Mukatil Bin Süleyman kitaplarından Tefsir-i Kebir / Mukatil bin Süleyman (4 Cilt Takım) kitap alıntıları sizlerle…
Tefsir-i Kebir / Mukatil bin Süleyman (4 Cilt Takım) Kitap Alıntıları
Bununla; Ebu Yasir b . Ahtab, Ka’b b . el-Eşref, Ka’b b . Esid, Selam b.
Suriya, Kinane b. Ebi’l-Hukayk, Vehb b. Yahuda ve Ebu Nafi gibi Yahudileri kasdetmektedir.
Bunlar Nebi’ye (s.a) dediler ki:
– Siz ne diye Ka’be’yi tavaf ediyorsunuz?! Çünkü o, taştan ibarettir.
Nebi (s.a) de onlara şöyle karşılık verdi:
– Siz Beyt’i tavaf etmenin hakk olduğunu çok iyi biliyorsunuz.
Çünkü Tevrat ve İncil’ de yazılı olan kıble odur, ama siz Allah’ın kitabındaki hakkı gizliyor ve inkar ediyorsunuz.
Bunun üzerine İbn Suriya şöyle dedi:
– Biz kitabımızda olan hiçbir şeyi gizlemiyoruz.
Bunun üzerine Allah buyurdu ki:
. . .Kendilerine kitab verdiklerimiz {yani, kendilerine Tevrat verdiğimiz Yahudiler} onu {yani, Ka’be’nin/Beyt-i Haram’ın kıble olduğunu} ,
oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyleyken içlerinden bir gurub {yani, ileri gelenlerinden bir kesim} bildikleri {yani, kıblenin Beytullah/ Ka’be olduğunu bildikleri} halde hakkı {yani, kıbleye dair hakkı} gizlerler.
161. De ki: Kuşkusuz Rabbim beni sırât-ı müstakîme {yani, İslâm’a}, kayyim bir dîne {yani, kendisinde eğrilik bulunmayan müstakim/dosdoğru bir dîne} hanîf {yani, muhlis} olan İbrâhîm’in milletine iletti. {İbrâhîm} müşriklerden {Yahudi ve Hıristiyanlardan} değildi.
162. {Ey Muhammed} de ki: Kuşkusuz benim salâtım {yani, beş vakit namazım}, nüsükim {yani, zebhim [boğazlamam/kesmem]}, hayat ve ölümüm rabbi’l-âlemîn Allah içindir.
163. O’nun şeriki/ortağı yoktur {yani, O’nunla beraber bir ortak yoktur}. Ben işte bununla emrolundum ve ben müslümanların {yani, Mekke ehlinden muhlisînin/muhlislerin} evveliyim.
164. (Ey Nebî!) {Onlara} de ki: {Göklerdeki ve yerdeki} her şeyin Rabbi O iken, ben Allah’ın gayrı bir rabb mı arayayım?!
Hiçbir nefis bir şey kesbetmez, kendi üzerine olması müstesnâ {yani, kendine/kendi nefsi üzerine olması hariç: (her nefsin kesbettiği, kendi üzerinedir)}. Vizr çeken bir vâzir, diğerinin vizrini çekmez {yani, hiç kimse, başkasının hatîesini/günahını yüklenmez}. Sonra, {âhirette} dönüşünüz Rabbinizedir. O zaman size bu husustaki ihtilâflarınızı {yani, sizin ve önceki herkesin dîn hususunda ayrılığa düştüğünüz şeyleri} haber verecektir.
165. O sizi arzın halifeleri kıldı/yaptı {yani, geçmiş ümmetlerin helâk edilmesinden sonra sizi yeryüzünün halifeleri yaptı} ve bazınızı bazınızın derecelerle {yani, faziletler ve rızıkla} fevkini ref’etti [üstüne yükseltti] ki sizi, size verdikleriyle belâlandırsın {yani, ibtilâ etsin/denesin: size verdikleriyle sizi sınamak istiyor. Zengin mü’min zenginlikle, fakir mü’minde fakirlikle sınanıyor}.
Kuşkusuz Rabbinin ‘ikâbı serî’dir {yani, zengin ya da fakir olsun Kendisine isyan edenleri cezalandırması pek çabuktur -sanki ceza bugün gelecekmiş gibi onları korkutmaktadır-}. Muhakkak O, {tevbenin ardından} gafûrdur, rahîmdir.
152. en güzel şekilde {yani, yetimin malını arttırmak için} olması müstesnâ, en güçlü çağına {yani, onsekiz yaşına} varıncaya kadar yetimin malına yaklaşmayın; mîzânı/teraziyi [ölçüyü-tartıyı] kıst {yani, adl} ile tam ve doğru yapın -bir nefse teklif etmeyiz, vus’u müstesnâ- {yani, kimseyi takati dışında bir amel işlemekle yükümlü tutmayız}; söz söylediğinizde, akrabanız dahi olsa adaletli olun {yani, konuştuğunuz vakit, akrabanızın aleyhine dahi olsa hakkı söyleyin/gerçeği söyleyin}; Allah’ın ahdini {yani, sizinle insanlar arasındaki ahidleri} yerine getirin. İşte size bunları tavsiye etti, ki {O’nun emri ve nehyi hakkında} tezekkür edesiniz.
153. Kuşkusuz bu {yani, bu âyetlerde dile getirilen Allah’ın emir ve nehiyleri} sırât-ı müstakîmdir {yani, dosdoğru dînimdir}. Öyleyse ona tâbi olun, başka sebîllere/yollara {yani, kendilerinin uydurarak haramlar koydukları dalâlet tarîklerine/ yollarına} tâbi olmayın! Aksi takdirde sizi O’nun sebîlinden/yolundan tefrik ederler {yani, O’nun dîninden idlâl ederler/saptırırlar}. İşte size bunu tavsiye etti, ki ittika edesiniz.
130. Ey cinn ve ins ma’şeri {yani, ey cin ve insanların kâfirleri}! Size sizden {yani, kendi nefsinizden/cinsinizden: cinlere cinlerden, insanlara insanlardan} rasûller gelmedi mi: size âyetlerimi {yani, Kur’ân’ın âyetlerini} anlatan ve bu gününüze {yani, Kıyâmet Günü’ne} kavuşacağınızı inzâr eden?! Dediler {yani, insanlar ve cinler dediler}: Nefislerimize/aleyhimize şehîdleriz {yani, dünyâda iken rasûllerin söylediklerini inkâr ettiğimize dâir aleyhimize tanıklık ederiz}. Dünyâ [yakın/şimdiki] hayat onları, {dînleri İslâm’dan/teslimiyetten uzaklaştırarak} ğururlandırdı/aldattı da nefislerine/kendi aleyhlerine {âhirette} tanıklık ettiler: {dünyâda} kâfirler olduklarına.
140. O kendilerini {âhirette} hüsrana uğratıp da bi-ğayri ilm [ilimsiz/bir ilme dayanmaksızın: hevâdan kaynaklanan zanlarına göre] evlatlarını sefihçe {yani, cehâletle} katledenler {yani, kız çocuklarını diri diri gömenler} ve {hars/ ekin ve en’âmdan} Allah’ın kendilerini rızıklandırdığını, Allah üzerine uydurarak {yani, onları haram kılma emrini kendilerine Allah’ın verdiğini iddia etmek sûretiyle Allah üzerine yalan uydurarak} haram kılanlar, andolsun ki {hidâyetten sapıp} dalâlete düştüler ve mühtediler olmadılar.
104. Andolsun ki {ey Mekkeliler} Rabbinizden size besâir {yani, beyân: Kur’ân} geldi. Kim {Kur’ân’a îmân ederek} basîretlenirse kendi lehine, kim de {Kur’ân’a îmân etmeyerek} a’mâ kalırsa kendi aleyhinedir. Ben {kasıt, Muhammed’dir} üzerinize bir hafîz {yani, ragîb/gözetleyici} değildim.
105. İşte böylece {zikri geçen çeşitli hususlarda} âyetleri tasrif ediyoruz ki, Sen ders almışsın {yani, ey Muhammed, sen başkaları ile karşılaşmış ve onlardan ilim öğrenmişsin} desinler {yani, Sen başkalarından ders almışsın ve okuyorsun demesinler} ve onu {yani, Kur’ân’ı} beyân edelim, bilen bir kavim için.
101. Semâvât ve arzın bedî’idir {yani, gökleri ve yeri ibtida/ilk olarak (yoktan) halkedendir}. O’nun bir sâhibe’si {yani, zevcesi/eşi} yokken, ennâ {yani, min-eyne [nereden/nasıl]} bir oğlu olabilir?! {Melekleri, ‘Uzeyr’i, Îsâ’yı ve gayrısı da dahil} her şeyi halketti {yani, bunların hepsi O’nun yarattıklarıdır, kullarıdır ve O’nun mülkündedirler} ve O her şeye âlimdir.
102. İşte şu {gökleri ve yeri yoktan yaratan, her şeyi yaratan, eşi ve çocuğu bulunmaktan münezzeh olan} Allah’tır rabbiniz. O hariç ilâh yoktur, her şeyin hâlıkıdır. Öyleyse O’na ibadet {yani, tevhîd} edin. O her şey üzerine vekîldir {yani, her şeyin: zikredilen oğulların kızların ve başkalarının Rabbidir}.
98. O ki sizi tek nefsten {yani, Âdem’den} inşâ etti {yani, halketti}. {Kadınların rahimlerinde} bir müstakarr/karar yeri ve {henüz yaratmadığı, fakat vakti gelince yaratacağı kimseler için erkeklerin sulblerinde} bir müstevda/emanet yeri vardır. Andolsun ki Biz âyetlerimizi tafsil ettik {yani, beyân ettik} fıkheden bir kavim için.
99. O ki semâdan bir su {yani, yağmur} indirdi. Onunla {yani, yağmurla} çıkardık her şeyin nebâtını {yani, meyveleri, tahılları ve türlü bitkiyi}. Ondan çıkardık {bitkilerin başlangıcında} bir yeşillik. {Yine çıkardık} ondan {yani, sudan}, müterâkib habbeler {yani, birbirinin üstüne binmiş başak hâlinde taneler}. {Yine o su ile çıkardık} hurma tomurcuğundan {yani, meyvesinden} dâniye {yani, el ile toplanabilecek, yere bitişik salkımlar} ve gınvân {yani, kısa boylu hurma ağaçları}. {Yine o su ile çıkardık, görünüş itibariyle} birbirine benzeyen {yani, zeytin ve nar ağacında olduğu gibi yaprakları birbirine benzeyen} ve benzemeyen {yani, renkleri ve tatları birbirinden farklı olan} üzümlerden, zeytinden ve nardan cennetler {yani, bostanlar}. Bakın onun meyvesine, bir meyve verdiğinde {yani, taze olarak ilk ortaya çıktığında}, bir de olgunlaştığında. Kuşku yok ki şunlarda {yani, zikredilen bu hayret ve ibret verici sanatlarda} îmân eden {yani, Allah’ın vahdâniyyetini tasdik} bir kavim için âyetler vardır.
O kimse gibi ki: arzda şaşkın şaşkın {yani, nereye yöneleceğini bilmez vaziyette} dolaşırken şeytanlar kendisini {yani, ‘Abdurrahmân b. Ebî Bekr es-Sıddîk’ı} ayartıp uçuruma çekmekte, {hidâyet üzere olan} arkadaşları {yani, ana-babası} ise Bize gel {çünkü biz hidâyet üzereyiz} diye onu hidâyete davet etmektedirler.
{Onlara} de ki: Doğrusu hidâyet odur: Allah’ın hidâyeti {yani, İslâm: hidâyet odur, dalâlet ise şeytanların çağırdığı ve sizin gitmekte olduğunuz yoldur} ve biz rabbu’l-âlemîne [göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin: doğunun, batının ve ikisi arasındakilerin sahibine] teslim olmakla {yani, ihlâs ile O’na yönelmekle} emrolunduk {ve emrolunduğumuz gibi de yaptık}.
95. Kuşkusuz Allah hubbu/taneyi {yani, buğday, arpa, mısır gibi bütün hububâtı} ve nevâyı {yani, şeftali, Arabistan kirazı, kayısı, üzüm, erik gibi çekirdeği bulunan her türlü meyveyi} falk {yani, halk} eder; ölüden diri çıkarır {yani, insanları ve diğer hayvanları ölü olan nutfeden ve kuşları da ölü olan yumurtadan çıkarır}, diriden ölü çıkarır {yani, canlıdan ölü olan nutfe ve yumurtayı çıkarır}. Allah şudur {yani, bu âyette zikredilenleri yaratan yalnızca Allah’tır. Bu sanatı, O’nun vahdâniyyetine delildir}. Öyleyse nereden çevriliyorsunuz {yani, Allah’ın birliğini ve O’nun ortaksız olduğunu nasıl yalanlıyorsunuz}?
96. Sabahı falk {yani, ilk anlarından itibaren gündüzü halk} eden, geceyi bir seken kıldı {yani, bedenlerinin onda rahatlayıp sükun bulmaları için onu halketti}, güneşi ve ayı da birer hüsbân {kılandır} {yani, güneş ve ayın felekteki seyirlerini hesablı olarak halketti: bu yolla yılların sayısını ve hesabı bilesiniz diye. Çünkü Allah güneş ve ay için dünyâ semâsında belirli konaklar takdir etmiştir}. Şu, {mülkünde irade ettiğini yapan} o azîz {bir ölçüye göre yaratan} alîmin takdiridir
69. İttika edenler {yani, Rabb’lerini tevhîd edenler} üzerine, onların hesabından bir şey düşmez {yani, Allah’ın âyetlerine dalıp alay etmelerinden ötürü onlar için herhangi bir cezanın verilmesi söz konusu değildir}. Fakat bir hatırlatma, ittika etmeleri için {yani, sizin yanlarından kalkıp gitmeniz, sizden utanmaları ve sizinle birlikte bulunmak arzuları dolayısıyla Allah’ın âyetlerini dalmalarını ve alay etmelerini önler de, yanlarından kalkıp gideceğinizi hatırlayarak Allah’ın âyetleriyle alay etmeyi terk ederler}.
70. Bırak o dînleri {yani, İslâm’ı} bir la’ib {yani, bâtıl} ve bir lehv {yani, ondan gafil kalıp başka şeylerle oyalandıkları bir eğlence} edilen ve dünyâ [yakın] hayat’ın kendilerini {dînleri İslâm’dan uzaklaştırıp} aldattığı kimseleri de, onunla hatırlat {yani, Kur’an ile öğüt ver}: Bir nefis kesbiyle {yani, şirk, tekzib gibi amelleri dolayısıyla} besâlet kabzasına {yani, ateşe} düşmeyegörsün, onun için Allah’ın dûnundan [Allah’tan başka] bir velî {yani, onlara faydası dokunacak bir yakın} ve {âhirette onlara şefaat edecek} bir şefî’ bulunmaz; her adli tadil etse/her adl ile adalet etse {yani, her şeyi: yer dolusu altını fidye verse} dahi ondan alınmaz {yani, kabul edilmez}. İşte onlar, kesbleri sebebiyle besâlet kabzasına düşmüşlerdir {yani, cehennem ateşinde tutuklanmışlardır/habsolmuşlardır}. Küfrettiklerinden dolayı onlar için hamîmden bir şarab {yani, harareti en ileri derece kadar ulaşmış ateşten [kaynar sudan] bir içecek} ve elîm {yani, can yakıcı} bir azab vardır.
66. Kavmin onu {yani, Kur’ân’ı} tekzib etti. Halbuki o, {Allah’tan gelen} hakktır. De ki: Ben sizin üzerinizde bir vekîl {yani, mecbur edici bir zorba} değilim.
67. Her nebe’ müstekarrdır {yani, her hadîsin/sözün bir hakikati ve müntehası/sonunda varacağı bir yeri/hâli vardır: dünyâdaki azabları olan Bedir’de öldürülmeleri ile âhiretteki cehennem ateşidir}. Yakında bilirsiniz.
50. De ki: Ben size, ‘Allah’ın hazineleri {yani, azabın inişiyle ilgili Allah’ın anahtarları} benim yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da {yani, gayb olan azabın üzerinize ne zaman ineceğini de} bilmem. Size, ‘Kuşkusuz ben bir meleğim’de demiyorum. Ben başka değil {Kur’ân’dan} bana vahyolunana tâbi olurum. De ki: {Hidâyeti} görmeyen/a’mâ {yani, kâfir} ile, {hidâyeti} gören/basîr {yani, mü’min} eşit olur mu?! Hiç tefekkür etmiyor musunuz {ki onların eşit olmadıklarını/olamayacaklarını bilesiniz}.
58. {Onlara} de ki: Eğer {azabtan} acele ettiğiniz o şey benim indimde/yanımda {yani, elimde} olsaydı, benimle sizin aranızdaki emr/iş {yani, azab işi} kadâ edilmiş [bitirilmiş] olurdu {fakat bu benim elimde olan bir şey değildir}. Allah zâlimleri çok iyi bilender.
40. De ki: Eğer {O’nunla birlikte başka ilâhlar bulunduğu iddiasında} sâdıklarsanız söyleyin bakalım: Size, {geçmiş ümmetlere geldiği gibi dünyâda} Allah’ın azabı gelirse yahut size Sâ’at gelirse, {dünyâdaki azabı sizden uzaklaştırılmaları için} Allah’ın gayrına {yani, ilâhlara} mı du’a edersiniz?
41. Hayır, yalnızca O’na du’a edersiniz de dilerse, du’a ettiğiniz şeyi açar/giderir ve o an {Allah’a} şirk koştuklarınızı unutursunuz {yani, terkedersiniz de üzerinizden azabı gidermeleri için onlara du’a etmezseniz, aksine Allah’a du’a edersiniz}.
42. Andolsun ki senden önceki ümmetlere de {rasûller} gönderdik, {fakat Mekke kâfirlerinin seni yalanladıkları gibi, kavimleri de onları yalanladı}. Onları be’s ve darrâ ile muaheze ettik ki {Rabb’lerine} tazarru etsinler {O’na dönsünler/tevbe etsinler}.
43. Hiç olmazsa be’simiz {yani, şiddet ve bela} geldiğinde {Allah’a} tazarru etselerdi {kendilerine gelen belayı gidermesi için O’na dönselerdi/tevbe etselerdi}, fakat kalpleri katılaştı {yani, haktan uzaklaştı, yumuşamadı} ve şeytan {şirk ve tekzibten} amellerini onlara güzel gösterdi.
37. Diyorlar ki: Ona {yani, Muhammed’e} Rabbinden, {diğer nebîlere indirildiği gibi} bir âyet/mucize indirilmeli değil mi?! {Sen kâfirlere} de ki: Allah bir âyet/mucize indirmeye elbette kadîrdir. Fakat onların çoğu, {Allah’ın o âyeti indirmeye kadîr olduğunu} bilmezler.
38. Arzda {yani, kara ve denizde} bir dâbbe ve iki kanadıyla uçan bir kuş yoktur ki, emsâliniz bir ümmet {yani, sizin gibi özel isimleriyle tanınan sınıf sınıf yaratıklar} olmasınlar. Biz o kitabta {yani, levh-i mahfuzda} hiçbir şeyden ifrat etmedik {yani, zâyi etmedik}. Sonra, {âhirette} rabb’lerine haşrolunacaklar {sonra, aralarında gerekli kısasın tatbikinin ardından onlara, Toprak olun denilecek, onlar da Toprak olacaklardır}.
32. Dünyâ [yakın/şimdiki] hayat, başka değil bir la’ib {yani, bâtıl} ve {dünyâdaki} lehvdir. Âhiret {yani, cennet} yurdu ise, {şirkten} ittika edenler için {dünyâdan} daha hayırlıdır {yani, daha üstündür}. Hâlâ {âhiret yurdunun dünyâ yurdundan daha efdal olduğunu} akletmeyecek misiniz?
33. Onların söylediklerinin seni mahzun ettiğini elbette biliyoruz. Onlar {gizlide/ yalnız kaldıklarında} seni tekzib etmiyorlar {yani, senin nebî ve rasûl olduğunu itiraf ediyor, doğru söylediğini biliyorlar -eskiden beri senin doğru söylediğini deneyerek anlamışlardır-}. Fakat o zâlimler Allah’ın âyetlerine cahd ediyorlar {yani, tanıdıkları/bildikleri halde Kur’ân’ı inkâr ediyorlar}.
34. Andolsun ki senden önceki rasûller de tekzib edildi. Fakat tekzib ve eza edilmelerine sabrettiler. Nihâyet {kavimlerini helak etmek sûretiyle} onlara nusret ettik. {Mekkeliler de onlara aynı durumdadır}. Allah’ın kelimelerini tebdil edecek yoktur {yani, Allah’ın Muhammed’e yardım edeceğine dâir sözünü kimse değiştiremez -çünkü O’nun sözü hakkın ta kendisidir. Nitekim ondan önceki nebîlere de yardım etmiştir-}. Andolsun ki sana, {yalanlanıp eziyet edilmelerine sabreden ve Allah’ın yardımına mazhar olan} mürsellerin {gönderilenlerin} nebe’inden {yani, hadîsinden/haberlerinden} geldi.
35. Eğer onların {hidâyetten} i’raz etmeleri sana büyük {yani, ağır} geliyorsa {ve seni yalanlamalarına sabredemiyorsan}, arzda bir nefak {yani, tünel} yahut {buna gücün yetmiyorsa} semâda bir merdiven ara da {o merdivenle semâya yükselip} onlara bir âyet getir, eğer gücün yetiyorsa {hiç durma yap bunu}. Allah dileseydi, onları hidâyet üzere toplardı {yani,onları mühtedi yapardı}. Öyleyse câhillerden olma.
23. Sonra, Rabbimiz Allah hakkı için biz müşrikler değildik demelerinden başka bir fitneleri {yani, mazeretleri -onlar sorgulandıklarında mazeret olarak böyle bir yalan uydurup, şirkten uzak olduklarını ifade edeceklerdir-} olmayacak.
24. Bak nefisleri üzerine nasıl yalan söylediler ve (bak) uydurdukları {yani, dünyâda şirk koştukları şeyler} onlardan (nasıl) dall oldu {yani, âhirette nasıl kayboldu}.
20. Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, o’nu {yani Muhammed’i: o’nun kendi kitablarında zikredilen sıfatlarını/niteliklerini} tanırlar, hem de oğullarını tanıdıkları gibi. Nefislerini hüsrana uğratanlar {yani, kendi kendilerini aldatanlar} îmân {yani, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğunu tasdik} etmezler.
21. Allah üzerine yalan uyduran {yani, Allah ile birlikte bir ortak olduğunu söyleyen -çünkü onlar, Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğunu iddia ediyorlardı-} veya O’nun âyetlerini {yani, Kur’ân’ı} tekzib eden {yani, onun Allah’tan olmadığını söyleyen} kimseden, kim daha zâlimdir {yani, böyle birinden daha zâlim kimse olamaz}. Gerçek şu ki o zâlimler iflah olmazlar {yani, müşrikler âhirette iflah olmazlar}.
15. {Ey Muhammed! Onlara} de ki: Eğer Rabbime isyan edersem {yani, atalarımın dînine geri dönerek Rabbime isyan edersem}, doğrusu ben, azîm günün {yani, o şiddetli Kıyâmet Günü’nün} azabından korkarım.
16. O gün {yani, Kıyâmet Günü} o, ondan sarf edilir {yani, Allah kimden azabı sarf/bertaraf eder} ise, ona rahmet etmiştir ve şu {yani, azabın sarf/bertaraf edilmesi}, mübîn bir fevzdir {yani, apaçık büyük bir necattır/kurtuluştur}.
17. Eğer Allah sana bir darr {yani, messederse/dokundurursa {yani, bela ve şiddet isabet ettirirse}, onu keşfedecek yoktur {yani, ilâh kabul edilenlerden ve gayrısından hiç kimsenin o bela ve şiddeti giderecek gücü yoktur}, O müstesnâ {yani, Allah hariç}. Eğer sana bir hayır messederse/dokundurursa {yani, bir fadl/lütuf ve âfiyet isabet ettirirse}, O, her şeye kadîrdir {yani, darr’dan [bela ve şiddetten] ve hayr’dan her şeye gücü yetendir}.
11. De ki: Arzda gezip dolaşın. Sonra, bir bakın: mükezziblerin {yani, azabı yalanlamakda ısrar edenlerin} âkıbeti nasıl olmuş.
12. {Mekke kâfirlerine} de ki: Semâvât ve arzdakiler {yani, bunlardaki yaratıklar} kimin? De ki: Allah’ındır. Rahmeti nesfi üzerine yazdı {yani, azabı onlardan tehir etmek sûretiyle rahmeti Kendi üzerine yazdı}. Sizi {yani, sizi ve geçmiş ümmetleri} Kıyâmet Günü’ne toplayacaktır; onda rayb yoktur {yani, ölümden sonra dirilişte şekk/kuşku yoktur: o mutlaka gerçekleşecektir}. Nefislerini hüsrana uğratanlar {yani, kendilerini aldatanlardır} îmân etmezler {yani, ölümden sonra dirilişin gerçekleşeceğini tasdik etmezler}.
13. Gece ve gündüzde sâkin olan {yani, karar bulan} her şey {yani, yerdeki hayvanların, kuşların, denizdeki canlıların hepsi -ki bunların kimi gündüzün karar bulup dinlenir, geceleyin etrafa dağılır; kimi de geceleyin karar bulup dinlenir, gündüzün etrafa dağılır-} O’nundur ve O semîdir {yani, Mekkelilerin azabı istediklerini işitendir}, alîmdir {yani, o azab ile ilgili her şeyi bilendir}.
118. Eğer onlara azab edersen {yani, küfür ve bühtandan söyledikleri üzere canlarını alır da azab edersen}, kuşku yok ki onlar Senin kullarındır {yani, onları yaratan Sensin} ve eğer onlara mağfiret edersen {yani, tevbelerini kabul eder, onları îmâna hidâyet edersen -çünkü mağfiret îmânı hidâyetten sonradır-}, kuşku yok ki Sen; azîz {yani, mülkünde azîz: kimsenin zarar veremeyeceği kadar güçlü}, hakîm {yani, emrinde hakîm: hikmetleri sonsuz olan} Sensin.
119. Allah dedi: Bu, sâdıklara sıdklarının {yani, dünyada nebîlerin söylediklerinin} fayda vereceği gündür. Onlar {yani, sâdıklar} için altından nehirler akan cennetler vardır, orada hâlidler {yani, ölümsüzler} olarak ebedîdirler. Allah onlardan razı {yani, itaat ettikleri için razı} olmuş, onlar da O’ndan razı {yani, verdiği sevâb/mükâfaat sebebiyle razı} olmuşlardır. Şu {yani, sevâb/mükâfaat}, fevz-i azîmdir {yani, büyük kurtuluştur/başarıdır}.
120. Semâvâtın, arzın ve bunlarda bulunanların mülkü Allah’ındır {yani, Meryem oğlu Îsâ’yı da, melekleri de, her şeyi de O yaratmıştır; hepsi O’nun kuludur ve O’nun mülkündedir}. O her şeye {yani, Îsâ’yı babasız yaratmaya da, başka şeylere de} kadîrdir.
115. Allah dedi ki: Doğrusu Ben onu {yani, mâideyi/sofrayı} size indireceğim {yani, onu Pazar günü indireceğim} sizden kim bunun {yani, mâidenin indirilişinin} ardından küfrederse, kuşkusuz ona öyle bir azab ederim ki, ‘âlemînden hiç birine öyle bir azabla azab etmedim.
116. Hani Allah dedi: Ey Îsâ ibn Meryem! {Dünyada iken} insanlara {yani, İsrâîloğulları’na}, ‘Allah’ın dûnundan [Allah’ı bırakıp da] beni ve anamı {yani, Meryem’i} iki ilah edinin’ diye sen mi söyledin? (Îsa) dedi ki: Sübhâneke [Sen sübhânsın/münezzehsin] {onlara böyle bir emir vermekten Rabbi tenzih etmektedir}. Hakkım olmayanı {yani, adalete aykırı olanı: Senin gayrına ibadeti emreden sözü} söylemek, benim için olacak şey değildir {yani, bana yakışmaz}. Eğer ben onu söyledim {yani, onlara söyledim} ise, Sen onu bilirsin. Sen benim nefsimdeki {yani, benim yaptıklarımı ve yapacaklarımı} bilirsin, ama ben Senin nefsindekini bilmem {yani, Senin gaybına muttali olamam: Senin ilminde neler olduğunu, Sende ne olduğunu, ne olacağını da bilemem}. Kuşkusuz Sen, gaybları allâm {yani, gaybı, olmuşu ve olacağı çok iyi bilen} Sensin .
91. Doğrusu şeytan hamr ve meysirde sadece aranıza düşmanlık ve buğz/kin bırakmayı {yani, aranızda düşmanlığı ve kini harekete geçirip kışkırtmayı} {ve böylece sizi} Allah’ı zikrden ve salâttan alıkoymayı irade ediyor {yani, sarhoş olduğunuz takdirde Allah’ı zikredemez, namaz kılamazsınız}. O halde vazgeçtiniz değil mi?
92. Allah’a itaat edin {yani, Hamrın, meysirin, ensâbın, ezlâmın -âyetin sonuna kadar belirtilen hususların- haram kılındığı hususunda Allah’a itaat edin} ve Rasûl’e itaat edin ve hazer edin {yani, Allah’a ve Rasûl’e karşı gelip isyan etmekten sakının}. Eğer tevelli ederseniz {yani, onları itaat etmekten yüz çevirirseniz}, bilin ki Rasûlümüze {yani, bunların haram kılındığı hususunda Muhammed’e} düşen sadece mübîn tebliğdir.
88. Yeyin Allah’ın size rızkettiğini helâl-tayyip olarak {yani, helâl-tayyip olarak elbiseleri giyin, kadınlarla evlenin ve yiyecekleri yeyin} ve Allah’a ittika edin {yani, Allah’ın size helâl kıldığını haram kılmaya kalkışmayın}, ki siz O’na mü’minlersiniz {yani, O’nu musaddıklarsınız}.
89. Allah sizi yeminlerinizde lağv ile muahaza etmez. Fakat akdettiğiniz yeminlerinizle sizi muahaza eder {yani, bile bile yalan yere ettiğiniz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar}. Bunun kefâreti, {yani, bile bile yalan yere edilen yeminin kefareti} ehlinize yedirdiğinizin evsatından {yani, onlara yedirdiğinizin adlinden [denginden/mutedilinden]} on miskini doyurmak {yani, sizin yediğiniz en bayağısından da olmasın, en iyisinden de olmasın}, yahut onları giydirmek {yani, her yoksula bir aba yahut bir elbise olmak üzere on yoksulu giydirmek} yahut bir köle azad etmektir {yani, Müslüman olma şartı olmaksızın bir köle azad etmektir: Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, Sabii de olabilir}. Fakat kim de bulamazsa {yani, bu üç seçenekten birini yerine getirme imkânını bulamazsa}, üç gün oruç vardır. Şu {yani, Allah’ın zikrettiği}, yemin ettiğinizde yeminlerinizin kefâretidir. Yeminlerinizi hıfzedin {yani, kasden yalan yere yemin etmeyin}. Allah âyetlerini size böylece beyan ediyor ki şükredesiniz {yani, Rabbinize şükredesiniz: size bahşettiği bu nimetler sebebiyle Rabbinize şükredesiniz -zira zikredilen kefâret sayesinde yeminleriniz hakkında size bir çıkış yolu göstermiş bulunmaktadır-}.
84. Biz niye îmân etmeyelim Allah’a ve haktan bize gelene {yani, Muhammed ile bize gelene}, ki Rabbimizin bizi sâlihler kavmiyle {yani, ilk muhâcirlerle} beraber sokmasını {yani, cennete sokmasını} ümid edip dururken?!
85. Allah da söyledikleri {yani, tasdikten yana söyledikleri} sebebiyle onlara sevâb {(yani, mükâfaat)} olarak altından ırmaklar akan cennetleri verdi, onda hâlidler olmak {yani, ölmemek} üzere. Şu {sevâb/mükâfaat}, muhsinlerin karşılığıdır.
86. Küfredenlere ve âyetlerimizi {yani, Kur’ân’ı} tekzib edenlere {yani, onun Allah’tan olmadığını söyleyenlere} gelince, işte onlar {yani, Müslüman olup Nebî’ye uyanları kınayan kâfir Hıristiyanlar} ashâbu’l-cahîmdir {yani, muazzam ateşin arkadaşlarıdır}.
75. Mesîh ibn Meryem, başka değil bir rasûldür, ki o’ndan önce de rasûller gelip geçti. Onun anası da bir sıddîka {yani, mü’mine} idi. İkisi de yemek yerlerdi {eğer ilah olsalardı yemek yemezlerdi}. Bak {yani, ey Muhammed, bak}, âyetleri onlara nasıl beyan ediyoruz {yani, Meryem ve Îsâ’nın durumu ile ilgili alâmetleri: onların yemek yediklerini, ilahların ise yemek yemediklerini nasıl apaçık bildiriyoruz}, sonra bak, (nasıl) çevriliyorlar {yani, onlar nereden (tevhîdi) yalanlıyorlar! -Onlara benim bir ve tek olduğumu bildir-}.
66. Keşke onlar Tevrât’ı, İncîl’i ve Rabb’leri katından kendilerine indirilene ikame etselerdi {yani, Tevrât ile İncîl’deki Muhammed’in nitelikleri ve o’na îmâna dâir buyrukları tahrif etmeyip Tevrât ve İncîl’deki zina, recm, kısas ve öteki hükümler gereğince amel etselerdi} fevklerinden {yani, yağmur ile üstlerinden} ve ayaklarının altından {yani, arzdan: yerden bitenlerden} yerlerdi. Onlardan muktesid bir kavm varsa da {yani, Tevrât ve İncîl ehlinden îmân edip, sözlerinde adaletten ayrılmayan bir topluluk var -bunlar, Tevrât ehlinden ‘Abdullâh b. Selâm ve arkadaşları, incîl ehlinden ise Îsâ ibn Meryem’in dîni üzere devam edenlerdir, ki o sırada 32 kişi idiler-} onlardan {yani, Ehl-i Kitab’tan: onların kâfirlerinden} bir çoğunun amelleri ne kötü!
48. Sana {yani, ey Muhammed, sana} da kitabı {yani, Kur’ân’ı} hakk ile indirdik {yani, abes/boşu boşuna ve bâtıl/maksatsız olarak indirmedik}; kitabtan önündekini musaddık, onun üzerine müheymin {yani, şâhid} olmak üzere. O halde aralarında Allah’ın indirdiği {yani, Kur’ân’da sana indirdiği} ile hükmet. Sana gelen hakktan {yani, Kur’an’dan} ayrılıp da onların {yani, Yahudilerin} hevâlarına tâbi olma. Sizden her biriniz {yani, Müslümanlar ve Ehl-i Kitab} için bir şir’a {yani, sünnet [izleyecek yol]} ve bir minhâc {yani, tarîk ve sebîl} kıldık/yaptık. Eğer Allah dileseydi, sizi {yani, ümmet-i Muhammed’i ve Ehl-i Kitab’ı [Yahudi ve Hıristiyanları]} bir ümmet {yani, İslâm dîni üzere hareket eden bir ümmet} yapardı. Fakat verdiği {yani, kitab ve sünnetten size verdiği} şeyle sizi imtihan edecek {de Allah’ın emir ve nehiylerine itaat edenlerle, isyan edenleri ortaya çıkaracak}. Öyle ise hayırlara müsabaka edin {yani, ey Muhammed ümmeti, söz konusu yol ve Sünnet [şir’a ve minhâc] ile ilgili anılanlar hususunda sâlih ameller işlemekte koşup yarışın}. Hepinizin {yani, sizin ve Ehl-i Kitab’ın} dönüşü {âhirette dönüşü} Allah’adır, o vakit ihtilâf ettiğiniz {yani, dînden ihtilâf ettiğiniz} hususta size haber verecektir.
39. Fakat kim zulmünün {yani, hırsızlığının} ardından tevbe eder ve ıslah olursa {yani, geri kalan hayatında amelini düzeltirse}, kuşkusuz Allah onun tevbesini kabul eder, çünkü Allah gafûrdur {yani, günahları bağışlayandır} rahîmdir {yani, ona karşı merhametli olandır}.
40. Bilmez misin {yani, ey Muhammed bilmez misin} ki, semâvâtın ve arzın mülkü kuşkusuz Allah’ındır {yani, her ikisinde de dilediği hükmü verir}. Dilediği {yani, Kendisine isyan edenlerden dilediği} kimseye azab eder, dilediği {yani, Kendisine îmân edenlerden dilediği} kimseye de mağfiret eder. Allah her şeye {yani, azaba da mağfirete de} kadîrdir.
33. Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne muharebe edenlerin {muharebeden kasıt şirktir} Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne muharebe edenlerin {yani, Müslüman olduktan sonra küfre girenlerin} ve arzda fesat çıkarmaya koşanların {yani, insanları öldürüp malları haksızca alarak fesad çıkaranların} cezası, sadece öldürülmeleri veya asılmaları veya ellerinin-ayaklarının hilâftan {yani, sağ elleriyle, sol ayaklarının çaprazlama} kesilmesi {ki İmam/devlet başkanı öldürme, asma, el ve ayakları kesme cezalarından birini seçmekte muhayyerdir} veya arzdan nefyedilmeleridir {yani, Müslümanların topraklarından çıkartılıp sürgüne gönderilmeleridir}. Şu {yani, onlara verilen şu hızy cezası/rezil edici ceza}, onlar için dünyada bir hızydir {yani, el ve ayakların kesilmeleri, öldürülmeleri ve asılmaları bir horluktur}. Âhirette ise onlara azîm bir azab {yani, kesintisiz, çok ve şiddetli bir azab} vardır.
34. Onlara kâdir olmadan {yani, onları yakalayıp onlara hadd cezası uygulamadan} önce tevbe {yani, şirkten tevbe} edenler müstesnâdır {yani, onların aleyhine bir uygulama yapamazsınız: yakalanmadan Müslüman olarak gelen olursa, kuşkusuz İslâm, kâfirken işlediği öldürme, gasb gibi suçların günahını ortadan kaldırır}. Bilin ki Allah gafûrdur {yani, böyle birinin kâfirken işlediklerini bağışlayandır}, rahîmdir {yani, tevbe edip İslâm’a dönene çok merhamet edendir}.
28. (Hâbîl sözlerini şöyle sürdürmüştü:) Yemin ederim ki sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim; doğrusu ben rabbe’l-âlemin Allah’tan korkarım.
29. (Hâbîl sözlerine şöyle devam etti:) Dilerim ki sen kendi günahınla birlikte, benim günahımı da yükleyip cehennemliklerden olasın {yani, hem beni öldürmenin günahını, hem de beni öldürmeden önceki işlediğin günahları yüklenip cehennemliklerden olasın}. İşte zâlimlerin cezası budur {yani, suçsuz yere birisini öldürenin cezası böyledir}.
30. Nihâyet nefsi ona, kardeşini öldürmeyi kolay {yani, güzel} gösterdi de onu öldürüp hâsirlerden oldu.
31. Sonra ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Kâbîl) Veyl bana, şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömemedim {yani, ben şu karga kadar bile bilgi sahibi olamadığım için kardeşimin cesedini, karganın hem cinsini gömdüğü gibi gömemedim} dedi. Artık nâdimlerden {yani, kardeşini öldürmesi sebebiyle pişmanlık duyanlardan} olmuştu.
Havva’, bir batında erkek ve kız olarak Kabîl ile İklâmâ’yı doğurdu. Sonra, diğer bir batında da erkek ve kız olarak Hâbîl ile Leyâzâ’yı doğurdu. Kâbîl’in kız ikizi, Hâbîl’in kız ikizinden daha güzeldi. Bunlar yetişip evlenme çağına geldiklerinde Âdem (a.s) dedi ki:
– Her biriniz diğerinin ikiziyle evlensin.
Kâbîl şöyle karşılık verdi:
– Hayır, her birimiz kendi kız ikiziyle evlensin.
Âdem dedi ki:
– İkiniz de birer kurban sunun; hanginizin kurbanı kabul edilirse, bu kızı alma hakkını kazansın. Sonra Âdem Mekke’ye gitti.Ziraatla uğraşan Kâbîl, ayıklanmamış en kötü ve yenilmesi rahatsızlık verecek buğdayını kurban olarak sundu. Hayvancılıkla uğraşan Hâbîl ise, tereyağı ve sütle birlikte en iyi koyununu kurban olarak sundu. İkisi de sundukları kurbanları dağın üzerine bıraktılar ve Allah’a dua etmeye başladılar. Semâdan inen bir ateş Hâbîl’in kurbanını yedi, Kâbîl’in kurbanına ise ilişmedi. Bundan dolayı Kâbîl Hâbîl’i kıskandı ve ona dedi ki:
– Andolsun ki seni öldüreceğim.
Hâbîl şöyle karşılık verdi:
– Kardeşim! Elini suçsuz birinin kanına bulama. Çok büyük bir iş yapmış olacaksın. Ben hem babamın, hem senin hoşnutluğunu istiyorum. Böyle bir şey yapma. Eğer yapacak olursan, beni suçsuz ve günahsız olarak öldürdüğün için Allah seni rezil-rüsva edecektir. Dünyada da hayatın boyunca bedbaht olacak ve her nereye gitsen korku içinde yaşayacaksın. Sonunda korku ve kederden başındaki saç telinden daha ince olacaksın. Rabbim de seni lanetlenecek. Bu şekilde gün ortasına kadar onunla konuşup durdu. Sonunda Hâbîl, Kâbîl’e şöyle dedi:
– Sen beni öldürecek olursan, hakkında bedbahtlık takdir olunmuş ve babamın soyundan gelenler arasında cehenneme girecek ilk kişi; ben de cennete girecek ilk şehîd olacağım. Kâbîl öfkeyle karşılık verdi:
– Sen dünyada yaşayamayacaksın, Hâbîl’in kurbanı kabul edildi, Kâbîl’inki edilmedi dedirtmeyeceğim. Hâbîl ona şöyle dedi:
– O vakit sen de ebediyyen bedbaht olacaksın.
Bunun üzerine öfkelenen Kâbîl, başını bir taşla ezerek Hâbîl’i öldürdü. Hâdise, Hind topraklarında akşam üzeri cereyan etti. Âdem (a.s) ise bu esnada Mekke’de bulunuyordu. Hâbîl kardeşi Kâbîl’e, Yemin ederim ki sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim; doğrusu ben rabbe’l-âlemin Allah’tan korkarım. Dilerim ki sen kendi günahınla birlikte, benim günahımı da yükleyip cehennemliklerden olasın. İşte zâlimlerin cezası budur demişti. Kâbîl, habil’i günün son saatlerinde akşama doğru öldürdü, fakat ne yapacağını bilemedi, pişman oldu. O günlerde cesetlerin gömüleceği bilinmediği için kardeşini omzunda taşıyor, yorulduğu vakit indirip ona bakarak ağlıyor; sonra tekrar onu taşımaya koyuluyordu. Bu durum üç gün boyunca sürdü. Üçüncü gece Allah kavga eden iki karga gönderdi. Kargaların biri diğerini öldürdü, sonra gagasıyla yeri eşeleyip ölmüş karganın ayağından sürükleyerek çukura attı ve üzerini kapattı, yeri dümdüz etti. Kâbil de olup biteni seyrediyordu. Bunun üzerine Kâbîl kalkıp bir çukur kazdı, sonra da kardeşini o çukura atıp üzerini toprakla örttü. Karganın hem cinsine yaptığı gibi o da toprağı düzeltti. Kardeşini gömdükten sonra Allah Kâbîl’in kalbine bir korku verdi. Çünkü başkasını korkutan ilk kişi o olmuştu.
Kâbîl nihâyet deniz kıyısına gitti, kuşları yakalıyor, dağa çarparak öldürüp yiyordu. Bundan dolayı Allah bu şekilde vurularak öldürülenleri yemeği haram kıldı. Yerde dolaşan hayvanlar, kuşlar, yırtıcılar, Kâbîl Hâbîl’i öldürünceye kadar birbirlerinden korkmazlardı. Bundan sonra kuşlar göğe, vahşi/yabanî hayvanlar çöllere ve dağlara, yırtıcılar da ormanlara çekildi. Bundan önce bu hayvanlar Âdem’den (a.s) ürküp kaçmıyor, onun yanına geliyorlardı. Bundan dolayı kabirlerde toprak, kâfiri kemikleri birbirine geçinceye kadar sıkar, mü’min için ise iki ucu görünmeyecek şekilde genişler. Sonra Âdem’in oğlu Şit, Hâbîl’in ikizi Leyûzâ ile evlendi. Allah Kâbîl’e bir melek gönderdi ve melek onun ayağını bağladı/astı. Etrafında ateşten üç yüksek duvar ördü; o nereye giderse, bu duvarlar da onunla birlikte gidiyordu. Bir süre bu durumda kaldı, sonra ayağını çözdü.
1. Ey îmân edenler! Akidleri {yani, sizinle müşrikler arasındaki ahidleri/antlaşmaları} ifa edin. Size tilavet edilenler {yani, Allah’ın yenilmesini haram kıldığı meyte/leş, kan, domuz eti, boğularak, vurularak, yukarıdan aşağıya düşerek ve toslanarak öldürülüp de yenilmesi Allah tarafından haram kılınanlar} hariç, en’âm behimesi {yani, deve, inek-tosun-boğa-öküz, koyun-koç, keçi-teke ve bütün av hayvanlarının etleri} sizin için helâldir. İhramlı {yani, hacc ya da umre sebebiyle ihramlı} iken (-deniz, göl, nehir avı hariç-) avlanmak ise sizin için haramdır {zira ihramlı iken de helâl olan deniz, (göl ve nehir) avı dışında bütün avlar ihramlıya haramdır}. Kuşkusuz Allah dilediğine hükmeder {yani, Allah helâl olanlardan dilediğini haram ve ihramda iken haram kıldığı avlanmada dilediğini helâl kılar}.
174. Ey insanlar! Rabbinizden size bir bürhân {yani, bir beyan: Kur’ân} geldi ve size mübîn bir nûr {yani, sizi körlükten kurtaran açık bir ziya/ışık: Kur’ân} indirdik.
175. Allah’a îmân edenlere {yani, O’nun bir tek ve ortaksız olduğunu tasdik edenlere} ve O’na sarılanlara {yani, Allah’a sığınanlara} gelince, onları Kendinden bir rahmetin {yani, cennetin} ve fadlın {yani, cennette rızkın} içine sokacak ve Kendine varan müstakim bir sırata iletecektir.
171. Ey Ehl-i Kitab {yani, ey Hıristiyanlar}! Dîninizde {yani, İslâm hakkında} ğulüvv etmeyin/aşırı gitmeyin {yani, Allah ve Îsâ ibn Meryem hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin}. Allah’a haktan başkasını isnad etmeyin. Mesîh Îsâ ibn Meryem sadece Allah’ın Rasûlü’dür {yani, Allah’ın çocuğu yoktur}, Meryem’e ilka ettiği kelimesidir {yani, Allah’ın Ol demesiyle olan bir varlıktır} ve O’ndan bir ruhtur {yani, Îsâ, babasız doğmuştur}. Öyleyse Allah’a {yani, O’nun ortaksız bir ve tek olduğuna} ve O’nun râsûllerine {yani, Muhammed’in (s.a.) Nebî ve rasûl olduğuna} îmân {yani, tasdik} edin de Üçtür {yani, Allah üçün üçüncüsüdür} demeyin, kendi iyiliğiniz için vazgeçin. Allah sadece bir tek ilahtır; çocuğu olmaktan {yani, Îsâ’yı çocuk edinmekten/Îsâ’nın babası olmaktan} münezzehtir. Semâdakiler ve arzdakiler {yani, bütün yaratılmışlar} O’nundur {yani, Îsâ olsun, başkaları olsun O’nun kuludur ve O’nun mülkündedir}. Vekîl {yani, şuna şehîd/tanık} olarak Allah kâfidir.
146. {Münâfıklardan} tevbe edenler, ıslah olanlar {yani, amellerini ıslah edenler}, Allah’a sarılanlar {yani, sığınanlar} ve dînlerini {yani, İslâm’ı} Allah için hâlis kılanlar {yani, dînlerin şirk karıştırmayanlar} müstesnâdır. İşte onlar mü’minlerle {yani, velâyette mü’minlerle} beraberdir. Allah mü’minlere azîm bir ecir {yani, bolca karşılık} verecektir.
147. Eğer şükreder {yani, O’nun nimetlerini şükreder} ve îmân ederseniz {yani, tasdik ederseniz}, Allah size azabı ne yapsın {yani, O şükreden, îmân eden bir kimseye asla azab etmez}. Allah şâkirdir, alîmdir {yani, onları çok iyi bilendir}.
(Yorum)Şöyle ki: Nebî(s.a)ile otururken bir adam ona (Ebû Bekr (r.a)) ağır sözler söyledi, fakat o cevap vermedi. Adam sözlerini mütemadiyen tekrarlayınca Ebû Bekr (r.a) da ona karşılık verdi. Bunun üzerine Nebî ( s.a) kalkıp gitti. Ebû Bekr (r.a) dedi ki:
– Ey Allah’ın Rasûlü!O bana ağır sözler söylediği halde ben sustum, sen de ona bir şey demedin, fakat ben ona karşılık verince kalkıp gittin.
Allah Râsûlü buyurdu ki:
-Sen susarken, bir melek senin adına cevab veriyordu. Sen karşılık verince melek gitti, şeytan geldi. Şeytanın gelmesinden sonra oturacak değildim. Aşağıdaki Allah-u Teala’nın buyuruğu Ebû Bekr hakkında inmiştir.
148. Allah, hiçbir kötü sözün cehren söylenmesini sevmez {yani, insanlardan hiç birinin böyle söylemesini sevmez} zulme uğrayan {yani, kendisine haksızlık yapılan} müstesnâ {yani, haksızlığa uğrayan kimse, kendisine zulmedilen sözün benzeriyle intikamını alabilir, ona söylenen sözün benzerini söylemesinde onun için bir vebal yoktur}. Allah se mîdir {yani, kötü sözün açıktan söylenmesini işitendir}, alîmdir {yani, onu çok iyi bilender}.
140. Kitabta {yani, Mekke’de En’âm sûresinde (68. âyet) size indirilen: Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onun gayrı bir hadîse/söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayın {yani, münâfıklar başka sözlere geçinceye kadar onlarla birlikte oturmayın}. (Eğer oturursanız), kuşkusuz o vakit siz de onlar gibisiniz {yani, küfürde onlar gibisiniz demektir}. Doğrusu Allah münâfıkları ve kâfirleri cehennemde cem edecektir, hem de cümleten.
136. Ey îmân edenler! Allah’a {yani, O’nun tevhîdine/vahdâniyyetine}, O’nun Rasûlü’ne {yani, Muhammed’e (s.a.)}, Rasûlü’ne indirdiği kitaba ve önceden {yani, Muhammed’in (s.a) kitabından önce} indirdiği kitaba îmân edin {yani, tasdik edin}. Kim Allah’a {yani, O’nun tevhîdine/vahdâniyyetine}, meleklerine, kitablarına, rasûllerine ve âhiret gününe {yani, amellerinin karşılığının görüleceği ölümden sonra diriliş gününe} küfrederse, ba’îd bir dalâl {yani, hidâyetten uzak bir dalâl/sapıklık} ile dalâlete düşer.
137. Kuşkusuz îmân edip {yani, Tevrât ve Mûsâ’ya îmân edip}, sonra küfreden {yani, Mûsâ’nın ardından küfreden}, sonra îmân eden {yani, Îsâ ve İncil’e îmân eden}, sonra küfreden {yani, o’nun ardından küfreden}, sonra küfrünü ziyadeleştiren {yani, Muhammed ve Kur’ân’ı inkâr ederek küfrünü artıran} kimseler var ya, Allah onları {yani, onların bu hallerini} mağfiret etmeyecek, onları yola hidâyet etmeyecek/iletmeyecek.
129. Ne kadar hırs gösterseniz de, kadınlar arasında adaletli davranmaya {yani, sevgide adaletli davranmaya: kalblerinizde onlara karşı eşit sevgi beslemeye} güç yetiremezsiniz {yani, kadir/muktedir olamazsınız}. Öyleyse tam bir meyille meyledip {yani, sevdiğiniz genç kadına büsbütün meyledip} de ötekini muallakta bırakmayın {yani, sürekli genç olan eşin yanına gidip ötekini: yaşça büyük olan kadını dulmu-evlimi belli olmayacak şekilde ortada bırakmayın ve lakin paylaştırmada adil olun}. Eğer ıslah eder {yani, onların işlerini düzeltir} ve ittika ederseniz {yani, birine meyledip da ötekine cevr etmekten korunursanız/kaçınırsanız}, kuşku yok ki Allah gafûrdur {yani, yaşça büyük olanın rızasıyla genç olana meyletmenizi bağışlayandır}, rahîmdir {yani, sulh ruhsatı vermek sûretiyle size karşı merhamet gösterendir}.
121. İşte onların me’vaları/barınakları cehennemdir. Ondan bir mahîs {yani, ondan kaçıp sığınacak bir yer} bulamayacaklar.
122. Îmân eden ve sâlih ameller işleyenlere gelince, onları altından nehirler akan cennetlere sokacağız, orada ebediyyen hâlidler olmak üzere. Bu Allah’ın hakk {yani, dosdoğru} va’didir {ve O mutlaka onlara olan va’dîni gerçekleştirilecektir}. Kim Allah’tan daha doğru sözlüdür {yani, cennet, ateş/cehennem, ölümden sonra diriliş ve diğer bütün hususlarda O’ndan daha doğru sözlü hiç kimse yoktur}.
123. Ne sizin {yani, ey mü’minler, ne sizin} ümniyyelerinizle [kuruntularınızla/temennilerinizle], ne de Ehl-i Kitab’ın {yani, Yahudi ve Hıristiyanların} ümniyyeleriyledir. Kim bir sû’ [kötülük] işlerse, onun karşılığını görür ve onun için Allah’ın dûnundan ne bir velî {yani, kendisine faydası dokunacak bir yakın}, ne de bir nasîr {yani, Allah’tan gelene karşı kendisini koruyacak bir yardımcı} bulunur.
119. {İblis devamla dedi ki}: Onları dalâlete düşüreceğim {yani, hidâyetten uzaklaştırıp saptıracağım}, onları ümniyyelere sevkedeceğim {yani, bâtıl ile olmadık kuruntulara/dipsiz emellere daldıracağım. Ölümden sonra diriliş, cennet ve ateş/cehennem diye bir şey olmadığını söyleyeceğim}, onlara en’âmın {yani, putlar için salınan develerin [bahîre]} kulaklarını dilmelerini {yani, kesmelerini} emredeceğim ve onlara Allah’ ın halgını tağyir {yani, dînini tebdil} etmelerini emredeceğim. Kim Allah’ın dûnundan şeytanı {yani, İblîsi} velî {yani, rabb} edinirse, mübîn bir hasar ile hasar etmiş {yani, beyyin bir dalâl ile dalâlete düşmüş} olur.
109. Diyelim ki siz {yani, hâinlik edenin taraftarları} bu dünya [yakın/şimdiki] hayatta onlardan {yani, Tu’me’den} yana mücâdele ettiniz {yani, Nebînize karşı onu savundunuz}, peki Kıyâmet Günü Allah’a karşı onlardan yana kim mücâdele edecek, onlara kim vekîl olacak {yani, ey Tu’me’nin yakınları ve taraftarları, âhirette onu azabtan kim koruyacak}?!
88. Öyleyse münâfıklar hakkında ne diye iki guruba {yani, birbiriyle tartışan iki gruba} ayrıldınız?! Halbuki Allah onları kesb ettikleri yüzünden baş aşağı çevirmiştir {yani, onları dalâlete düşürmüş de küfre döndürmüştür}. Allah’ın dalâlete düşürdüğü kimseyi hidâyete iletmeye mi irade ediyorsunuz?! Allah kimi dalâlete düşürürse, ona bir yol {yani, hidâyetten bir yol} bulunmaz.
86. Bir tahiyye ile tahiyye edildiğinizde ondan daha güzeli ile tahiyye edin veya onu reddedin. Kuşkusuz Allah her şeye {yani, tahiyye/selâmlaşma ile ilgili her şeye: selâma daha güzeliyle (Ve ‘aleyke ve rahmetullahî ve berekâtuhu) ya da misliyle mukâbele etmeye} hasîbtir {yani, şehîddir/tanıktır}.
197. {O}, az bir metâdır [faydalanmalıdır] {yani, bunlardan sadece ecelleri bitene kadar yararlanacaklardır}. Sonra me’vâları [varacakları yer] cehennem. Ne kötü yatak!
198. Fakat Rabb’lerine ittika edenlere {yani, Rabb’lerini tevhîd edenlere} gelince, onlar için altlarından nehirler akan cennetler vardır, orada halîdler {yani, ölmezler}. {Şu} Allah indinden bir nüzuldür [ikramdır/konuklukdur]. Allah indindeki, ebrâr {yani, itaatkârlar} için daha hayırlıdır.
199. Doğrusu Ehl-i Kitab’tan öyleleri {yani, İbn Selâm gibi öyleleri} vardır ki, Allah’a, size indirilene {yani, ümmet-i Muhammed’e indirilen Kur’ân’a} ve kendilerine indirilene {yani, Tevrât’a} îmân ederler {yani, Allah’ı, Kur’ân’ı ve Tevrât’ı tasdik ederler}. Allah’a hâşi’dirler {yani, Allah’a karşı alçak gönüllüdürler/mütevazıdırlar}. Allah’ın âyetlerini {yani, Kur’ân’ı} az bir pahaya {yani, Yahudi reislerinin yaptıkları gibi -zira Yahudi reisleri, hasad zamanında avamın mahsullerinden pay alıyorlardı- az bir dünyalığa} değişmezler. İşte onların {yani, ehl-i Tevrât’tan îmân eden İbn Selâm ve arkadaşlarının} ecirleri {yani, âhiretteki mükâfaatları: cennet} Rabb’leri indindedir. Kuşkusuz ki Allah’ın hesabı serîdir.
200. Ey îmân edenler! Sabredin {yani, Allah’ın emir ve farzları üzere sabredin}, sabırda yarışın {yani, Nebî (s.a.) ile birlikte sabırda yarışın}, ribâtta bulunun {yani, savaşta ve Allah yolunda düşmanlara karşı hazırlıklı olun da dînlerini bırakıp dîninize girsinler} ve Allah’a ittika edin {yani, Allah’a isyan etmeyin} ki felâha eresiniz. {Kim böyle hareket ederse felâha [murada/amaca] erer}.
195. Rabb’leri de onlara [onların dualarına] şöyle icabet etti: Elbette Ben sizden: erkek veya dişiden -ki birbirinizdensiniz- amel {yani, hayrdan amel} işleyenin amelini zayi etmem. Hicret {yani, Medine’ye hicret} edenlerin, diyarlarından çıkarılanların {yani, Mekke kâfirleri tarafından Mekke’den çıkarılan mü’minlerin}, Benim yolumda {yani, dîn-i İslâm yolunda} eziyet çekenlerin, kıtal edenlerin {yani, müşriklerle savaşanların} ve katledilenlerin {yani, müşrikler tarafından öldürülenlerin},elbette onların seyyiâtını {yani, kabahatlerini} örteceğim {yani, sileceğim/imha edeceğim} ve onları altından nehirler akan cennetlere {yani, bostanlara} sokacağım; Allah indinden bir sevâb olmak üzere {bütün bu anılanları onlara vereceğim}. Sevabın {yani, cennetin} güzeli de Allah indindedir.
193. Rabbimiz! Doğrusu biz, ‘Rabbinize îmân edin!’ {yani, Rabbinizin vahdâniyetini tasdik edin} diye îmâna nidâ eden bir münâdî {yani, tasdike davet eden bir davetçi: Muhammed’in davetini} işittik ve hemen îmân ettik {yani, mü’minler o’nun davetine icabet ederek, Rabbimiz! îmân ettik , yani, ‘tasdik ettik’ diye cevab verdiler}. Rabbimiz! Zenblerimizi/günahlarımızı bağışla, seyyiâtımızı ört {yani, hatalarımızı sil}, bizi ebrâr {yani, itaatkârlar} ile birlikte (ebrâr olarak) vefat ettir!
194. Rabbimiz! Rasûllerin vasıtasıyla va’d ettiğini bize {yani, rasûllerinin diliyle va’dettiğin cenneti bize ver} ve Kıyâmet Günü bizi rezil-rüsvâ {yani, bize azab} etme! Kuşku yok ki Sen, mî’âdına hulfetmezsin [va’dinden dönmezsin].
190. Muhakkak ki göklerin ve yerin {yani, bu iki azîm/azametli varlığın} halk edilişinde [yaratılışında], gece ile gündüzün ihtilâfında [değişip durmasında], uli’l-elbâb {yani, ehl-i lübb ve akl} için âyetler vardır.
191. Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üstünde yatarken Allah’ı zikreder, göklerin ve yerin halk edilişi [yaratılışı] hususunda düşünürler (de derler ki:) Rabbimiz! Bunları bâtıl olarak {yani, maksatsız, boşu boşuna} yaratmadın {yani, onları mutlaka bir maksada binaen yaratmışsındır}. Sen münezzehsin. Öyleyse bizi o ateş azabından koru!
161. Bir nebî için hâinlik olur şey değil {yani, Nebî’nin Uhud günü ganimete hâinlik etmesi, ganimetin paylaştırılmasında zulüm yapması mümkün değildir}. Kim hâinlik ederse, Kıyâmet Günü hıyânetiyle gelir. Sonra, herkese {yani, berr/iyi ya da fâcir/günahkâr herkese} kesbettiği {yani, hayır yahut şerrden yaptığı} eksiksiz ödenir ve onlara zulmedilmez {yani, amelleri hususunda zulmedilmez}.
147. Şundan başka da söyledikleri yoktu {yani, nebîlerinin öldürülmesinden sonra tek söyledikleri şuydu}: Rabbimiz! Zenblerimizi/günahlarımızı ve işimizdeki israfımızı {yani, işlediğimiz büyük günahları} bağışla, ayaklarımıza {yani, düşmanla karşılaştığımız vakit kaymaması için ayaklarımıza} iyice sebat ver ve kâfirler kavmine karşı bize yardım et!
148. Neticede Allah da onlara hem dünya sevabını {yani, dünyada zafer ve ganimeti}, hem de âhiret en güzel sevabını {yani, cennet ve rızasını} verdi. {Kim böyle yaparsa, ihsan etmiş olur}, Allah da muhsinleri sever.
139. Gevşemeyin {yani, düşmanınıza karşı zaafa düşmeyin}, üzülmeyin {yani, Uhud günü başınıza gelene: mağlubiyete ve içinizden kimilerinizin öldürülmesine üzülmeyin}. Eğer mü’minler {yani, tasdik edenler} iseniz, üstünsünüz.
140. Eğer size bir yara dokunduysa, o kavme de benzeri bir yara dokundu {yani, Uhud günü size bir yara isabet etmişse, onlara da: Kureyş kâfirlerinede Bedir günü benzeri bir yara isâbet etmişti}. O günleri biz insanlar arasında döndürürüz {yani, Bedir’de zafer sizindi, Uhud’da ise aleyhinize döndü: biri mü’minlerin, diğeri kâfirlerin lehine idi. Böylece günleri mü’minlerin aleyhine, kâfirlerin lehine döndürdüğü gibi, mü’minleri kâfirler ile de sınar} ki Allah îmân edenleri bilsin {yani, belâ esnasında dînleri hususunda kuşku duyup duymadıklarını tesbit edip îmânlarını görsün} ve sizden şâhidler edinsin -Allah zâlimleri {yani, münâfıkları} sevmez-
141. Ve Allah îmân edenleri temizlesin {yani, belâ ile deneyerek sabırlarını görüp îmân edenleri temizlesin}, kâfirleri de etkisiz kılsın {yani, kâfirlerin: münâfıkların şirke davetlerini ortadan kaldırsın da münâfıklık ve küfürlerini açıkça ortaya çıkarsın}.
135. Ve onlar ki bir fâhişe {yani, zina} yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri {yani, zinadan daha düşük işler yaptıkları} vakit Allah’ı hatırlayarak hemen günahları için mağfiret dilerler, -zaten günahları da Allah’tan başka kim mağfiret eder ki!- hem onlar yaptıklarına bile bile {yani, onun ma’siyet olduğunu bile bile} ısrar etmezler {yani, ma’siyetlerini sürdüremezler}.
136. İşte bunların {yani, mağfiret dileyenlerin} karşılığı, Rabb’lerinden bir mağfiret {yani, günahlarına bağışlanma} ve altından nehirler akan cennetlerdir, ki orada hâlidler olmak üzere {yani, o cennetlerde ölmemek üzere ikâmet edeceklerdir}. ‘Âmillerin {yani, günahlarından tevbe edenlerin} ecri ne güzeldir!
119. Bakın siz {yani, siz ey mü’minler topluluğu} onları {yani, Yahudileri} seversiniz {yani, Muhammed’e ve o’nun getirdiklerine îmân ettiklerini açığa vurdukları için seversiniz}. Halbuki onlar, kitabın hepsine {yani, Muhammed’e verilen kitaba da, ondan önceki kitaplara da} îmân ettiğiniz halde sizi sevmezler, {çünkü gerçekte onlar sizin dîninize bağlı değillerdir}. Sizinle {yani, Yahudiler sizinle} karşılaştıklarında, Biz îmân ettik derler {yani, Muhammed’i ve o’nun getirdiklerini tasdik ettik diyerek yalan söylerler}. Fakat birbirleriyle başbaşa kaldıklarında, ğayzlarından {yani, kalblerindeki kinlerinden} aleyhinizde parmaklarını ısırırlar {ve bir yolunu bulup size karşı düşmanca tutumlarını ortaya koymayı arzu ederler}. De {yani, Yahudilere de} ki: Ğayzınızla geberin. Kuşkusuz Allah göğüslerdekini bilendir {yani, mü’minlere karşı kalblerinde bulunan düşmanlık ve aldatma duygularını çok iyi bilendir}.
31. De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana {yani, dînimde bana} tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı {yani, şirk içindeyken işlediğiniz günahları} mağfiret etsin. Allah gafûrdur, rahîmdir {yani, şirk içindeyken yapılanları İslam’da bağışlayandır; Müslüman olarak yaptıklarına karşı merhamet gösterendir}.
32. {Yahudilere} de ki: Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne itaat edin. Eğer tevelli ederlerse {yani, Allah’a ve O’nun Rasulü’ne itaatten i’râz ederlerse/yüz çevirirlerse}, muhakkak ki Allah kâfirleri {yani, Yahudileri} sevmez.
28. Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri velîler edilmesin. Kim şunu yaparsa {yani, baskı altında kalmaksızın kâfirleri /müşrikleri velî edinirse}, Allah’tan ilişiği kesilmiş olur. Onlardan gelecek bir zarardan korunmaya çalışmanız müstesnâ. Allah sizi Kendisinden {yani, kâfirleri/müşrikleri velî edinmeniz hâlinde maruz kalacağınız cezadan} tahzir buyuruyor. Nihâyet gidiş {yani, âhirete gidiş} Allah’adır {ve O da size amellerinizin karşılığını verecektir}.
29. {Ey Muhammed} de ki: Göğüslerinizdekini {yani, kâfirlere karşı kalblerinizdeki velâyeti [dostluğu]} gizleseniz de, açıklasanız da {yani, Hâtıb ve arkadaşları gibi onlara olan dostluklarınızı açığa vursanız da} Allah onu bilir. Zira Allah göklerde ve yerde olanı bilir. Allah her şeye {yani, mağfirete de, azaba da} kadîrdir {yani, gücü yetendir}.
26. De ki: Ey mülkün mâliki Allah’ım! Dilediğine {yani, Muhammed ve o’nun ümmetine} mülkü verirsin, dilediğinden {yani, Bizanslılardan ve İranlılardan} mülkü alırsın. Dilediğini {yani, Muhammed ve o’nun ümmetini} azîz edersin, dilediğini {yani, Bizanslıları ve Farsları} zelîl edersin. Hayır, yalnız Senin elindedir. Kuşkusuz Sen her şeye {yani, mülkü alıp vermeye de, azîz ve zelîl kılmaya da} kadîrsin {yani, gücü yetensin}.
20. Eğer seninle {yani, ey Muhammed seninle} tartışırlarsa {yani, Yahudiler dîn hususunda tartışırlarsa}, de ki: Ben vechimi Allah’a {yani, kendimi ihlâsla Allah’ın dînine} teslim ettim, bana tâbi {yani, dînim üzere ihlâsla bana tâbi} olanlar da. O kitab verilenlere {yani, Tevrât ve İncil ehli ona Yahudilerle Hıristiyanlara} ve ümmilere de ki: Siz de teslim oldunuz mu?
Eğer teslim olurlarsa {yani, ihlâsla O’na: Allah’ın tevhîdine teslim olurlarsa}, hidâyete {yani, dalâletten kurtulup hidâyete} ererler. Yok yüz çevirirlerse {yani, teslim olmayıp yüz çevirirlerse}, sana düşen sadece tebliğdir {yani, risâleti tebliğdir}. Allah basîrdir o kullara {yani, onların amellerine âşinadır/vâkıftır}.
15. De {yani, kafirlere de} ki: Size bunlardan {yani, bu âyette sözü geçenlerden} daha hayırlısını haber vereyim mi? İttika edenler için Rabb’leri indinde altlarından nehirler akan cennetler vardır {yani, orada nehirler, ağaçların altından/bahçelerin içinden akar}, içlerinde hâlid olmak {yani, ölmeden kalmak} üzere. Onlar için mutahhar {yani, hayızdan, küçük ve büyük abdestten, tükürmekten, sümkürmekten ve her türlü pislikten arınmış} eşler ve bir de {hepsinden daha büyük ve önemli olan} Allah’tan bir rıdvân vardır {yani, Allah onlardan razı olacaktır}. Allah o kullara {yani, o kulların amellerine} basîdir.
9. Rabbimiz! Kuşkusuz ki Sen insanları, kendisinde/geleceğinde rayb [kuşku] bulunmayan bir günde {yani, Kıyâmet Günü’nde} toplayacaksın. Elbette Allah mî’âdına muhalefet etmez {yani, Âhirette insanları diriltip bir araya getireceği hususundaki sözünden caymaz}.
Kişinin ölümünden sonra dönüş için hazırladığı. Ebu’d-Dahdâh
284. Göklerdeki ve yerdekiler Allah’ındır {yani, bütün mahlukât O’nun kuludur, O’nun mülküdür. Haklarında dilediği gibi hüküm verir}. Nefislerinizdekini açıklasanız {yani, kâfirlere karşı velâyet ve samimiyetle öğüt verme duygularınızı dillerinizle açıklasanız} da, gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediğine mağfiret eder, dilediğine azab. Allah her şeye {yani, azaba da, mağfirete de} kadîrdir {yani, gücü yetendir}.
279. Şâyet yapmazsanız {(yani, fâizden arta kalanı bırakmazsanız) ve fâizin haram olduğunu kabul etmezseniz} Allah ve O’nun Rasûlü’nden harb olunacağını bilin {yani, bundan emin olun -bu, vazgeçmedikleri takdirde kâfir olacakları anlamına gelir-}. Eğer tevbe {yani, fâizi helâl kabul etmekten vazgeçerek tevbe eder ve haram olduğunu itiraf} ederseniz, ana paranız {yani, borç olarak verdiğiniz mal-para} sizindir. Böylece ne zulmetmiş {yani, alacağınızdan fazla alarak ne zulmetmiş}, ne de zulme uğramış {yani, alacağınız eksiksiz ödendiği için ne de zulme uğramış} olursunuz.
Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt {yani, Kur’an’da bir beyân} gelir de vazgeçerse {yani, ribâdan vazgeçerse}, geçmiş ona {yani, haram kılınmasından önce ribâ olarak yediği ona ait}, işi de {yani, haram kılınışından ve ribâyı terk edişinden sonraki işi ise} Allah’a aittir {yani, dilerse onu ribâdan korur, dilerse korumaz}. Kim de dönerse {yani, helâl kabul ederek faiz yemeye dönerse -çünkü onlar, Alış-veriş de aynen ribâ gibidir diyorlardı-} onlar cehennemin arkadaşıdırlar, orada {yani, cehennemde} halîdlerdir {yani, ölmemek üzere cehennemde kalacaklardır}.