İmam Gazali kitaplarından Tefekkür kitap alıntıları sizlerle…
Tefekkür Kitap Alıntıları
Sapıklıktan Yüce Allah’a sığınırız. O’ndan isteğimiz ayaklarımızın cehaletten ve bilgisizlikten dolayı kaymasına engel olması ve bizi kurtarıp korumasıdır.
O’nun lütfundan ve keremiyle fazlından dileğimiz budur.
O’nun cömertliğinden ve rahmetinden beklediğimiz yine budur.
Bir tek olan Allah’a hamdolsun. Salat ve selam Hz.
Muhammed’e, Ehl-i Beytine ve ashabına olsun.
Yüce Allah’ın keremine ve lütfuna sonsuz hamd ve senalar olsun.
Kalbim, Rabbimi gördü.
~Hz. Ömer (r.a)
Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmaktadır:
Doğrusu Ruhul Kudüs/Cebrail (aleyhisselam) kalbime şöyle ilhamda bulundu, sevdiğini dilediğince sev, mutlaka sen bir gün ondan ayrılacaksın, istediğin kadar yaşa, kesinlikle bir gün öleceksin. İstediğini istediğin gibi yap, kesinlikle sen ona göre hesaba çekileceksin.
Rasulullah (sallallâhu aleyhi vesellem)’ ın herbir hadisinde yer alan her bir kelime hikmet denizlerinden birer denizdir. Meğer ki insan o denize dalmasını, yüzmesini ve derinlere dalmasını bilebilsin.
Cüneyd-i Bağdadî şöyle diyor:
Meclislerin en saygını ve en üstünü tevhid meydanında tefekkür maksadıyla oturulanıdır, bilgi ve marifet rüzgârıyla gelen güzel bahar kokusunu almaktır, aynı zamanda sevgi denizinden muhabbet bardağıyla içmek, Aziz ve Celil olan
Yüce Allah’a Hüsnü zan ile bakmaktır.
Daha sonra devamla demiştir ki: Ey o meclislere devam eden kimseler, o meclislerin üzerinde üstün bir meclis mi var ki, o sevgi denizinden içilen sudan daha lezzetli bir içecek var mı ki! Doğrusu bundan rızıklanıp da ödüllendirilenlere müjdeler olsun!”
Hasan Basrî (radıyallâhu anh) diyor ki:
Eğer kişinin konuştuğunda hikmet yoksa anlamsız ise, o kişi boşuna konuşuyor demektir. Eğer bir kimsenin sükutu/sessizliği tefekkür değilse, o kişi yanılgı içerisindedir. Eğer bakışı, ibret almak için değilse, o da bir oyun ve eğlencedir.
İmam şafi (r.a.) diyor ki;
Konuşmak istiyorsan, önce susmasını bilmelisin, hüküm çıkarmak istiyorsan, düşünmeyi öğreneceksin.
Ey akıl sahibi kişi! Sen akıl ve fikrini, düşünceni şu melekût aleminde gezdir, onlar üzerinde düşün, ola ki senin için gök kapıları/gaybla ilgili bazı gerçekler açılır da, sen gönlünle o göğün istenilen bölgelerinde ve noktalarında dolaşma imkanı elde edebilirsin. Bu halini böylece sürdür ki, ta ki gönlün Rahman’ın Arş’ının önünde durana dek devam etsin. İşte belki böyle bir durumda Hz. Ömer b. Hattab’ın mertebesine ulaşma imkanı elde edebilirsin.
Allah kendisinden razı olsun, diyor ki: “Kalbim Rabbimi gördü.”
Şu baş gözünü bir kapat da gönül kapılarını aç.
“…Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da olunmaz.”
Debdebeli yaşamakta ve haşmetli gözükmekteki amacın da, tanıdıklarından onlarca veya yüzlerce kişinin senin ardına takılıp, dilleriyle senin önünde sana karşı ikiyüzlülük ederek, sana kuyruk sallamalarını ve yağcılıkta bulunmalarını istemendir. Oysa yüzüne karşı sana gülen o kimseler, aslında senin hakkındaki kötü düşüncelerini, aleyhindeki tavır ve hareketlerini ise bilmemektesin. Eğer seni severken gerçekten samimi iseler bile buna rağmen onlar ne senin adına ve ne de kendileri adına hiçbir yarar ya da zarar sağlama gücüne sahip değiller. Ne de ölümü engelleyip, sağlıklı bir yaşam sürmeni de sağlayacak bir güçleri yoktur. Hatta dahası kabirden kalkmaya ya da kaldırmaya bile güçleri yoktur.
Gerçekten insana şaşmamak elde değildir. O paraya, altın ve gümüşe ne kadar da değer veriyor, onları gözünde büyütüyor. En değerli taşları ve incileri biriktiriyor. Ancak Yüce Allah’ın bir damla su ile kendisine bahşeylediği o değerli nimetten, o nimeti gereğince düşünüp takdir etmekten gaflettedir. Çünkü o bir yudum suyu elde etmek ya da içtiğini tekrar boşaltmak için, eğer bir rahatsızlık duysa, tüm dünyayı vermeye hazırdır. Çünkü o suyu içme imkanını bulamazsa hayatı sona erecek ya da zararlı olan maddeleri dışarı atacak gücü olmasa yine hayatı tehlikeye düşecektir. O halde insan bunlardan gaflet içerisinde bulunmamalıdır.
Oysa insan bundan oldukça gaflet içerisindedir. Buna rağmen insan sadece midesiyle apış arasını düşünüp durmaktadır. Sadece düşündüğü şey, acıktığı zaman ne yiyeceğidir, doyunca da hemen yatıp uyumaktır. Cinsel arzuları kabarınca da bu ihtiyacını gidermek için cinsel ilişkiye geçmektir. Birine öfkelenip kızınca da derhal onunla kavgaya girişmektir. Oysa tüm hayvanlar ya da canlılar bu saydıklarımız konularda bizimle/ insanla ortaktırlar. İnsanın asıl özelliği bu hayvani olan duygularına gem vurması ve Rabbi olan Yüce Allah’ı tanımasıdır.
‘Sana ne oluyor ki, sen nefsini en büyük görmeye kalkışıyorsun? Oysa asıl büyük olan, Allah katında büyük olandır. Böyle bir şeyin ortaya çıkması ya da biline bilmesi de ancak ölümden sonradır. Nitekim nice kafirler vardır ki, öleceği ana kadar hep kafir olarak hayat sürmüştür, ama tam öleceğinde, küfrü terkederek, iman etmek suretiyle Allah’a yakın bir kişi olarak hayata gözlerini yumar. Nice müslüman kişi de var ki, ölüm anında durumu değişikliğe uğrayarak şaki/bedbaht biri olarak küfür üzere hayata veda eder, son nefesinde kötü bir sonla karşı karşıya kalır.
Her iyi ve güzel bir kelime aynı zamanda bir sadaka hükmündedir.
Eğer kişinin konuştuğunda hikmet yoksa/anlamsız ise, o kişi boşuna konuşuyor demektir. Eğer bir kimsenin sükutu/ sessizliği tefekkür değilse, o kişi yanılgı içerisindedir. Eğer bakışı, ibret almak için değilse, o da bir oyun ve eğlencedir.
Unutulmamalıdır ki, fikir ve düşünce, tüm aydınlıkların ya da nurların anahtarıdır. Uzağı görebilmenin ilk esasıdır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Konuşmak istiyorsan, önce susmasını bilmelisin, hüküm çıkarmak istiyorsan, düşünmeyi öğreneceksin.
İmam Şafiî (r.a)
İnsan hiç mi düşünmez!
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kalbim, Rabbimi gördü.
O göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.
(Casiye/13)
Fudayl b. İyad da :
Fikir, düşünme ve tefekkür, kişinin iyilik ve kötülüklerini insana gösteren bir aynadır. diye buyurmuştur.
Konuşmak istiyorsan, önce susmasını bilmelisin, hüküm çıkarmak istiyorsan, düşünmeyi öğreneceksin.
ibret ve ders çıkarılan şeylerden ilim/bilgi, zikirden Allah sevgisi, tefekkür ve düşünmekten de Allah korkusu doğar.
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.
Allah’ın yarattığı varlıklar hakkında düşünün/tefekküre dalın. Ancak Allah’ın zatı hakkında tefekküre dalmayın/düşünmeyin. Çünkü siz gerçekten gereğince Allah’ı takdir edemezsiniz.
Konuşmak istiyorsan susmasını bilmelisin,hüküm çıkarmak istiyorsan,düşünmeyi öğreneceksin. ~İmam Şafi
Bir de bakıyorsun ki çeşit çeşit ağaçlar ve bitkiler, danesinden, üzümünden, yoncasından, hurmasından, narından tutun da sayılamayacak kadar meyve ve sebze çeşitli şekillerde ve renklerde bu topraklar üzerinde meydana gelmektedir. İşte bunları meydana getiren varlık ve kudreti düşün bir kez.
Mekke yakınlarında çölde yaşayan bir kadın şöyle demiştir: “Eğer takva sahiplerinin gönülleri düşünce itibariyle ahiret hayatı için kendilerine hazırlanmış olan nimetlerin üzerinde yorulsalardı, gayb ötesindeki o değerlerin neler olacağı noktasında yorulsalardı, doğrusu böyleleri için dünya hayatı mutlu bir hayat olamazdı.
Ata’dan gelen rivayete göre diyor ki; “Bir gün ben ve Ubeyd birlikte Hz. Aişe’nin yanına vardık. Bizimle kendisi arasında perde olduğu halde bizimle konuştu ve dedi ki:
Ey Ubeyd! Seni bizi ziyaretten alıkoyan şey nedir/Nedenbizi sık sık ziyaret etmezsin?
O da kendisine Rasulullah (sallallâhu aleyhi vesellem)’ın şu sözlerini hatırlatır:
Aralıklı olarak ziyarette bulun/sık sık ziyaret etme ki sevgin artsın.
Tavus ise, Havarîlerin Meryemoğlu İsa (aleyhisselam)’ya şöyle söylediklerini belirtiyor:
Ey Allah’ın Ruhu! Bugün senin gibisi yeryüzünde var mı? Hz. İsa (aleyhisselam) da kendilerine: Evet, bir kimsenin eğer konuştukları zikir, susması da fikir, bakışı da ibret alma ise, işte o kişi benim gibidir. diye buyurmuştur.
Unutulmamalıdır ki, fikir ve düşünce, tüm aydınlıkların ya da nûrların açacağı/anahtardır. Uzağı görebilmenin de ilk esasıdır. Fikir, tüm bilimsel kaynakların kendisinde odaklandığı bir ağdır.
Kulluğun gereği olarak tefekküre dalın.
o, sevgilisine kavuştuğunda, durup kendisini düşünecek hali kalmamıştır, kendisini düşünecek halde değildir, kendi durumunu ve konumunu bile hatırlamaz. O adeta kendini unutan şaşkın biridir ki bu, âşıkların doyuma vardıkları son perdedir.
Eğer kişi, nefsinde bir büyüklük hissederse, o zaman nefsinin ahmaklığına bir karar vermelidir. Bunun için de nefsine demelidir ki: “Sana ne oluyor ki, sen nefsini en büyük görmeye kalkışıyorsun? Oysa asıl büyük olan Allah katında büyük olandır. Böyle bir şeyin ortaya çıkması ya da bilinebilmesi de ancak ölümden sonradır.”
Nefis sürekli olarak kendi adına hep iyilik ve hayır sözünü verir de, hep onun aksini yapar, sözünde hiç durmaz.
Helal yemek; tüm ibadetlerin temeli ve özüdür. Çünkü Yüce Allah (C.C), içinde bir kuruş da olsa haram bulunan bir parayla alınan bir giysi içinde kılınan namazı kabul etmeyeceğini belirtmiştir.
Bir kimse eğer Allah’ı seviyorsa, aşığın maşuka olan bağlılığı manasında bir sevgi ve bağ olmalıdır, böyle de olmak gerekir. O kimsenin gözü sevgilisinden başkasını göremez ve gözünü zaten ondan başkasına da kaydıramaz.
Kalbin zikri, organların yaptığı işlerden daha önemlidir, hatta amelin değeri, içinde zikir taşıması itibariyledir. Bu durumda tefekkür tüm amellerden daha değerlidir.
“Bir anlık tefekkür, bir yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.”
çünkü her mütefekkir aynı zamanda bir mütezekkirdir.
Doğrusu akıl sahipleri, sürekli zikir yaparak kendilerini tefekküre ve sürekli tefekkürde bulunarak da kendilerini zikre alıştırırlar. Bu hal, ta ki gönülleri konuşur hale gelene dek sürer. Gönülleri konuşur hale gelince de artık o kimse hikmetli sözler ve manidar ifadeler kullanır.
İnsanın asıl özelliği hayvani olan duygularına gem vurması ve Rabbi olan Yüce Allah’ı tanımasıdır.
Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.
| İnsan/Dehr, 76/3.
“İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık.
Bir de bakıyorsun, apaçık düşman kesilmiş.”
| Yasin, 36/77.
” Yüce Allah’ın yarattığı varlıklar üzerinde düşünüp tefekküre dalın ve ancak zatı üzerinde düşünmeyin /tefekküre dalmayın ”
” Nasıl ki su bitkilerin yeşermesine neden oluyorsa, mal ve mevki sevgisi de kalpte nifak bitirir. ”
Hasan Basri (r.a) diyor ki :
Eğer kişinin konuştuğunda hikmet yoksa, o kişi boşuna konuşuyor demektir. Eğer bir kimsenin sükutu tefekkür değilse, o kişi yanılgı içerisindedir. Eğer bakışı bir ibret almak için değilse, o da bir oyun ve eğlencedir.
Kulluğun gereği olarak tefekküre dalın.
Kalbin zikri, organların yaptığı işlerden daha önemlidir, hatta amelin değeri, içinde zikir taşıması itibariyledir.
Hasan Basri (ra) diyor ki:
-Eğer kişinin konuştuğunda hikmet yoksa, anlamsız ise o kişi boşuna konuşuyor demektir. Eğer bir kimsenin sükutu, sessizliği tefekkür değilse o kişi yanılgı içerisindedir. Eğer bakışı ibret almak için değilse, o da bir oyun ve eğlencedir.
Eğer kişi olursa sahibi tefekkür
Onun için her şeyde işaret gözükür.
Karınca yuvasından çıkar. Ki o bu yuvasını gayet muhkem, krala ait olan saraylardan birinde yapmıştır. Sarayın duvarları oldukça yüksek ve sağlam, her bakımdan tehlikelerden korunmuş ve arındırılmış bir haldedir. İçerisinde genç kızlar, oğlanlar ve çeşit çeşit süslemeler bulunmaktadır. Çok değerli gıda maddeleri ve yiyecekler, nefis ürünler bulunuyor. İşte böyle bir yerde bulunan karınca, yuvasından dışarı çıkınca, yolda bir arkadaşıyla karşılaşır. Eğer bu karınca gerçekten konuşabilme gücüne sahip bulunsa, içinde bulunduğu o muazzam saraydan ve oradaki nefis gıdalardan hiç de söz etmez. O kendi yuvasını ön plana çıkarıp ondan konuşmaya başlar, kendi yuvasında bulunan yiyeceklerden söz eder. Onların nasıl orada depolandığını anlatır.
Oysa saray ve kral konusuna gelince, ki o sarayın hem sahibi ve hem de orada gıdaların depolanmasını sağlayandır, karınca ne saraydan ne de sarayın sahibinden hiç söz etmediği gibi onu düşünmez bile. Çünkü karınca, kendi evi ve gıdası dışındaki hiçbir şeyi görmez daha doğrusu görmezden gelir. Karıncanın sarayı görmezlikten gelmesi, oradaki dünyadan hiç söz etmemesi, o sarayın tavanını, duvarlarını ve diğer yapı ve binaları görmemesi gibi bir gafleti sürüyorsa, bir insan olarak sen de Rabbinin sarayının sakinlerinden, Rabbinin evinden, göklerin sakinleri olan meleklerden habersiz olarak yaşamaktasın. Senin sema hakkında bildiklerin tıpkı karıncanın senin binan ve onun tavanı hakkındaki bilgilerden öteye geçmemesi gibidir. Aynı şekilde senin göklerin meleklerini bilmemen de tıpkı karıncanın senin evindeki yaşayanları bilmemesi gibidir. Karıncanın senin ve evinin sakinleri hakkındaki bilgisi ne ise senin de aynen öyledir.
Evet karıncanın seni, senin sarayının o ihtişamlı görüntüsünü, o eşsiz sanatını görebilme gücü, imkanı ve yolu yoktur. Karınca o sanatı meydana getiren sanatkarı bilemez. Fakat sana gelince, sen karınca gibi değilsin. Senin melekût âleminde dolaşabilme gücün var, onda insanı hayretler içerisinde bırakan ve ne yazık ki halkın kendisinden gafil olduğu ihtişamlı sanatlar var. Sen hâlâ bunların tümünden habersiz bir halde yaşıyorsun ve aymazlığın sürüp gidiyor.
Sana gelince, sen hem nefsini, hem Rabbini ve hem de Rabbinin evini unutmuşsun da hep midenle apış aranı düşünüp duruyorsun.
Doğrusu peşine düştüğün tek bir amacın var, o da şehevî duyu ve isteklerini tatmin etmek veya çevreni pekiştirmek, yerini sağlamlaştırmaktır. Şehevî duygularının amacı hep mideni tıka basa doldurmaktır. Kaldı ki sen hayvanların yediğinin onda birini bile yiyebilecek bir güce de sahip bulunmamaktasın. Bu itibarla hayvan bile senden on kat daha üstündür.
Nitekim meyvelerin diğer parçalarına ulaşması da aynıdır ve aynı fonksiyonu görür. Bütün bunlar nasıl olabilmekte söyler misin? Şayet yağmur suyu, kendiliğinden aşağılara doğru akıp gidiyorsa, bu durumda söyleyebilir misin o su, bu defa nasıl oluyor da en yukarılara ve en yüksek noktalara kadar hareket edebiliyor? Bu, herhangi bir çekim gücü sayesinde olabilmektedir, diyorsan, o halde böyle bir görevi yapmak için bu çekim gücünü bu işe hazırlayan ve koyan kimdir?
Eğer bütün bu sorgulamaların ve zincirleme gelen soruların sonunda, bu işi göklerin ve yerin yaratanına vardırırsan, mülk ve melekûtun/dünya ve ahiret hayatının tüm varlığı egemen gücü altında olan ve Cebbar olan Allah’dır diyebiliyorsan, o takdirde neden bu işi ta başından beri O’na havale etmedin, O’na bu işi bırakmadın, kendince birtakım safsatalar uydurup durdun söyler misin? İşin gerçeği şudur, cahilin ve bunağın en son varabildği noktayı akıllı kimse ta işin başından itibaren hemen anlayıvermektedir.
Doğrusu hidayet veren ve saptıran, azdıran ve doğruya erdiren, mutsuz kılan ve mutluluk veren Yüce Allah, her şeyden münezzehtir, berîdir. O dostlarının mana gözlerini açarak onlar bu sayede Rablerinin varlığını âlemin ve âlemin parçalarının herbir zerresinden onu görüp müşahede ediyorlar. Bu itibarla Rabbim her şeyden münezzehtir. O, düşmanlarının kalplerini körelterek, izzet ve yüceliğiyle cemalini perdelemiştir. Çünkü her iş ve yaratma yalnızca O’nundur. Lütuf ve ikramda bulunma da O’na aittir. Kahir de onun, lütuf ve kerem de O’nun hükmünü reddedecek hiçbir güç olmadığı gibi, O’nun kararını geri çevirecek, kaza ve kaderine karşı koyacak da yoktur.
İnsan menisi denilen ve sperm adı verilen nutfe gerçekten düşünen ve duyan gönüllere şöyle sesleniyor, o dinlemeyle alakası olmayan sağırlara değil, gönül erbabına şöyle sesleniyor:
Sen beni iç organların karanlıklarında, hayız kanına bulanmış bir halde mi sanırsın? Öyle bir anı düşün ki, yüzümün üzerinde çizgiler ve şekiller çiziliyor, nakkaş denilen o İlahî Ressam benim gözbebeğimi, kirpiklerimi, alnımı, yanaklarımı, dudaklarımı yaratıyor değil mi? İşte o ilahî nakkaş tedrici olarak zaman içerisinde kaşlarımı bir ay misali kavisli yarattığını da mı görmez ve düşünmezsin? Evet bütün bunların varlığını ve zamanla tedrici olarak nasıl meydana geldiğini görüyorsun. Fakat buna rağmen o nutfe denilen spermin ne içerisinde ve ne de dışında herhangi bir ressam ya da nakkaş göremiyorsun, aynı zamanda ne ana rahminin içerisinde ve ne de dışında böyle bir şeyi yine göremiyorsun. Hatta bunun gelişmesinde ne annenin, ne babanın, ne nutfe denilen spermin ve ne de ana rahminin bile haberi olmuyor. Şimdi böylesi bir ressam ya da nakkaş, insanı gerçekten hayran bırakan bir eser meydana getiren görülen ressam ve nakkaştan daha çok hayret ve şaşkınlık uyandırmaz mı hiç? Sen bunlardan hiç mi bir ders almıyorsun? Eğer bir ya da iki kez dönüp baksan kesinlikle gerçeği kavrarsın, değil mi?
Gerçekten insana şaşmamak elde değildir. O paraya, altın ve gümüşe ne kadar da değer veriyor, onları gözünde büyütüyor. En değerli taşları ve incileri biriktiriyor. Ancak Yüce Allah’ın bir damla su ile kendisine bahşeylediği o değerli nimetten, o nimeti gereğince düşünüp takdir etmekten gaflettedir. Çünkü o bir yudum suyu elde etmek ya da içtiğini tekrar boşaltmak için, eğer bir rahatsızlık duysa, tüm dünyayı vermeye hazırdır. Çünkü o suyu içme imkanını bulamazsa hayatı sona erecek ya da zararlı olan maddeleri dışarı atacak gücü olmasa yine hayatı tehlikeye düşecektir. O halde insan bunlardan gaflet içerisinde bulunmamalıdır.
Çünkü vücudumuz bizi yaratan Rabbimizin azametine en açık şahittir ve kanıttır. Oysa insan bundan oldukça gaflet içerisindedir. Buna rağmen insan sadece midesiyle apış arasını düşünüp durmaktadır. Sadece düşündüğü şey, acıktığı zaman ne yiyeceğidir, doyunca da hemen yatıp uyumaktır. Cinsel arzuları kabarınca da bu ihtiyacını gidermek için cinsel ilişkiye geçmektir. Birine öfkelenip kızınca da derhal onunla kavgaya girişmektir. Oysa tüm hayvanlar ya da canlılar bu saydıklarımız konularda bizimle/insanla ortaktırlar. İnsanın asıl özelliği bu hayvani olan duygularına gem vurması ve Rabbi olan Yüce Allah’ı tanımasıdır.
Gerçekten senin durumuna şaşmamak mümkün değil. Düşün bir kez, eğer herhangi bir ressam sanatkarınca bir duvara resmedilmiş bir insan figürüne baksan ve bu arada ressamın tüm sanat hünerlerini ortaya koyarak meydana getirdiği o resme dikkatlice bakınca, bu tıpkı bir insan demekten şaşkınlığını gizleyemezsin. Böyle bir durumda sen, o eseri meydana getiren ressamın bu sanat dalındaki maharet ve üstünlüğünü, zekasını nerede ise insan üstü bir durum olarak görüp üstelik ressama da hayran olursun. Oysa ki sen de biliyorsun ki bu resmi sanatkar, elindeki boya, fırça, el becerisi, duvar, bu duvar üzerinde bunu çizebilme gücü, bilgi ve becerisi ve bunların da ötesinde iradesiyle çizmiştir. Buna rağmen ressamın meydana getirdiği bu güzelim tablo, bizatihi ne onun fiili ve ne de yaratmasıdır. Tam aksine bu, onun dışındaki bir varlığın onu yaratması anlamına gelir. Burada sanatkarın yaptığı şey, özel bir bileşimle ve belli bir düzen içerisinde, elindeki boya ile kendi maharetini de kullanarak önündeki duvara şekli resmetmektir. Buna rağmen adamın bu yaptığına hayret ve şaşkınlık içerisinde bakıyor ve onu gözünde oldukça büyütüyorsun.
Nitekim sen de biliyorsun ki, spermden bu insan yaratılmıştır. Oysa ki sen, daha önce bu nutfe denen spermin olmadığını da biliyorsun ve görüyorsun.
Onun yaratıcısı olan Yüce Allah, o nutfe/spermi sırt ile göğüs kafesi arasından çıkarır. Daha sonra da Allah bundan insan suretini/insanı çıkardı ve ona şekil verdi, verdiği şekli de şekillerin en güzeli olarak verdi. Onu takdir edip yarattı ve en güzel tasvirle şekillendirdi. Aynı zamanda o nutfenin/ spermin benzer parçalarını değişik parçalar haline getirdi. Her noktadaki kemiklerini en sağlam bir şekilde varetti.
Evet bu güzellik ve özellikteki insan denilen bu yaratık, aslında o iğrendiğimiz meni denilen spermden Allah’ın bir sanatı olarak yaratılmıştır.
Evet bir damla sudan/spermden onun sanatının ne yüce olduğunu görürsün. Bir damla sudaki sanatkarlığı böyle olunca, acaba göklerin ve bunlardaki yıldızların, melekût dünyasındaki varlıkların üzerinde düşünülecek olunursa, o sanata ne buyurulur ki?
Şimdi de bir dönüp kemiklere bakalım hele. Kemikler katı, sert ve kuvvetlidirler. Şimdi bu kadar katı ve sert olan bir organ o meni denilen ince ve akıcı özelliği bulunan sudan/spermden nasıl var edildi? Nasıl yaratıldı? Sonra bu kemikler vücud için nasıl bir destek ve dayanak haline getirildi? Ayrıca her bir kemik ayrı ayrı ölçülerde ve özelliklerde nasıl yaratıldı, ayrı ayrı şekillerde ve biçimlerde nasıl oluştu? Üstelik biri diğerine hiç de benzemiyor. Bu kemikler içerisinde kimisi küçük, kimisi büyük, kimi uzun, kimi yuvarlak, kimisi içi delik/ilikli, kimisi dolu, kimi geniş ve kimisi de incedir.
Rabbimiz daha sonra nutfe/spermin alâk ve alâk’ın da mudgaya, mudganın da kemiğe nasıl dönüştüğünü şöyle açıklıyor ve buyuruyor ki:
Andolsun ki biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta nutfe/sperm haline getirdik. Sonra nutfeyi/spermi alâk’a (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alâk’a, bir parçacık et haline soktuk (mudga); bu bir parçacık eti/mudgayı kemiklere/iskelete çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.
Kur’an âyetlerinde nutfe/sperm sözcüğünün tekrar tekrar belirtilmesi ve ifade olunması yalnızca bu sözcüğün lafzının duyulması maksadıyla değil, aksine bunun üzerinde düşünülsün ve tefekküre dalınsın diyedir, manası anlaşılsın istenmektedir.
Şimdi seni nutfe/sperm üzerinde düşünmeye çağırıyorum. Bilindiği gibi nutfe/sperm bir damla su/menidir. Eğer bir müddet, az bir süre dışarda, havaya karşı açık bir şekilde terk edilip bırakılsa, bozulur ve kokuşmaya başlar. Eğer gerçekten ibret gözüyle üzerinde düşünülecek olunursa, Rablerin Rabbi Yüce Allah nasıl da onu omurga ile kaburga kemikleri arasından çıkarmıştır. İnsanın buna dikkat çekmesi gerekir. Nasıl da Yüce Allah, erkekle kadını bir araya getirdi, aralarında ülfet, sevgi ve bağlılık, gönüllerinde birbirlerine karşı meyil oluşturdu. Buna bir dikkat etsin. Böylece kadın ile erkeği aralarındaki bu sevgi ve muhabbet duygularıyla, şehevî arzu ve istekle bir araya nasıl getirip birleştirdi? İnsan bunlar üzerinde tefekkürde bulunmalıdır. Dolayısıyla cinsel ilişki sonucunda nasıl oldu da erkekten nutfe adı verilen spermi çıkarıp rahme yerleştirdi? Doğrusu kadında hayız adı verilen aybaşı kanını damarların derinliklerinden nasıl çekip çıkardı ve bunları rahimde nasıl topladı? Daha sonra rahimde oluşan bebeği nasıl yaratıp da var eyledi? Nasıl oldu da ana rahmindeki bebeği hayız kanıyla suladı/yerleştirdi, onu yetişip gelişinceye ve doğuma dek nasıl besledi? Evet gelişme ve büyümeyi nasıl sağladı? İnsan hiç mi bunlar üzerinde düşünmez ki? Meni denilen sperm, bembeyaz parlak bir şey iken nasıl oldu da bu, yapışkan kıpkızıl bir et haline dönüştü? Daha sonra bu, nasıl oldu da mudgaya nasıl geldi? Ayrıca o nutfe denilen sperm birbirleriyle eşit ve benzer bir durumdayken nasıl oldu da bunlara et, damar, kemik, sinir vb. gibi şeyler giydirilerek bir insana dönüştürüldü? Bunları insan bir düşünsün?
Daha sonra etten, damarlardan ve sinirlerden oluşan şu görünür vücud nasıl oluştu? İnsan bunun üzerinde bir düşünmelidir.
Allah (c.c), bu organlar içerisinde başı yuvarlak yaratmış, bunun üzerinde kulakları, gözleri, burnu ve diğer organları var etmiş, insan bunları hiç mi düşünmez?
Ağzın yaratılışını da mı düşünmez ki?
Daha sonra bu organlara bağlı olarak el ve kolları, ayak ve bacakları yaratmış yaratmış, kolun bitimini parmaklarla ve parmakları da parmak uçlarıyla sonlandırmış, bunları da mı hiç düşünmez insan?
Yüce Allah insanın bu dış görünümünü yaratmasının yanında bir de iç organlarını, kalbini, midesini, ciğerlerini, dalağını, kalın bağırsaklarını, rahmi, mesaneyi ve bağırsaklardan oluşan tüm organlarını yaratmış, insan bunları da mı hiç düşünmez ki?
Kaldı ki bütün bunlar belli ve ölçülü bir şekilde ve tarzda yaratılmış, her birinin görev ve fonksiyonu da ayrı ayrı belirlenmiştir. İnsan bunları da mı düşünmez?
Ayrıca yine tüm bu organları da kendi aralarında farklı farklı kısımlara ayırmış, örneğin göz denen organı yedi tabakadan var etmiş, her bir tabakanın da kendine özgü bir özelliği bulunmaktadır. Eğer göz bu özelliklerden birini yitirirse ya da bu niteliklerden biri özelliğini kaybederse, bundan böyle göz görme özelliğini yitirir. Şayet biz, tüm bu organların üzerinde birer birer ak ya da sadece bunlardan biri üzerinde durmaya kalkışsak, onda var olan ve insanı şaşırtıcı durumdaki özellikler, âyetler insanı hayretler içerisinde bırakır ve bir ömür boyu da biz bunları anlatmakla bitiremeyiz.
Yüce Allah’ın âyetlerinden biri, bir damla sudan/meniden/spermden yaratılmış olan insandır. Dolayısıyla insanın üzerinde düşünmesi gereken en yakın şey, insanın kendi nefsidir, bizzat kendisidir. İnsanın kendisinde Yüce Allah’ın azametini gösteren nice hayret ve şaşkınlık uyandıran delilleri ve kanıtları kendi üzerinde bulması gayet mümkündür. Eğer iyi bir şekilde düşünecek olursa bunlardan üzerinde binlercesini bulabilir ve görebilir. Oysa ki insan bundan büyük bir gaflet içindedir. Büyük gaflet içinde bulunup da kendisini tanımayan, kendisi hakkında bilgisiz olan cahil kişi! Nasıl olur da sen, senden başkasını tanımaya can atarsın? Önce kendini tanı bakalım! Çünkü Yüce Allah, Aziz olan Kitabında kendin ve nefsin üzerinde düşünmeni sana emretmiş ve mealen şöyle buyurmuştur:
Kesin olarak inanacaklar için yeryüzünde âyetler vardır. Kendi nefislerinizde de/kendiniz üzerinde de öyle. Görmüyor musunuz?
Şimdi bir kez şöyle düşün bakalım. Sen pis/murdar olan bir nutfeden/spermden/bir damla su/meniden yaratıldın. Nasıl bunları düşünemezsin ki?
Her şeyden önce bilinmesi gereken bir şey varsa o da, şu varlık âleminde Allah’tan başka görebildiğimiz ve var olan her şeyin bizatihî Yüce Allah’ın fiili ve yaratmasıyla olduğudur. Kainattaki ya da varlık âlemindeki zerresinden tutun küresine varıncaya dek, ister cevher olsun, ister araz olsun, ister herhangi bir sıfat, ister nitelenen, tanıtılan şey olsun, bütün bunların her birinde insanı hayretler içerisinde bırakacak gariplikler vardır ki, hepsinde de Yüce Allah’ın hikmeti ve kudreti gözükür. O’nun Celal ve azameti kendisini gösterir. Bunların sayımı ise hesapsız şekildedir, hesap altına alınması imkanı da zaten yoktur. Çünkü denizler mürekkep haline gelseler de, daha yazılanların onda biri ya da binde biri bitmeden, denizler bitip tükenir.
Buna aynı zamanda en üst makam da denmektedir. Bu noktada kişi/kul, Allah’ın zatı, sıfatları ve isimlerinin manaları üzerinde düşünüp tefekküre dalmalıdır. Tefekkürün bu yönü yasaklanan ya da men olunan yöndür. Çünkü bu konuda şöyle buyurulmuştur:
Yüce Allah’ın yarattığı varlıklar üzerinde düşünüp tefekküre dalın ve ancak zatı üzerinde düşünmeyin/tefekküre dalmayın.
Bunun yasaklanmasının nedeni, akıl denen terazinin bunun altından kalkamayacağı gerçeğidir. Akıllar bu konuda şaşırıp kalırlar. Oraya göz atmaya sıddîkler dışında kimse cesaret edemez ve üstelik buna güç de yetiremezler. Diğer taraftan Sıddîk denilen ve özü sözü bir olan samimi müslümanlar bile bu noktada uzun uzadıya odaklanamazlar. Çünkü onların güçleri bile belli bir noktaya kadardır. Sıradan insanların durumuna gelince, böylelerinin gözleri/bakışları, Yüce Allah’ın Celal sıfatına izafetle adeta güneş karşısında yarasanın halinden farksız gibidir. Nasıl ki yarasa güneşten rahatsız olup ona bakamıyorsa, sıradan insanlar/avam tabakası da bu manada Yüce Allah’ın Celal sıfatına nazar edemez. Yarasa rahatsızlanmamak için gündüzleri nasıl ortaya çıkmıyor gizleniyor, ancak geceleyin ortaya çıkıp, güneşin kalan zayıf ışınlarından ve yere yansımasından o kadarıyla yararlanabiliyorsa, işte avam tabakası ya da sıradan insanların hali de aynen böyledir.
Gerçek şu ki tek bir âyeti, üzerinde düşünerek, tefekküre dalarak okuyup anlamak, hiç üzerinde düşünülmeksizin okunan bir hatimden daha hayırlıdır. Dolayısıyla kişi, okuduğu tek bir âyet üzerinde velev bir gece de geçse düşünerek, tedebbür ederek okumalı ve anlamaya çalışmalıdır. Çünkü her bir âyetin her kelimesi içinde sayısız ve hesapsız hikmetler, incelikler vardır.
Göz organı Rabbimiz tarafından göklerin ve yerin ibret alınacak şeylerini, melekûtunu seyretmek, bunlardan kendimize ders çıkarmak için yaratmıştır. Dolayısıyla göz organı mutlaka Allah’a itaat olan şeylerde değerlendirilmeli, bununla Allah’ın kitabına bakılmalı, Rasulünün sünnetine bakmalı ve bu iki kaynak ve bağlı şeyler okunmalıdır. Kişi, ‘Ben gözlerimle Kur’an okuyabilir ve Sünneti mutalaa edebilirim’ demelidir, ‘Benim gücüm buna yeter, neden böyle bir görevi yapmayayım ki! ‘ diye kendisini sorgulamalı, düşünmelidir!
Aynı zamanda kişi, haram ile yapılan tüm ibadetlerin boşa çıktığını kendi nefsine de kabul ettirmelidir. Oysa helal yemek; tüm ibadetlerin temeli ve özüdür. Çünkü Yüce Allah (c.c), içinde bir kuruş da olsa haram bulunan bir parayla alınan bir giysi içinde kılınan namazı kabul etmeyeceğini belirtmiş, bu gerçeği nitekim bir hadisten öğrenmekteyiz.
İmam Şafiî (radıyallâhu anh) diyor ki:
Konuşmak istiyorsan, önce susmasını bilmelisin, hüküm çıkarmak istiyorsan, düşünmeyi öğreneceksin.
Mekke yakınlarında çölde yaşayan bir kadın şöyle demiştir: “Eğer takva sahiplerinin gönülleri düşünce itibariyle ahiret hayatı için kendilerine hazırlanmış olan nimetlerin üzerinde yorulsalardı, gayb ötesindeki o değerlerin neler olacağı noktasında yorulsalardı, doğrusu böyleleri için dünya hayatı mutlu bir hayat olamazdı.
Tavus ise, Havarîlerin Meryemoğlu İsa (aleyhisselam)’ya şöyle söylediklerini belirtiyor:
Ey Allah’ın Ruhu! Bugün senin gibisi yeryüzünde var mı? Hz. İsa (aleyhisselam) da kendilerine: Evet, bir kimsenin eğer konuştukları zikir, susması da fikir, bakışı da ibret alma ise, işte o kişi benim gibidir. diye buyurmuştur.
Fudayl b. İyad da:
Fikir/düşünme ve tefekkür, kişinin iyilik ve kötülüklerini insana gösteren bir aynadır. diye buyurmuştur.
Ata’dan gelen rivayete göre diyor ki; “Bir gün ben ve Ubeyd birlikte Hz. Aişe’nin yanına vardık. Bizimle kendisi arasında perde olduğu halde bizimle konuştu ve dedi ki:
Ey Ubeyd! Seni bizi ziyaretten alıkoyan şey nedir/Nedenbizi sık sık ziyaret etmezsin?
O da kendisine Rasulullah (sallallâhu aleyhi vesellem)’ın şu sözlerini hatırlatır:
Aralıklı olarak ziyarette bulun/sık sık ziyaret etme ki sevgin artsın.