İçeriğe geç

Tek Partili Cumhuriyet Kitap Alıntıları – Mahmut Goloğlu

Mahmut Goloğlu kitaplarından Tek Partili Cumhuriyet kitap alıntıları sizlerle…

Tek Partili Cumhuriyet Kitap Alıntıları

İnsanlar dünyaya alınlarında yazılı olduğu
kadar yaşamak için gelmişlerdir.
Bizim sosyal
toplumumuzun başarısızlığının nedeni,
kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve
kusurdan doğmaktadır.
Tarih, Türk Devrimi’ni anlatırken bunun en
başta bir kurtuluş olduğunu söyleyecektir. Bu
kurtuluşun türlü evreleri içinde de, özellikle
kadınların kurtulmasını anacaktır.
12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik
Cemiyeti (Türk Dilini İnceleme Derneği)
kurulmuş, 23 Eylül 1932’de İstanbul’da
Dolmabahçe Sarayı’nda Birinci Türk Dili
Kurultayı toplanmıştı. Mustafa Kemal Paşa, 24
Eylül 1932’de, aralarında Bulgaristanlı Türk Dili
Uzmanı A. Dilaçar’ın (Agop Matyan) da
bulunduğu Dil Uzmanlar Kurulu ile görüşmüş,
26 Eylül 1932’de Dil Kurultayı’na gitmiş, Dil
Kurultayı da 26 Eylül gününü Dil Bayramı
olarak kabul etmişti.
24 Aralık 1934’te de, 2/1759 sayılı Kararname
ile Soyadı Tüzüğü yürürlüğe kondu.
Ziya Cevher Bey (Çanakkale) – Bizde
generallik ya da bu gibi yüksek rütbeler, ancak
ulusal işlerde alınan rütbeler olmalıdır. Milli
Mücadele’nin ve devletin verdiği generallikler
ancak kabul edilebilir. Bundan öncekilerini
kesinlikle kabul edemeyiz.
Bu sırada, İ. İnönü imzalı bir başbakanlık
tezkeresi ile ‘efendi, bey, paşa’ gibi unvan ve
lakapların kaldırılması hakkındaki kanun tasarısı
Meclis’e gönderilmişti. Tasarının gerekçesinde
şöyle deniyordu:
Türk Devrimi’nin en açık vasfı,
demokratik olmasıdır. Demokrasinin
temeli ulusal toplumun üyeleri arasında
ne kanunda, ne teşrifatta (protokol), ne
de işlemde hiç ayrılık olmamasıdır. Türk
tarihinin ilk çağlarında ulusun kişileri
arasında hiçbir ayrılık yoktu. Göze
görünen görev yeri ayrılıkları, herkese
verilen görevlerin ayrılıklarından ibaretti
ki, bu görevlerin türlü dereceleri arasında
önem bakımından ayrılık olsa da görevin
şerefi ve görevi yapanın haysiyeti
noktasından hiçbir ayrılık yoktu. O
çağlarda ulus adamları yalnız adları ile
anılır, adlarının başına hiçbir sıfat ve
paye eklenmezdi. Övünülen tek sıfat,
Türk ulusundan olmaktı. Bunun en
parlak örneği, Attila’nın
Her Türk’ün bir soyadı almasını zorunlu kılan
2525 sayılı kanunun uygulanma zamanı
yaklaşırken, İsmet Paşa’nın, yirmi iki arkadaşı
ile birlikte ve Malatya Mebusu sıfatıyla
imzaladığı bir kanun teklifi Meclis Başkanlığı’na
verildi. Tek esas maddesi olan teklif şöyle idi:
“Kâmal özadlı Cumhurbaşkanımıza ‘Atatürk’
soyadı verilmesi ” Aynı gün İçişleri
Komisyonu’ndan gelen raporda da şöyle
deniyordu: “Türk ulusuna tam bağımsızlığını
kazandıran ve ulusa gerçek tarihinin ve öz
dilinin yolunu gösteren Ulu Cumhurbaşkanımıza
‘Atatürk’ soyadının verilmesi çok yerinde
görülmüştür.” Tek konuşmacı olan İsmet Paşa
da şöyle dedi: “Düşündük ki, Soyadı Kanunu
uygulanırken Büyük Önder’in taşıyacağı adı
belirtmek, Büyük Meclis’in borcu ve hakkıdır.
İnanıyoruz ki, ‘Atatürk’ adı ile büyük Türk
ulusu, en büyük oğluna, en büyük ve saygılı
seslenişini yapmış olacaktır.”
Maddelere geçildi ve “Her Türk özadından
başka, soyadını da taşımak zorundadır.
Söyleyişte, yazışta, imzada özad önde, soyadı
sonda kullanılır. Rütbe ve memuriyet, aşiret
ve yabancı soy ve ulus adları ile umumi edebe
uygun olmayan ya da iğrenç ve gülünç olan
soyadları kullanılamaz” gibi hükümleri içine
alan 2525 sayılı Soyadı Kanunu kabul edildi ve
altı ay sonra uygulanmak üzere, 2 Temmuz
1934’te yayınlandı.
16 Haziran 1934 günü herkesin bir soyadına
sahip olması hakkında hükümet tarafından
düzenlenmiş bir tasarı ile Muğla Mebusu Nuri
Bey tarafından verilmiş bir teklif ve bunlar
hakkındaki Komisyon Raporları’nın Meclis’teki
görüşülmelerine başlandı.
3 Aralık 1933’teki yangında 12.000’den
fazlası Birinci Ticaret Mahkemesi’ne, 9.700’ü
Birinci ve İkinci Hukuk Mahkemeleri’ne,
1.300’ü Üçüncü Hukuk Mahkemesi’ne ait
olmak üzere 500.000 dosya ile, Beşinci ve
Altıncı Hukuk Mahkemeleri’ne ait 835.000,
Birinci ve İkinci İflas Daireleri’ne ait 265.000,
Sultanahmet Sulh Mahkemesi’ne ait 16.969’u
1933 yılına ait olmak üzere sayısı bilinemeyecek
kadar ve İcra Daireleri’ne ait 150.000’den çok,
Ceza Mahkemeleri’yle Sorgu Hakimlikleri’ne ait
22.000 dosyanın İstanbul Adliye Binası’nda
yandığı anlaşıldı.
Lozan’da 30 Ocak 1923’te
imza edilmiş olan Sözleşme’nin II. Maddesi
gereğince kurulmuş olan ‘Türk-Rum Ahâli
Mübadele Komisyonu’nun kaldırılması
hakkındaki 9 Aralık 1933 tarihli Sözleşme’yi
onaylayan 2374 sayılı kanun kabul edildi.
Türkiye Cumhuriyeti ile İran Devleti arasında
5 Kasım 1933’te Ankara’da imzalanmış olan
Dostluk Sözleşmesi de 28 Aralık 1933’te 2375
sayılı kanunla onaylandı.
3 ve 4 Temmuz 1933’te Londra’da imza
edilmiş olan sözleşme belgelerine katılan
devletler, imzaladıkları Briand-Kellog
Antlaşması ile birbirlerine saldırmamaya söz
vermişlerdi.
Cumhuriyetin Onuncu Yılındaki Bütçe
Kanunu ile de, Dolmabahçe, Beylerbeyi, Göksu,
Tophane, Aynalıkavak, Ihlamur saray ve
köşkleri Büyük Millet Meclisi’ne devrolundu.
Osmanlı
İmparatorluğu‘nun, Lozan Antlaşmasının
yürürlüğe girdiği tarih olan 6 Ağustos
1924’teki toplamı 161.303.833 nominal
lira olarak tespit edilmiş ve bundan
Türkiye’nin payına, 82.456.337 lirası
uzun vadeli istikrazlardan, 21.550.188
lirası mütedahillerden, 3.521.936 lirası
hazine bonolarından olmak üzere olarak
107.528.461 lira ayrılmıştır.
Görüşmelerin Tarihçesi: Lozan
Antlaşması, Osmanlı borçlarının
imparatorluktan toprak almış mirasçı
devletler arasında bölüştürülmesi esasını
koymuştur. Osmanlı Borçları Meclisi,
antlaşmanın hükümlerini uygulayarak,
borçlu devletlerin vereceklerini tespit
ederek 6 Kasım 1924’te kendilerine
bildirmiştir. İlgili devletlerin bu ödeme
taksitlerini kabul etmemeleri sonucunda
olay, Milletler Cemiyeti’nin tayin ettiği
bir hakeme gönderilmiş ve Hakem 18
Nisan 1925 tarihli karar ile borçlu
devletlerin paylarını tespit etmiş Lozan
Antlaşması’nın 49. maddesi gereğince 1
Temmuz 1925 tarihinde Fransa Dışişleri
Bakanlığı’nda toplanan bir komisyon,
tespit edilen yüzdelere göre, Osmanlı
Borçları’nın anaparasını borçlu devletler
arasında paylaştırmıştı.
İç borçlanma karşılığı olarak
Osmanlı Bankası’na konulmuş olan altınlardan
80.000’i işgal komutanları tarafından Damat
Ferit Hükümeti’ne verilince, arta kalan 380.000
altını elden kaçırmamak için Ankara Hükümeti,
henüz İstanbul’a el koymadan önce satın almış
ve gizlice Ankara’ya getirmiştir. Damat Ferit’in
İstanbul Ziraat Bankası’ndan aldığı 227 milyon
lira ise, tamamen karşılıksız kalmıştır.
Meşrutiyet’in ilanından Genel Savaş’a
girdiğimiz güne kadarki Üçüncü Dönemde de,
borçlanma politikasına daha büyük bir hevesle
ve genişlikle devam edilmiştir. Bu yedi yıllık
dönemde yapılan borçlanmanın toplamı,
46.633.442 lirası avans olmak üzere,
76.864.728 liradır.
Yine Abdülhamit zamanında yıllık ayrılan
kısmı en çok 890.000 Türk Altını olan
Demiryolları İşletme Kilometre Teminatı vardır.
Toplanıp alınmaları Genel Borçlar Kurumu’na
bırakılan karşılıklar da şunlardır: Haydarpaşa-
Ankara, Selanik-Manastır, Dedeağaç-Selanik,
Eskişehir-Konya, İzmir-Kasaba, Alaşehir-Afvon,
Konya-Ereğli, Hama-Revak, Bağdat Hattı İkinci
ve Üçüncü Kısımları, Alpullu-Kırklareli gelirleri.
Muharrem Kararnamesi’nden yani
1881’den 1908 Meşrutiyet devrimine kadarki
İkinci Dönem’de, Abdülhamit zamanının
borçlanmaları toplam olarak 68.625.425 Türk
Altını’dır. Bu dönemdeki borçlar süre
bakımından daha uygun ve miktar bakımından
daha az görünürse de koşulları bakımından
ötekilerden daha ağırdır. Bu borçlanmalar
içinde, 1890’da çıkarılan Osmanlı Tahvilleri,
1891, 1894, 1896 İstikrazları, 1903 Saydı Mahî
(Deniz Avcılığı) İstikrazı, 1904 İstikrazı, Bağdat
Demiryolları İstikrazları, 1908 Teçhizatı
Askeriye (Askerlik Donanım) İstikrazı, 1901 –
1905 İstikrazı, 1893 Tömbeki İstikrazı, 1894
Şark Demiryolları İstikrazı, 1902 Gümrük
İstikrazı, Konya Ovası İrva ve İska (sulayıp
verimlendirme) İstikrazı gibi borçlanmalar
vardır.
Maliye
Nezâretleri (Osmanlı maliye bakanlıkları) ise,
mali işlerde kendilerinden daha çok söz geçirir
durumda gördükleri Genel Borçlar Kurumu’nu,
para bulma işlerinde başvuracak bir yer sayarak
kayıtsız ve şartsız ona teslim olduklarından, kırk
yıldan çok bir süre, Genel Borçlar Kurumu üyesi
ve çok kere de başkanı olan bir yabancı,
İstanbul maliyesi tahtının gerçek kıralı
durumunda idi.
Sonuç olarak, Muharrem Kararnamesi, Batılı
sermaye sahiplerinin Türkiye’yi,
kapitülasyonlardan daha da geniş bir şekilde
sömürmesini programlaştırmıştır.
Genel Borçlar Kurumu
memurları, devlet memurlarının sahip oldukları
bütün haklara ve emeklilik hakkına sahip
oldukları gibi kendi kurumları içindeki türlü
imkânlardan da ayrıca yararlanırlardı.
Kurumdaki yardım sandıklarının anaparaları ise,
yine Devlet Hazinesi’nden çıkardı. Ve gerek
Muharrem Kararnamesi’ne, gerekse kurumun
imtiyazına ve bağımsızlığına en küçük bir
aykırılıkta bulunulursa, alacaklıların, borcun aslı
olan 210 milyon altının tamamını istemek
hakları vardı. Alacaklılar, kurumun yönetim
kurulunda Türk yargıçlarını temsil etmek üzere
bulunacak olan bir üyenin seçimini de ellerinde
tutmak için, borsalardan satın aldıkları Türk
tahvillerini kurumun emrinde tutarlar, dört yılda
bir kere Belediye’de yapılan seçimde
istediklerini seçtirip oy çokluğunu ellerinde
bulundururlardı.
Genel
Borçlar Kurumu’nun onayını almadan bu
vergilerin oranlarını değiştiremezdi. Artan gelir,
daima onun elinde ve emrinde kalırdı. Kurumun
harcamalarına, memurlarının maaşlarına hiç
karışılamazdı. Hatta 1908 Meşrutiyet Devrimi
üzerine Millet Meclisi’nde, Genel Borçlar
Kurumu bütçesinin Genel Bütçe içine konması
bile sadece bir şekilden ibaretti. Bu kurumun
sadece maaş ve idare masrafları, 700.000-1
milyon altın arasında idi.
A) Devletin borç senetlerini ellerinde
bulunduranlarca seçilecek, yedide altısı yabancı
olmak üzere, bir Düyunu Umumiye Meclisi
İdaresi (Genel Borçlar Yönetim Kurulu)
meydana getirilmiştir. Bu kurulun yetkisi kesin,
yönetimi bağımsızdır.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, ‘Afyon
Yasağı’ hakkındaki uluslararası antlaşmalara
katılarak dünyaca beğenilen ve övülen bir başarı
aşamasına kavuşur, özellikle üniversite
öğrencilerinin yönettiği Türk gençliği
milliyetçilik alanında örnek ve uygarca
atılımlarda bulunurken, dış ilişkilerin
gelişmesinden de yararlanılarak Osmanlı
İmparatorluğu’ndan devralınan Düyunu
Umumiye de (Genel Borçlar) oldukça başarılı
şekilde tasfiye ediliyor, hükümetle alacaklılar
arasında imzalanan bir antlaşma, onaylanmak
üzere Meclis’e sunuluyordu.
Bulgaristan’ın Deliorman Türk
bölgesindeki Türk mezarlığı, 16 Nisan 1933
gecesi, çoğu öğrenci olan elleri kazmalı, baltalı
Bulgarlar tarafından vahşice yıkılıp yok
edilmiştir. Önce mezarlık bekçisinin kulübesini
yakmışlar, sonra mezarlığın kapı ve
parmaklıklarını yıkmışlar, daha sonra mezar
taşlarını kırıp mezarlığı açmış ve çıkardıkları
ölülerin kemiklerini etrafa saçmışlar. Korku
içinde sokaklara fırlayarak bağırıp çağıran Türk
kadın ve çocuklarının yakınmalarına da hiçbir
Bulgar makamı kulak asmamıştır. Türkler
sabaha kadar, atalarının ortalığa atılmış
kemikleri başında ağlamışlardır.
3 Mart 1933 günü İstanbul
Halkevi’nde yapılan bir gençlik toplantısında
konuşan Milli Türk Talebe Birliği Başkanı
Tevfik Bey, dil konusunu ele almış ve toplantı
sonunda Türkiye’de sadece Türkçenin hakim
olması için gereken her türlü çabanın
gösterilmesi ve bu arada bir miting de yapılarak
azınlıktaki vatandaşlarımızın uyarılması
kararlaştırılmıştır.
1933 yılının ilk önemli gençlik hareketi
‘Vagonli Olayı’ diye anılır. Şubat sonlarında bir
gün, kısaca ‘Vagonli’ (Vagon-Lits) olarak anılan
Yataklı Vagonlar Şirketi’nin Türkiye temsilcisi
yabancı uyruklu Jannoui’nin, şirketin Türk
memurlarından birinin telefonda Türkçe
konuştuğuna kızdığı ve Türkçeye hakaret ederek
memuru da işinden çıkardığı duyuldu. Bu
söylentileri duyan üniversite öğrencileri, şirket
müdürüne layık olduğu cevabı ve dersi verme
kararını aldılar. Kısa sürede bütün milliyetçi
gençlik, olayı ve kararı duydu. Profesör Tahir
Bey’in önlemek istemesine rağmen, büyük
çoğunluğu üniversite öğrencisi olan milliyetçi
gençlik, günün geç saatinde Yataklı Vagonlar
Şirketi’nin bulunduğu binanın önünde
toplanmaya başladı. Bir kısım halk da gençlerin
arasına katılınca büyük bir topluluk oldu. Şirket
müdürü durumu görür görmez çalışmayı
durdurdu, memurları gönderdi ve büronun
kepenklerini kapattırdı. Bu sırada bina önündeki
topluluk çok büyümüş, topluluğa katılanların
sayısı binleri aşmıştı. Gençler, “Bu memlekette
sadece Türkçe vardır” diye bağırıp şirketi
protesto etmeye başladılar ve ellerine
geçirdikleri her şeyle büroya hücum ettiler.
Kepenkleri koparıp camları kırdılar
1933 yılı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
milliyetçi gençlik hareketlerinin yoğunluk
kazandığı bir dönemdir. Ve milliyetçi gençlik,
Yüksek Mühendis Okulu öğrencilerinden Tevfik
(İleri) Bey’in başkanlığındaki bozkurt amblemli
Milli Türk Talebe Birliği’nde toplanmıştı. Birlik
Başkanı Tevfik Bey’in etkileyici ve sürükleyici
bir kişiliği ve konuşma gücü vardı.
1 Şubat 1933 günü, Ulu Cami’de
namaz kılan yüz kadar kişi, ezan başka yerlerde
Arapça okunuyor da Bursa’da niçin Türkçe
okunuyor diye çıkarılan söylenti üzerine,
durumun nedenini öğrenmek için camiinin
yakınındaki Vakıflar Müdürlüğü’ne gitmişlerdi.
Vakıflar Müdürü, bunun Vali’ye sorulması
gerektiğini söyleyince Valiliğe giderek Vali ile
görüşmek istemişler ve fakat Vali’nin evde
olduğu cevabını alınca Valilik binasının
merdivenlerine oturup beklemeye başlamışlardı.
Bu sırada durum Vali’ye bildirilmiş, gerekli
güvenlik tedbirleri alınmış, Ankara’ya çekilen
bir telgrafla da olay, gericilerin bir ayaklanması
diye anlatılmıştı.
“Ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti
şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi
olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, ‘Uygarlık
Tarikatı’dır. Uygarlığın emir ve isteklerini
yapmak, insan olmak için yeterlidir. Bağlı
olmakla gönül kanısı ve mutluluk duyduğumuz
İslam dinini, yüzyıllardan beri alışılmış olduğu
üzere bir politika aracı olmak durumundan
çıkarıp, yükseltmenin gerekli olduğu gerçeğini
görüyoruz.”
Mustafa Kemal Paşa, din
alanındaki devriminde bu aşama ile de
kalmamış, halkın namaza kendi diliyle
çağrılması için ezanın Türkçe okunmasını
istemiş ve 1932 yılının başlarındaki bir
Kadir Gecesi’nde (Ramazan ayının yirmi
yedinci gecesi) ilk Türkçe ezanı
okutturmuştu. İlk Türkçe Kuran
İstanbul’un Fatih Camii’nde, ilk Türkçe
hutbe de Süleymaniye Camii’nde
okunmuştu.
1933 yılının en önemli olayı
Türkiye’nin, Uluslararası Afyon Kontrolü
Antlaşması’na katılması idi. Afyonun kontrolü
konusundaki uluslararası çalışmalara 1912’de
başlanmış ve ilk toplantı Lahey’de yapılmıştı.
İkinci toplantı 1924’te yine Lahey’de olmuştu.
Üçüncü toplantı Cenevre’de yapılmış ve
1931’de yine Cenevre’de yapılan dördüncü
toplantıda ‘Afyon Kontrolü Uzlaşması’na dokuz
ülkenin (Kanada, Hindistan, Nikaragua, İran,
Peru, Portekiz, Sudan, İsveç, ABD) katıldığı
anlaşılmıştı. Ve Milletler Cemiyeti’nin, meşruluk
dışı uyuşturucu maddeler ticaretine ait son
raporu da bu konuda en kabahatli ülkenin
Türkiye olduğuna işaret ediyordu.
9 Ocak 1933’te, Suriye’de Türklere ait
taşınamaz mallar ile Türkiye’deki Suriyelilere ait
taşınamaz malların sahiplerine geri verilmesi ve
tasfiyesi hakkında 27 Ekim 1932’de Fransa
Temsilcisi ile Ankara’da imzalanmış olan
Anlaşma Belgesi onaylandı (Kanun: 2089).
Hükümete, ikramiyeli iç borçlanma yetkisi veren
2094 sayılı kanun çıkarıldı. (Zabıt Ceridesi: 12
Ocak 1933) Lozan
(Mahkeme Nâzım Hikmet’e beş yıl hapis
cezası vermiş, Yargıtay cezayı çok bulup kararı
bozmuş, mahkeme bozmaya uyup cezayı dört
yıla indirmiştir. Sanık, ‘Cumhuriyetin Onuncu
Yılı’nda çıkarılan af kanunundan yararlanmış ve
hapis yattığı günler sayılınca, Ağustos 1934’te
serbest bırakılmıştır.)
1932 yılının dış ilişkilerine gelince: 2011 ve
2012 sayılı kanunlarla, İran’la sınır çizgisi
hakkında Tahran’da imzalanmış olan Uzlaşma,
Adlî Tesviye, Hakem Antlaşmaları onaylandı.
2014 sayılı kanunla, İsveç’le yapılan Adlî
Tesviye ve Hakem Antlaşması kabul edildi.
Ruslarla 17 Aralık 1925’te Paris’te imzalanan
Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması ile buna ek
olan üç potokol, ve Ankara’da imzalanan 17
Aralık 1929 tarihli Uzatma Protokolü ve 7 Mart
1931 tarihli Denizcilik Protokolü’nün uzatılması
için 30 Ekim 1931’de Ankara’da imzalanmış
olan potokol 2028 sayılı kanunla onaylandı.
Norveç hükümeti ile yapılan Ticaret ve Deniz
Taşımacılığı Antlaşması’nı onaylayan 2040
sayılı kanun kabul edildi.
Üçüncüsü, ‘Maliye Bakanlığı Evrak
Mahzeni’dir, Beyazıt’tadır. Daha eski zamanlara
ait (yani bakanlık kurulmasından önceki
işlemlere ait) evrak Sultanahmet’teki özel
mahzendedir. Topkapı’nın iki yanındaki taş
odalarda bulunan evrak ile Helvahane
Camii’ndeki evrak da 1920 yılında buraya
taşınmıştır. İşte, satılan evrak bu mahzendeki
evraktır.
İkincisi, ‘Defterhane Evrak Mahzeni’dir.
Sultanahmet’tedir. Kaldırılmış Defter-i Hakanî
(Padişah’a ait malların tapu defteri) idaresine ait
evrak ve defterler vardır.
“Evrak Mahzenlerinin birincisi, ‘Babıâli
Hazine-i Evrak’dır. 1846’da yapılan Hazine-i
Evrak Dairesi ile Cevat Paşa Kütüphanesi ve
Ebussuud Efendi Dershanesi içindedir. Ayrıca il
binası altında kaldırılmış sadrazamlığın evrak
mahzeni ile İçişleri ve Danıştay’ın evrak
mahzenleri vardır. Hepsi birden ‘Babıâli Hazinei
Evrak’ denilen binalar topluluğunu meydana
getirir. Bunlardan asıl Hazine-i Evrak binasında,
başlıca eski antlaşmalar ve sözleşmeler, Padişah
buyrukları, hüküm defterleri, maaş defterleri,
ordu ve donanma komutanlarıyla ve valilerle
olan yazışmalar durmaktadır. Bunlar genellikle
iyi saklanmaktadırlar. Cevdet Paşa Kütüphanesi,
eskiden Topkapı Sarayı’nda iken Meşrutiyet’in
ilanından sonra oradan kaldırılan belgelerin
içinde bulunduğu mahzendir. 600 araba ile
taşınmıştır, önce 46.000’i, sonra Ali Emiri
Efendi tarafından 170.000 kadarı sıralanıp
düzene sokulmuştur. Tümünün 1,5 milyon kadar
olduğu sanılır. Ebussuud Efendi Mahzeni,
Babıâli binası arkasındadır, burada 1200-1300
yılları arasındaki döneme ait belgeler vardır.
1932 yılının ilgi çekici olaylarından biri de,
tarih değeri taşıyan resmi evrakın kilo ile
satılışıdır. Manisa Mebusu Refik Şevket Bey, bir
soru önergesi ile konuyu Meclis gündemine
getirmiş, Maliye Bakanı Abdülhâlik Bey de
olayın doğru olduğunu, kilo ile satılan evrakın
Bulgaristan’a götürüldüğünü, değerlisi ile
değersizini ayırmadan satış yapan memur
hakkında soruşturma açıldığını, Bulgaristan’a
götürülen evrakın geri istendiğini, bunun üzerine
evrakın 33 çuval içinde elçiliğimize teslim
edildiğini ve fakat hepsinin bundan ibaret olup
olmadığının ve bazılarının alıkonulup
konulmadığının bilinmediğini söylemişti.
1932 yılının ikinci yarısında, Mustafa Kemal
Paşa’nın kurmaya çalıştığı tek partili cumhuriyet
düzeni tamamlanmışa benziyordu.
Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa,
‘bana ne’ dememeliyiz.
“Yenen devletler, yenilenlere barış şartlarını
zorla kabul ettirirlerken, bu memleketlerin etnik,
jeopolitik ve ekonomik özelliklerini hiç göz
önüne almamışlar ve sadece düşmanlık
duygularından etkilenmişlerdir. Bu nedenle, dün
olduğu gibi yarın da, Avrupa’nın geleceği,
Almanya’nın alacağı duruma bağlı bulunacaktır.
Bugün Avrupa’nın doğusunda bütün uygarlığı
ve hatta insanlığı tehdit eden yeni bir kuvvet
belirmiştir. Bütün maddi ve manevi olanaklarını,
toptan olarak dünya ayaklanması amacı uğrunda
seferber eden bu korkunç kuvvet, üstelik
Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz bilinmeyen
yepyeni politik metotlar uygulamakta ve
rakiplerinin en küçük yanlışlıklarından bile tam
yararlanmasını bilmektedir. Avrupa’da çıkacak
bir savaşın başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa,
ne de Almanya’dır. Sadece Bolşevizm’dir.
Rusya’nın yakın komşusu ve bu memleketle en
çok savaşmış bir millet olan biz Türkler, orada
olup bitenleri izliyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığı
ile görüyoruz.”
Ve Mustafa Kemal Paşa’nın, dışişleri ile ilgili
çalışmalarında Türk hükümetine verdiği yön,
tüm dünya devletlerince uyulması gerekli,
değerli ve önemli bir ilke olarak kabul edildi.
Konuşmalar sona erince, Başkan, konuşmaları
özetleyerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin Gazi
Mustafa Kemal Paşa’nın verimli ve aydınlık
yönetiminde yaptığı ilerlemelerin temellerini
belirtti, genç ve güçlü Türkiye Cumhuriyeti’nin
Milletler Cemiyeti üyeliğine çağrılmasında,
Cemiyet üyelerini birlik halinde görmekten
mutlu olduğunu ve kararın Genel Sekreter
tarafından hemen Türkiye hükümetine
duyurulacağını, Türkiye’nin cevabı gelince de
hemen bütün delege kurullarına bildirip
Cemiyet’i 18 Temmuz’da tekrar toplantıya
çağıracağını, yapılacak toplantıda Türkiye
delegelerinin de Cemiyet’teki yerlerini
alacaklarını açıkladı.
İngiliz Delegesi Lord Londonderry de,
“Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne alınması
dünya çapında memnuniyet doğuracaktır.
İngiltere hükümeti, Türkiye’nin önemli bir
istikrar ve barış unsuru olduğu kanısındadır.
Türkiye’nin işbirliği, yalnız coğrafya durumu
bakımından değil, aynı zamanda Gazi’nin çok
üstün ve seçkin yönetimi altında izlediği politika
bakımından da gereklidir. Gazi, milli bir eserin
mutlaka dar bir milletçiliği gerektirmediğini
görmüş ve milletlerin bir araya gelip
toplanmalarında Türkiye’nin oynaması gereken
rolü gözler önüne koymuştur. Böylece eski
düşmanlıklar unutulmuş ve eski dostluklar tekrar
canlandırılmıştır. Bu doğrultuda Türkiye’nin
aldığı yolu memnunlukla karşılayabiliriz.
Türkiye çağrıyı kabul ederse İngiltere hükümeti
bunu ilk kabul edeceklerden biri olacaktır” dedi.
Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nun, 6
Temmuz 1932 tarihli toplantısında yapılan
konuşmalar ise çok daha önemli idi. İlk sözü
alan İspanya Delegeler Kurulu Başkanı M.
Madarlaga şöyle diyordu: “Terk-i Teslihat
(Silahlanmayı Bırakma) Konferansı Genel
Komisyonu’nun 13 Nisan birleşiminde Türkiye
Dışişleri Bakanı, amacının iyi anlaşılıp
anlaşılmadığını ve Türkiye’nin anlattığı şekildeki
siyasetinin Milletler Cemiyeti kavramının
anlamına uygun olup olmadığını sormuştur.
Tevfik Rüştü Bey, bu soylu davaya katılmak için
Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir engel
tanımayacağı hakkında Konferans’a teminat
verebileceğini de sözlerine eklemişti.
Ekim 1932’de Bükreş’te üçüncü kez
toplanacak olan Balkan Konferansı delegelerine
karşı Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı bu
konuşmadan da anlaşılmaktadır ki, Türkiye’nin
açıkça görünen siyaseti sadece komşu milletlerle
dostluk ilişkileri kurmak değil, o komşular
arasında daha iyi anlaşmalar da meydana
getirmektir.
Devletçiliği, Mustafa Kemal Paşa gibi anlayıp
benimseyen devlet adamı, o sırada hem mebus,
hem de İş Bankası Genel Müdürü olan Celâl Bey
(Bayar) idi. Özel teşebbüs heveslerinin
desteklenmesini gerekli görüyordu.
Mustafa Kemal Paşa ise Devletçilik hakkındaki
düşüncesini şöyle anlatıyordu:
Türkiye’nin uyguladığı devletçilik
düzeni, on dokuzuncu yüzyıldan beri
sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdüğü
düşüncelerden alınarak aktarılmış bir
sistem değildir. Bu sistem, Türkiye’nin
ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye özgü
bir sistemdir. Devletçiliğin Türkiye’deki
anlamı şudur: Kişilerin özel
teşebbüslerini esas saymak, fakat büyük
bir milletin ve geniş memleketin bütün
ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin
yapılmadığı ülke ekonomisini devletin
eline almak.
Bütün sanayi kuruluşlarına ve davranışlarına
yardımcı olacağı kanısı ile 2064 sayılı Sanayi
Kredi Bankası Kanunu çıkarıldı. 2058 sayılı
kanunda da, tüm sanayi teşebbüslerinin
gerçekleştirilmesiyle uğraşacak olan Devlet
Sanayi Ofisi kurulmuştu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi de, ekonomik
bunalıma çare olacağını umduğu yasaları
çıkarmaya devam ediyordu. 11 Haziran
1932’de, Türkiye’de ancak Türk vatandaşlarının
yapabileceği işler hakkında 2007 sayılı kanun
kabul ediliyor ve 2068 sayılı kanunla da Türkiye
iskele ve limanları arasındaki posta seferleri
devlet tekeli altına alınıyordu.
Memleket içinde yapılan şekeri de İç Tüketim
Vergisi’ne bağlayan 1994, Muamele Vergisinin
bazı oranlarını arttıran 1995, yeni gelir
kaynakları ile İktisadi Buhran Vergisi
Kanunu’nu değiştiren 1996 sayılı kanunlarla bu
karmaşık ekonomik durumun zorunlu ihtiyaç
haline getirdiği 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu
çıkarıldı.
Gerek dünyadaki, gerekse Türkiye’deki
ekonomik bunalım ve sıkıntılar 1932 yılında da
bütün şiddetiyle devam ediyordu. Önce tarım
ürünlerinin çok artması ürün fiyatlarını
düşürmüş, fiyatlar düşünce de üretim azalmış ve
durmuş, bu yüzden işsizlik ve parasızlık
başlamış, uluslararası alışveriş çok azalmıştı.
Hele dış ülkelere satılacak malları tarım
ürününden ibaret olan devletlerin durumu çok
daha sıkıntılı idi. Ve bütün devletler, bu genel
ekonomik bunalımın tehlikelerinden
kurtulabilmek için tedbirler arıyor ve özellikle
kendine yeterli olabilmeyi, en etkili çare ve
kurtuluş yolu olarak görüyorlardı. Bu tedbiri
alanların, bu yola girenlerin başında da Sovyet
Rusya vardı. Başbakan İsmet Paşa, 1930’daki
Rusya seyahatinde bunu ve bu uğurdaki
çalışmaları açıkça görmüştü.
Madde 1: Cumhuriyet Halk Partisi
cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi,
laik ve devrimcidir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne de kendi
istediği ve seçtiği mebusları getirten Mustafa
Kemal Paşa, tek partili cumhuriyet düzenini
tamamlamak için, Cumhuriyet Halk Partisi’ne de
bu amaca uygun bir çekidüzen vermek amacı ile
parti kurultayını toplantıya çağırdı. 10 Mayıs
1931’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin İkinci
Büyük Kurultayı toplandı. (Mustafa Kemal Paşa,
Cumhuriyet Halk Partisini Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti’nin devamı gibi saydığı ve Sivas
Kongresini de Halk Partisi’nin birinci kurultayı
gibi gösterdiği için Halk Partisi’nin İkinci
Kurultayı’na, Üçüncü Kurultay da denir.)
Dördüncü Büyük Millet Meclisi ilk toplantısını,
4 Mayıs 1931’de, en yaşlı üye olan İstanbul
Mebusu Abdülhak Hamit Bey’in (Tarhan)
başkanlığında yaptı. Meclis Başkanlığı’na yine
Balıkesir mebusu Kâzım Paşa (Özalp) seçildi.
Başkan vekilliklerine de Trabzon Mebusu Hasan
(Saka), İzmir Mebusu Vâsıf (Çınar), Bursa
Mebusu Refet beyler getirildiler.
10 Nisan 1931’de toplanan Türk Ocakları Kongresi de
kendi örgütlerini kapatmaya ve Halk Partisi’ne
katılmaya karar verdi. 10 Mayıs 1931’de
toplanan Halk Partisi Büyük Kurultayı da bu
kararı kabul etti.
Mustafa Kemal Paşa, 25 Mart 1931 gününde,
şu açıklamayı yaptı: “Milletlerin tarihinde bazı
dönemler vardır ki, belli amaçlara varabilmek
için maddi ve manevi tüm güçlerin hepsini bir
araya toplamak ve aynı doğrultuya dönmek
gerekir. Yakın yıllarda milletimiz böyle bir
toplanma ve birleşme davranışının önemli
sonuçlarını almıştır. Memleketin ve devrimin
içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere
karşı korunması için, bütün Milliyetçi ve
Cumhuriyetçi güçlerin bir yerde toplanması
gerekir. Kurulduğu günden beri bilim alanında
halkçılık ve milliyetçilik inançlarını tam bir
inanışla ve bağlılıkla yaymaya çalışan ve bu
yolda memnunluk verici hizmetlerde bulunmuş
olan Türk Ocakları’nın, aynı esasları politika ve
uygulama alanında gerçekleştiren Partimle, tüm
anlamıyla tek bir varlık olarak çalışmalarını
uygun gördüm. Bu kararım, bu milli örgüt
hakkında duyduğum güveni anlatır. Aynı türden
olan güçler, ortak amaç yolunda
birleşmelidirler.”
1931 yılı başlarında bir akşam, Türk
Ocakları Genel Başkanı Hamdullah Suphi Bey
(Tanrıöver), Çankaya’ya çağrıldı. Mustafa
Kemal Paşa, görüşme konusunun Türk Ocağı
olduğunu söyledi ve ilk sözü Türk Ocaklı Vâsıf
(Çınar) Bey’e verdi. Vâsıf Bey, yapılan ve
yapılmakta olan devrimlerden sonra, artık Türk
Ocakları’nda yapacak iş kalmadığını, Türk
Ocağı’nın tarihsel görevini tamamladığını anlattı.
Türk Ocaklı Dr. Reşit Galip Bey de aynı görüşe
katıldığını bildirdi. Bu görüşü belirten bir
tutanak düzenlendi. Orada bulunan Celâl Bey
(Bayar) ile birlikte hepsi tutanağı imzaladı.
Hamdullah Suphi Bey her ne kadar, bu gibi
kuruluşların görevlerinin hiçbir zaman
bitmeyeceğini anlatmaya çalıştı ise de, Türk
Ocakları’nın kapatılmaları hakkında peşin ve
kesin bir kararın mevcut olduğunu anladı ve
sonunda o da tutanağa imzasını koydu.
İlk olarak Türk Ocağı ele alındı. Türk Ocağı,
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türkler arasında
birlik ve beraberlik yaratmak amacı ile, 190 Tıp
Fakültesi Öğrencisi tarafından fiilen 1911
yılında, resmen 1912’de kurulmuştu.
4 Şubat 1931’de Aydın’da ve 13 Şubat
1931’de Malatya’da Türk Ocakları’nı ziyaret
etti, yaptığı konuşmalarda özellikle demiryolu
yapımının önemi üzerinde durdu. İşte bu
gezisinde, Aydın’da Halk Partisi’ni büyük bir
yenilgiye uğratan Serbest Fırka mensubu Adnan
Menderes’i tanıdı ve Menderes’i Halk
Partisi’nden mebus yaptı.
27 Ocak 1931 günü İzmir Halk Partisi
Kongresi’nde konuşan Gazi, tek partili
cumhuriyet düzenini kurmak için giriştiği
çabaları şöyle anlattı:
“Partimiz, öteki ülkelerde olduğu gibi,
herhangi bir siyasi parti olarak
düşünülmemelidir. Bilirsiniz ki siyasi partiler,
sınırlı amaçlarla kurulurlar. Oysaki bizim
partimiz böyle sınırlı bir görüşü izleyen bir
kuruluş değildir. Tersine, her sınıf halkın
yararını, eşit olarak ve biri ötekini zarara
sokmadan sağlamayı hedefleyen bir kuruluştur.
Öteki ülkelerde bu kuruluşun benzerini aramak
gerekli değildir. Partimizin uygulamak istediği
program, bir açıdan tamamıyla demokratik,
halkçı bir program olmakla beraber, ekonomik
bakımda ‘devletçi’dir. Halkımız da yaradılıştan
devletçi olduğu için her ihtiyacını devletten
istemekte kendinde hak görüyor.”
Samsun’daki Vali Kâzım Paşa, Mustafa Kemal
Paşa’nın yakın arkadaşlarından idi. Mustafa
Kemal Paşa’nın giriştiği Güdümlü Muhalefet
denemesine ayak uydurabilmek için, onun kız
kardeşi Makbule Hanım’ı Serbest Cumhuriyet
Fırkası’na yazdırdığı gibi, Kâzım Paşa da kızını
Serbest Cumhuriyet Fırkası’na üye yaptırmıştı.
Ve Samsun’da belediye seçimlerini Serbest
Cumhuriyet Fırkası kazanarak Boşnakzade
Ahmet Bey Belediye Başkanı olmuştu. Parti
kapatılmış olduğu halde görevine devam
ediyordu.
Türk gazetecilerini ve mebuslarını kabul eden Mussolini şöyle diyordu: “İtalyanlar günde on üç, on dört saat çalışıyorlar. Yedikleri şey makarna, günde bir defa et ve sebze. Sanırım ki, bilimce ve fence yeter yiyecektir. Roma’da üç yüz bin nüfus artışı var. Bunun üçte ikisi iç göçlerin sonucudur. Üçte biri yeni doğumlardandır. Köylülerin şehirlere gelmelerine engel olmak gerek. Bir kere şehre geldikten sonra tekrar onları köylere çevirmek mümkün değil. Bütün köylülerin bisikletleri var. Birçoklarının da motosikletleri var. Eğer ekonomik bunalım gelip çatmasaydı otomobilleri de olacaktı. İtalya’nın birçok yerlerinde halk, arkalarında ya da hayvanları ve arabaları ile toprak taşıyıp kayalıkları tarla yapıyor. Ekonomik bunalımın bize o kadar zararı yoktur. Tersine, rejimimize yararı var.
İlk olarak, “genel, özel ve katma bütçelerle ve belediye bütçeleriyle yönetilen daire ve kuruluşların verdikleri memur ve emekli maaş, ücret, gündelik, ikramiye, her türlü ödenekleri ve şirketlerle özel kuruluşların verdikleri kazanç payı ve ikramiye gibi paraları vergiye bağlayan” 26 Mayıs 1932 gün ve 1980 sayılı Muvazene Vergisi Kanunu çıkarıldı. Sonra, resmi daireler ve kamu yararına hizmet eden kuruluşlar ile derneklerce yurt dışından getirilecek eşyanın satın alınmasına ait istekleri bir elde toplamak ve gerektiğinde bunları takasa bağlamak ve bu konu ile ilgili olarak hükümetin ön gördüğü tüm işleri yapmak üzere Ekonomi Bakanlığı’na bağlı bir Takas Komisyonu kurulmasa hakkındaki 29 Mayıs 1932 gün ve 1993 sayılı kanun kabul edildi (Kararname: 21 Ekim 1932).
Gerek dünyadaki, gerekse Türkiye’deki ekonomik bunalım ve sıkıntılar 1932 yılında da bütün şiddetiyle devam ediyordu. Önce tarım ürünlerinin çok artması ürün fiyatlarını düşürmüş, fiyatlar düşünce de üretim azalmış ve durmuş, bu yüzden işsizlik ve parasızlık başlamış, uluslararası alışveriş çok azalmıştı. Hele dış ülkelere satılacak malları tarım ürününden ibaret olan devletlerin durumu çok daha sıkıntılı idi. Ve bütün devletler, bu genel ekonomik bunalımın tehlikelerinden kurtulabilmek için tedbirler arıyor ve özellikle kendine yeterli olabilmeyi, en etkili çare ve kurtuluş yolu olarak görüyorlardı.
“Şöyle ki basın özgürlüğü yaşayacak ve fakat memlekete zarar vermeyecektir. Bu, yalnız hükümetin elinde değildir. Bu, bütün milletin ortak meselesidir. Eğer öğretmenler, devamlı olarak çocukları uyarmaz, aydınlatmazlarsa İsmet Paşa meseleyi kendi başına nasıl halletsin? Öğretmenlerin ve hukukçuların meseleyi tamamen hükümete bırakmaları demek, memleketi kapkara bir istibdada yöneltmeleri demektir. Halk idaresinde herkes bir başbakan imiş gibi özel bir sorumluluk duymalıdır.”
“ milletin de her yazılana inanmaması gerektiği, ne yazık ki halkın da dedikodulara inanma alışkanlığı içinde bulunduğunu ”
“Başkasının cebine elini sokan bir yankesicinin elini tutan polise, o yankesici nasıl ki ‘benim kişisel dokunulmazlığım ve özgürlüğüm vardır ve kutsaldır’ diyemezse; namuslu insanların şeref ve haysiyetine kalem oynatan erdem düşkünü kendini bilmezlerin de kalemleri kırılırken onların, yazı ve yayın özgürlüğünün kutsallığı iddialarına kulak asılmaz.”
“Benim mesleğimde herhangi bir iddiaya karşı susmak onu kabullenmek anlamına geldiğinden iddiaları reddetmek zorunluluğunu duyuyorum.”
“Çalışma gücümü artıran ve sürekli kılan, sıcak ve yakın ilginin sahibi olan saygıdeğer okurlarımın hepsine candan teşekkürler ”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir