aksi halde hiçbir çıkarımız olmadan bu kadar çok ve delice sorumluğu yüklenmeyiz. Sorun kontrolü elden bırakamamaktır. Temel problem, Ben yapmazsam kim yapacak? değil, Ben yapmazsam benim istediğim gibi yapacaklar mı?” problemidir.
On yıllık ilişkisine ve otuz beş yaşında olmasına rağmen hâlâ bebek sahibi olup olmayacağına karar veremeyen bir danışanım, Etrafımdaki annelere bakıyorum ve iştahım kaçıyor” demişti.
Haklıydı. Çünkü etrafındaki annelerin hiçbiri annelikten keyif alıyor gibi görünmüyordu. Sadece bir görevi yerine getiriyorlar, çocuk büyüdüğünde yeniden kavuşacakları özgürlükleri için gün sayan mahkumlara benziyorlardı.
Yaralarımızı bizden başka hiç kimse göremediği için bizden başka hiç kimse de iyileştiremez.
İnsan başına gelen sorunları aşmaya çalışırken güçlenir. Başımıza gelenler bizi büyütmez, kurtuluş çabaları büyütür.
Biri bize güzel bir söz söylediyse, bizi özlediyse, arayıp sorduysa, bizi görmek istediyse buna değer olduğumuz içindir. Böyle şeyler için bedel ödememiz gerekmez.
Büyümek Bu benim hayatım diyebilmek, hayatınla ilgili tüm kararları verebilmek, bir iş yaparken kimseden izin almak zorunda olmamak, kimseye hesap vermemek, özgür olmak demek
Ve yine büyümek, işler yolunda gitmediğinde kimseye suçu atamamak, Ama sana sormuştum, sen izin vermiştin diyebilecek kimseyi bulamamak, aldığın kararların, yaptığın işlerin sonuçlarına tek başına katlanmak, Ben sana demiştim cümlesini duymamak için omzunda ağlayabileceğin sevdiklerinden kendini mahrum bırakmak demek.
Suçluluk duygusu kurtulunması değil , katlanılması gereken bir duygudur .
Bağımlılık, ihtiyacın olmayan bir şeye alışmak ve sonra ondan vazgeçememektir. Başlangıçta sana bedelsiz sunulanlar için ağır bedeller ödemek, çok acı çekmektir.
Yaşam coşkumuz merak, heves, üretme ve keşfetme arzusuyla beslenir.
İstenmeyen ve hoş olmayan davranışlarını, çevredekiler tarafından uyarı alınca iki katına çıkaran insanlar bunu neden yaparlar? Sevimsiz olduklarının farkına varmazlar mı? Yoksa itici olmaya mı çalışıyorlardır?
Elbette hiç kimse itici ve sevimsiz olmak istemez. Bu kişilerin tek amacı kendilerini oldukları gibi kabul ettirmek ve koşulsuz sevilmektir. Temelde yoğun bir değersizlik duygusu yaşarlar.. Büyük olasılıkla erken çocukluk yıllarında yeterince sevgi ve ilgi görmemişler, anne babaları tarafından kabul edilmemişlerdir. Bu nedenle şimdi kurdukları her ilişkide, oldukları gibi kabul edilip edilmeyeceklerini sınamak isterler. Kabul görmeyen şeylerin kendileri değil, davranışları ve bağımlılıkları olduğunu anlayamazlar. Kendilerini bağımlı ve olumsuz davranışlarıyla özdeşleştirirler. Kendilerine yapılan en ufak bir uyarıyı, hatta ricayı kişiliklerine yönelik saldırı olarak algılarlar. Bu nedenle olumsuz davranışlarına daha sıkı sarılırlar.
Beni seviyorsa olduğum gibi sevmelidir. Her halimle kabul etmelidin Koşulsuz sevgi böyle bir şeydir diyorsanız ben de size O zaman daha çok beklemeniz gerekiyor derim. Böyle bir şey mümkün değildir. Sizi her halinizle, her yaptığınızla, olduğunuz gibi seven tek kişi annenizdir ve o da sadece siz iki yaşına gelene kadar olur. Hoş olmayan davranışlarınızı şimdiki yaşınızda, annenizin gözüne soka soka yaparsanız annenizi de çıldırtabilirsiniz.
Öyleyse insanlar neden bizi çıldırtan davranışlarını gözümüze sokarlar? Çünkü sevgimizi ve ilişkinin gücünü sınarlan. Ne kadar değerli ve vazgeçilmez olduklarını ölçmeye çalışırlar. Oysaki sevgiyi böyle davranışlarla sınayamazsınız. Çok olsa yıpratırsınız. Hayatın getirdiği doğal sıkıntılar zaten ilişkilerin sağlamlığım zorlarken ekstra çabaya hiç gerek yoktur.
Hayatta geçirilen zor zamanlardan sonra ya da korktuğumuz bir şeylerin yaklaşan tarihinden önce yaşadığımız ilişkilerde özellikle daha tavizkar oluruz. Çok özlenen, çok beklenen bu ilişkiyi kaybetmemek için her şeyi yaparız. Hayat bizi öyle yormuş, öyle acılar çekmişizdir ki, şimdi en sonunda bir armağan gibi karşımıza çıkan, hiç kimselere benzemeyen, bize değer veren, bizi çok mutlu eden bu kişiyi kaybetmemek için her fedakarlığı yaparız.
Artık değerlendirmeler yapmayız. Ben aslında böyle birini istiyor muyum, bu kişi bana uyar mı, bana böyle davranılmasına izin vermeli miyim? soruları ortadan kalkar. O ne yaparsa iyi yapıyordur, o ne yapsa ona yakışıyordur. Arama derse aramayız, gelme derse gitmeyiz, olmadık zamanda çağırır gideriz, sanki öl dese öleceğizdir.
Ama bu durum fazla uzun sürmez. En sonunda kırılan kalbimizin acısı dayanılmaz olduğunda, bu kişiyi bizim büyük aşkımızın değerini anlamayan şerefsizin teki olarak ilan ederiz ama o şerefsiz gel dese yine gideriz.
Açlığımız, boşluğumuz, korkumuz öyle büyüktür ki Ben bunu asla yapmam dediğimiz ne varsa yaparız. Dağılırız.
Evlilik; büyümesini tamamlamış, kişiliğini sağlam zemine oturtmuş yetişkin bireylerin hayatı paylaşmak için oluşturdukları birliğin adıdır.
Size göre yanlış olan ve düzeltilmesi gereken şey, diğerinin öğrenmekle yükümlü olduğu dersi olabilir. Neyin iyi neyin köyü olduğuna dair hüküm vermek, hayatı kısıtlayan bir düşünce şeklidir .
Yaşadığımız duygular görülmek için şahit ister, yaptıklarımız ve katlandıklarımız onay ve teşekkür ister.
Gözyaşlarınızdan korkmayın. Gözyaşları acizlik ya da zaaf değildir. İnsan olduğunuzun yada hissedebildiğinizin göstergesidir.
Şans diye bir şey yoktur, sayısal loto dışında. İnsan şansını kendi yaratır. Açık ve kabullenici olun. Sebepleri dışarıda aramayı bırakın. Hayat oyununda ustalaşmaya bakın. Size sürekli şah çekiyorlarsa, oyun tarzınızı gözden geçirin. Hile yapan mızıkçı insanlarla oynamayın, onlarla ilişkinizi kesin.
Terapi odası can sıkıntısıyla laf olsun diye gelinen bir yer değildir.Sıkışmış ve çaresiz hisseden insanın can acısıyla, hatta can havliyle kendini attığı bir yerdir.
“Hesapsız yaşa, sen bir bireysin, boş ver gitsin, takma kafana, mutlu olduğun şekilde yaşa” diyenlere kanmayın. Hayat bir keredir ve boş verilemeyecek kadar değerlidir.
İyi düşünün, ne istediğinizi bilin, dik durun.Bu hayat yolculuğunda bir daha aynı yollardan geçer misiniz? Bilinmez. Geçtiğiniz yollarda insanlığa yakışır izler bırakın.
İnsan elbet hata yapar.Ama insan bir hatayı kaç kere yapar?
Bu dünyaya sadece hata yapmak için gelmedik.Yaptığımız hatalardan ders almak için geldik.
Evlendiğimizde bir tek yatağımız, iki de yorganımız vardı. Her şeyi birlikte çalışarak yaptık diye hikayelerini hayranlıkla dinlediğimiz çiftler yok artık. Şimdiki gençler ihtiyaç duymayacakları kadar büyük evlerin içlerini tıka basa eşyayla dolduruyorlar. Hiçbir şeyleri eksik değil ama o evler şık mobilya mağazası görünümünü aşamıyor
Gerçek acı seyirci istemez, vitrinde yaşanmaz , öyle içten ve derindir ki kimse sizin ne yaşadığınızı bilmez. Çoğu zaman yaşamla uyumu bozmaz, sizi içeriden güçlendirirken seyredenler ne yaşadığınızı anlamaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir