İçeriğe geç

Tenin Gözleri Kitap Alıntıları – Juhani Pallasmaa

Juhani Pallasmaa kitaplarından Tenin Gözleri kitap alıntıları sizlerle…

Tenin Gözleri Kitap Alıntıları

Tüm duygulandırıcı sanat deneyimlerinin altında bir melankoli duygusu yatar; bu, güzelliğin maddesel olmayan zamansallığın hüznüdür. Sanat ulaşılamaz bir ideal ortaya atar: ebedi olana bir anlığına dokunan güzellik ideali.
Görme bizi dünyadan ayırır, diğer duyular ise birleştirir.
Mimarlık, kendimizi mekân ve zamanla ilişkilendirmede ve bu bo. yutlara insani bir ölçü vermedeki birincil aracımızdır. Mimarlık sınır siz mekânı ve sonsuz zamanı evcilleştirerek insan için katlanılır, yaşa nılır ve anlaşılır kılar. Mekân ile zamanın bu karşılıklı bağımlılığının sonucu olarak, duyularla ilgili dış ve iç mekân, fiziksel ve tinsel, mad desel ve zihinsel, bilinçsiz ve bilinçli önceliklerimizin diyalektiğinin sanatların ve mimarlığın doğasında özsel bir etkisi vardır.
Dünyayla ilişkimiz ve bilgi kavramımızdaki gözmerkezci paradigma (görmeye verilen epistemolojik ayrıcalık) filozoflar tarafından orta ya çıkarılmış olduğuna göre, diğer duyularla ilişkili olarak görmenin mimarlık sanatına ilişkin anlayışımız ve uygulamamızdaki rolünü de eleştirel olarak izlememiz önemlidir. Tüm sanatlar gibi mimarlık da temelde insanın zaman ve mekânda varoluşuna ilişkin sorularla karşılaşır, insanın dünyada olmaklığını dışa vurur ve anlatır. Mimar lık kendilik ve dünya, içsellik ve dışsallık, zaman ve süre, yaşam ve ölümle ilgili sorularla derinlemesine iç içedir. David Harvey şöyle yazıyor: Estetik ve kültürel pratikler mekân ve zamanın değişen dene yimine özgül biçimde açıktırlar, çünkü insan deneyiminin akışından mekânsal temsillerin ve yapıntıların inşa edilmesini gerektirirler.
Batı kültüründe, görmeye tarihsel olarak duyuların en soylusu olarak bakılmıştır ve düşünmenin kendisi görme terimlerinde düşünülmüştür. Klasik Grek dönemi düşüncesinde bile pekinlik görmeye ve görünürlüğe dayandırılıyordu. Herakleitos, fragman larından birinde şöyle yazmıştı: Gözler kulaklardan daha doğru tanıklardır. Platon, görmeyi, insanlığa verilmiş en büyük arma ğan olarak görüyor’ ve etik tümellerin tinin gözü yle görülebil mesi gerektiğinde israr ediyordu. Aristoteles de görmeyi en soylu duyu kabul ediyordu: Çünkü görece maddi-olmayan bilme biçimi sayesinde anlığa (intellect) en çok yaklaşan odur.
Bedeni anlamak daha kolay olsaydı, kimse bir zihnimiz olduğunu düşünmezdi.

Richard Rorty

Doğal ve tarihsel ortamların güçlü duygusal angajmanıyla karşılaştırıldığında, zamanımızın mimari ve kentsel ortamlarının kendimizi yabancı gibi hissettirmelerinin bir nedeni, çevre görme bakımından yoksul olmalarıdır.
Sanat deneyiminde kendine özgü bir alışveriş gerçekleşir; ben duygularımı ve çağrışımlarımı mekana ödünç veririm, mekan da bana, algılarımı ve düşüncelerimi ayartan ve özgürleştiren aurasını ödünç verir.
“Mimarlık, soyu tükenme tehlikesi altındaki bir sanat haline gelmiş durumda.”
“Aşınma ve yaşlanmanın izlerine yönelik bu korku ölüm korkumuzla ilişkilidir.”
“Bakışımızı geri çeviren ve dünyayı ikiye katlayan mimari ayna tuhaf ve korkutucu bir icattır.”
“…; modernist tasarım genel olarak anlığa ve göze yuva olmuştur, ama bedeni, diğer duyuları ve beraberinde anılarımızı, imgelemimizi ve düşlerimizi evsiz bırakmıştır.”
Bugün mimarlıkta en çok ihtiyaç duyulan şey, hayatta en çok ihtiyaç duyulan şeydir, yani dürüstlük. Dürüstlük, tıpkı insanda olduğu gibi, binada da en derin niteliktir
Michelangelo’nun mimarlığı da melankoli simgeleri sunmaz; onun yapıları bilfiil yas tutarlar. Bir sanat eseri deneyimlenirken tuhaf bir alışveriş gerçekleşir; eser aurasını yansıtır, biz de kendi duygu ve algılarımızı esere yansıtırız. Michelangelo’nun mimarlığındaki melankoli, temelde, eserin otoritesinin uyandırdığı melankolidir. Gizemli bir biçimde eserde kendimizle karşılaşırız.
İnşaatın, maddenin ve işçiliğin gerçeklerinden kopması, mimarlığı göz için sahne dekorlarına, maddenin ve inşanın sahiciliğinden yoksun bir senografiye dönüştürür.
Genel olarak sanat ve mimarlığın görevi de, tıpkı şiir gibi, salt birer izleyici olmakla kalmayıp, ayrılmazcasına ait olduğumuz farklılaşmamış bir iç dünya deneyimini yeniden kurmaktır.
modernist tasarım genel olarak anlığa ve göze yuva olmuştur, ama bedeni, diğer duyuları ve beraberinde anılarımızı, imgelemimizi ve düşlerimizi evsiz bırakmıştır.
Mimarlık, kendimizi mekan ve zamanla ilişkilendirmede ve bu boyutlara insani bir ölçü vermedeki birincil aracımızdır. Mimarlık sınırsız mekanı ve sonsuz zamanı evcilleştirerek insan için katlanılır, yaşanılır ve anlaşılır kılar.
Şiir, şiir ile okuyucunun buluşmasındadır, bir kitabın sayfalarına basılı imgelerde değil.
zamanımızın mimari ve kentsel ortamlarının kendimizi yabancı gibi hissettirmelerinin bir nedeni, çevrel görme bakımından yoksul olmalarıdır.
Şu açık ki, yaşamı yükselten mimarlık tüm duyulara birden seslenmeli ve kendilik imgemizi dünya deneyimimizle kaynaştırmalıdır.
Mimarlığın kavranışında, öğretilişinde ve eleştirilişinde görmeye öncelik veren eğilim, diğer duyuların dışarıda bırakılması, bunun sonucu olarak sanatlarda ve mimarlıkta duyusal ve duyumsal niteliklerin kaybolması, beni gitgide daha çok kaygılandırıyordu.
Tüm duygulandırıcı sanat deneyimlerinin altında bir melankoli duygusu yatar; bu güzelliğin maddesel olmayan zamansallığının hüznüdür.Sanat ulaşılamaz bir ideal ortaya atar: ebedi olana bir anlığına dokunan güzellik ideali.
İnsan umbilicus mundi’dir, yani dünyanın göbek deliği.
Mahrem yaşam duygumuzu yitirdik ve esasen evden uzakta kamusal hayatlar yaşamaya mecbur bırakıldık.
Mimarlık, varoluşta temellenen plastik ve mekansal deneyim yerine reklamcılık ve anında ikna stratejisini benimsedi; binalar varoluşsal derinlik ve içtenlikten kopuk imge ürünlerine dönüştü.
Son yirmi yılda uluslararası mimarlık yayıncılarının kutladığı mimari projelerin pek çoğu hem narsizmi hem de nihilizmi dışarı vuruyorlar.
Büyük bir yazar, sözleri aracılığıyla bütün bir şehri hayatın tüm renkleriyle inşa etmeye kadirdir. Ama önemli mimarlık yapıtları da hayata ilişkin eksiksiz imgeler yansıtırlar. Aslında büyük bir mimar mekanlarda ve şekillerde saklı ideal hayatın imgelerini açığa çıkarır.
İçinde doğduğumuz ev, oturmanın (inhabiting) çeşitli işlevlerinin hiyerarşisini içimize işlemiştir. Biz o özel evde oturmanın işlevlerinin diyagramıyız, diğer tüm evler temel bir temanın çeşitlemeleridir yalnızca. Unutmayan bedenlerimizin unutulmaz bir evle arasındaki tutkulu bağı anlatmak için ikamet etmek (habit) fazla aşınmış bir sözcüktür.
Mimarlık eninde sonunda taşlaşmış sessizliğin sanatıdır.
Benim görüşümde, mimarlığın görevi, Merleau-Ponty’nin Cezanne’ın resimleri hakkında söylediği gibi, dünyanın bize nasıl dokunduğunu görünür kılmak tır.
Beden salt bir fiziksel varlık değildir; bellekle ve düşle, geçmişle ve gelecekle zenginleşir. Hatta Edward S. Casey’ye göre, beden belleği olmadan bellek yeteneğimiz olamazdı. Dünya bedende yansır ve beden dünyaya yansır (projected). Sinir sistemimiz ve beynimizle anımsadığımız kadar bedenimizle de anımsarız.
Mimarlığın yarattığı işitsel deneyimlerin en önemlisi sükunettir. Mimarlık madde, mekan ve ışık haline getirilerek susturulmuş inşa faaliyetinin dramasını sunar. Mimarlık eninde sonunda taşlaşmış sessizliğin sanatıdır. İnşaat işlerinin gürültüsü bitip, işçilerin bağrışları silinip gittiğinde, yapı bekleme halindeki sabırlı bir sessizlik müzesine dönüşür.
Mimarlık dünyanın dikey boyutunun deneyimini güçlendirir. Bizi yeryüzünün derinliğinin farkında kılarken, aynı zamanda havalanma ve uçma düşü kurdurur.
Şehrin karşısına bedenimle çıkarım; pasajın boyunu ve meydanın enini bacaklarımla ölçer; bakışım bedenimi bilinçsiz biçimde katedralin cephesine yansıtır, bedenim orada silmelerin ve konturların çevresinde dolanır, girinti ve çıkıntıların boyutlarını duyumlar; bedenimin ağırlığı katedralin kapısının kütlesiyle buluşur ve kapının arkasındaki karanlık boşluğa girerken elim kapının topuzunu kavrar. Bedenim ve şehir birbirini tamamlar ve tanımlar. Ben şehirde barınırım, şehir de bende barınır.
Bilgisayar, yaratıcı ile nesne arasında bir uzaklık yaratır, oysa elle çizmek ve maket yapmak tasarımcıyı nesneyle ya da mekânla dokunsal temasa geçirir.
Felsefe çalışması – birçok bakımdan mimarlık alanında çalışma gibi – gerçekte daha ziyade kendi üzerine çalışmadır. Kişinin kendi yorumu üzerine. Şeyleri nasıl gördüğü üzerine
Ludwig Wittgenstein
İster sanatçı olsun ister zanaatçı, çalışırken dışsal ve nesnelleştirilmiş bir soruna odaklanmış olmaktan çok, kendi bedenleriyle ve varoluş deneyimlerini doğrudan doğruya işin içine katarak çalışırlar. Akıllı bir mimar bütün bedeni ile ve kendilik duygusuyla birlikte çalışır.
Zamanın sürekliliğinde köklenmiş olduğumuzu kavramaya zihinsel bir gereksinim duyarız ve insan yapımı dünyada, bu deneyime kolaylık sağlamak mimarlığın görevidir. Mimarlık sınırsız mekanı evcilleştirir ve onda ikamet etmemize izin verir, ama aynı şekilde sonsuz zamanı da evcilleştirmeli ve zamanın sürekliliğinde ikamet etmemizi sağlamalıdır.
Gaston Bachelard’ın belirttiği gibi, şair varlığın eşiğinde konuşur
Modern çağın temel olayı dünyanın resim olarak fethedilmesidir.
Gözler felsefenin organik prototipidir.
Gözlerin gizemi, yalnızca görmekle kalmayıp, kendilerini görürken görebilmeleridir.
[Ten] en eski ve en duyarlı organımızdır, ilk iletişim aracımız ve en etkili koruyucumuz Gözümüzün saydam ağ tabakasının üzerinde bile dönüşüme uğramış bir deri katmanı vardır Gözlerimiz, kulaklarımız,
burnumuz ve ağzımızın atası dokunmadır. Dokunma diğer duyulara dönüşerek farklılaşmıştır; dokunmanın öteden beri duyuların anası olarak değerlendirilmesi bu olgunun tanınması gibi görünmektedir.
Varlığımızın derinliği bugün ince buz üstünde duruyor.
Elmanın tadı meyvenin damakla temasındadır, meyvenin kendisinde değil; benzer biçimde şiir, şiir ile okuyucunun buluşmasındadır, bir kitabın sayfalarına basılı simgelerde değil. Asıl olan estetik edimdir, heyecandır, her okumada oluşan neredeyse fiziksel duygudur.
Jorge Luis Borges
Sanat deneyiminde kendine özgü bir alışveriş gerçekleşir; ben duygularımı ve düşüncelerimi ve çağrışımlarımı mekana ödünç veririm, mekan da bana, algılarımı ve düşüncelerimi ayartan ve özgürleştiren aurasını ödünç verir. Bir mimarlık yapıtı bir dizi yalıtık retinal resim olarak deneyimlenmez, tastamam kaynaşmış maddesel, cisimsel ve tinsel özüyle deneyimlenir. Gözün ve diğer duyuların dokunuşu için kalıba dökülmüş, haz veren şekiller ve yüzeyler sunar, ama aynı zamanda fiziksel ve zihinsel yapıları içine alır ve bütünleştirir, varoluş deneyimimize pekişmiş bir tutarlılık ve anlam verir.
Mimarlık sınırsız mekanı ve sonsuz zamanı evcilleştirerek insan için katlanılır, yaşanılır ve anlaşılır kılar.
Sanat ulaşılmaz bir ideal ortaya atar: ebedi olana bir anlığına dokunan güzellik ideali.
Felsefi düşünmenin önemli bir kısmı gerçekte yalnızca göz refleksidir, göz diyalektiğidir, kendini görürken görmektir.
Varlığımızın derinliği bugün ince buz üzerinde duruyor.
Sanat yalnız kişi tarafından yalnız kişi için yapılır.
Uyduruk bir düş dünyasında yaşatılmaktayız.
“Ellerin tarihi vardır; hatta kendi kültürleri ve kendi özel güzellikleri bile. Onlara kendi gelişimlerine, kendi dileklerine, duygularına, hal ve meşguliyetlerine sahip olma hakkını veririz ”
“Eser gözlemcinin bedeniyle etkileşirken, deneyim üreticinin bedensel duyumlarını yansıtır. Dolayısıyla mimarlık, mimarın bedeninden, eserle -belki yüzyıllar sonra- karşılaşan kişinin bedenine doğrudan iletimdir.”
• Mimarlık, kendimizi mekân ve zamanla ilişkilendirmede ve bu boyutlara insani bir ölçü vermedeki birincil amacımızdır. Mimarlık sınırsız mekânı ve sonsuz zamanı evcilleştirerek insan için katlanılır, yaşanılır ve anlaşılır kılar. •
• Beden salt bir fiziksel varlık değildir; bellekle ve düşle, geçmişle ve gelecekle zenginleşir. •
Yerçekimini ayağın tabanı ölçer; zeminin dokusunu ve yoğunluğunun izini tabanlanmızla süreriz. Günbatımında deniz kenarında yumuşak buzul kayasında ayakta durmak ve güneşin ısıttığı taşın sıcaklığını ayaklarında hissetmek, insanı doğanın ebedi döngüsünün parçası yapan olağanüstü sağaltıcı bir deneyimdir. İnsan yeryüzünün yavaş soluk alışını duyar.
Şehrin karşısına bedenimle çıkarım; pasajın boyunu ve meydanın
enini bacaklarım ölçer; bakışım bedenimi bilinçsiz biçimde katedralin cephesine yansıtır, bedenim orada silmelerin ve konturların çevresinde dolanır, girinti ve çıkıntıların boyutlarını duyumlar; bedenimin ağırlığı katedralin kapısının kütlesiyle buluşur ve kapının arkasındaki karanlık boşluğa girerken elim kapının topuzunu kavrar. Bedenim ve şehir birbirini tamamlar ve tanımlar. Ben şehirde barınırım, şehir de bende barınır.
“Benim görüşümde, mimarlığın görevi, Merleau-Ponty’nin Cezanne’ın resimleri hakkında söylediği gibi, “dünyanın bize nasıl dokunduğunu görünür kılmak”tır.
“Ama değişim görselin egemenliğinden ibaret değildir; mimarlık, durumsal bir bedensel karşılaşma olmak yerine, fotoğraf makinesinin aceleci gözü tarafından sabitlenen basılı görüntü sanatı haline geldi.”
“Bedenim gerçek anlamda dünyamın göbek deliğidir,merkezli bakış açısının görüş noktası anlamında değil,gönderimin, belleğin , ingelemin ve bütünleştirmenin yeri anlamında.”
Sanat uluşılamaz bir ideal ortaya atar: edebi olana bir anlığına dokunan güzellik ideali.
Evimiz bedenimiz, belleğimiz ve kimliğimizin sığınağıdır.
Binalar ve şehirler zamanın araçları ve müzeleridir. Tarihin geçişini görmemizi ve bireysel yaşamı aşan yaşam döngülerine katılmamızı sağlarlar.
Göz uzaklık ve ayrılığın organıdır,dokunma ise yakınlık, içtenlik ve sevecenliğin.
Bir kuş nasıl yuvasını bedeninin hareketleriyle şekillendirirse, geleneksel kültürlerde de beden inşaata kılavuzluk eder.
Bir şehrin niteliklerinin gerçek ölçüsü, ona âşık olmayı hayal edebilip edemediğimizdir.
Mimarlık, soyu tükenme tehlikesi altındaki bir sanat haline gelmiş durumda.
Mimarlık, bir araya getirilmiş kütlelerin ışık altında ustalıklı, şaşmaz ve görkemli oyunudur.
Görme bizi dünyadan ayırır, diğer duyular ise birleştirir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir