İçeriğe geç

Tasavvufa Giriş Kitap Alıntıları – Mahmud Erol Kılıç

Mahmud Erol Kılıç kitaplarından Tasavvufa Giriş kitap alıntıları sizlerle…

Tasavvufa Giriş Kitap Alıntıları

Fizikî dünya bir ruhun, bir iradenin somutlaşmasıyla oluşur. O ruhun, bu fizikî âlem içerisinde, en mükemmel düzeydeki yansıması insandır. Bütün varoluş onun etrafında döner. Fizik dünyada zuhura gelen her şey bir içe bir de dışa sahiptir. İnsan âlemin içi ve ruhu, âlem ise onun dış yüzüdür.
“Ruhani olanın gücü hikmetten, erdemden gelir ve bütünüyle entelektüeldir. İdari, askerî ve adlî olanın başındaki maddi iktidardır.”
“Ruh sultan, beden de onun mülküdür. Edebiyatta ruh süvari, beden küheylandır. Bilgeler arifler veya maneviyat önderleri bu ilkelere göre kurulmuş sistemin parçalarıdır. Ya sultanlar bilge ya da bilgeler sultan olmalıdır.”
“Nebi” kelimesini, İslam dinindeki anlamıyla kullanıyorum. İbranicede farklı anlamlar da içeriyor. Biz, İranlılar eliyle Müslüman olduğumuz için “peygamber” kelimesini kullanıyoruz. Peygamber “peyam-ber” kelimesinden gelir: “haber getiren.” Oysa “nebi” haberden fazlasını getirir: Mesaj getirir ama aynı zamanda enerji kaynağıdır.”
“Bütün sıkıntılar, “Ben varım” diyerek varlık sahibi olduğumuzu zannetmekle başlar. ”
“Bizler arızi hakikatleriz. Karanlıkta sallanan ışığın oluşturduğu daire gibiyiz, gerçek değiliz.”
“Aşk, sarmaşık manasına gelen “ışk” kelimesinden alınmıştır. Sarmaşık girdiği yeri nasıl kaplarsa aşk da girdiği kalbi hatta insanın vücudunu öylece sarar. Aşk, muhabbetin seveni kavraması, bütün vücuduna yayılması âdeta onu sarmaşık dalları gibi kucaklamasıdır.”
“Hayatın manasını düşünmeden yaşamaya kodlanan modern insanın anlamsızlığı, gayesizliği bazı çıkar çevrelerinin istediği bir müşteri tipini meydana getirdi. Maneviyatı merkeze alan insan, “modern-kapitalist tüketim anlayışı çarkının içine âdeta bir çivi sokar. Maneviyat, tüketim çarkına girmeyen bir insan modeli çıkarır ortaya. Hayatın anlamını nesnelerde değil kendisinde arayan insanlardır bunlar. Kendisine asli ve değişmez olanın zevki tattırılmadığı sürece insan, bozulan ve her gün değişen şeylere bağımlılığını arttıran bu çark içerisinde öğütülmeye devam etmektedir. Psikolojik olarak sıkıntıdadır çağdaş insan.”
İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin/ Ya nice okumaktır

Yunus Emre

Çünkü, insanın önüne yanlış hedefler koyduk. İnsanın asli hedefi kendini bulmasıdır, diğer hedefler ona tabi olmak zorundadır.
Her şeyin başı, kendi uzayını keşfedebilmektir.
Öz ve mana değişmesin, kabuk değişebilir; esas olan öz ve manadır.
Dil bir şeyle meşgul edilirse düşünce ona uymaya başlar.
Bugün modern düşüncelerde insanın tanımı yapılmadığı, insana bir yer biçilmediği için varılan son nokta, bir soru işareti ve meçhuldür.
Çünkü damlanın ontolojik yeri denizdir; damla deryaya katıldığı anda gerçek yerini bulacaktır.
İnsanın problemlerinin birinci derecede kaynağı, aslını inkâr, aslını unutmaktır. Aslını hatırlamayı ihmal eden kişi boş kalamz, hatırlaması ona hiçbir fayada vermeyecek şeyleri hatırmalaya başlar. Çünkü hatırlamak eylemi evrenseldir, insanidir; insan hatırlamak, zikretmek, anmak ister.
Modern insanın en büyük problemi, tatmin problemidir. Hangi nesneyle ilgilenirse ilgilensin bir tatminsizlik, bütün ilgilendiği şeylerden bıkma ve o bıktığı şeylerden bir an evvel uzaklaşma söz konusu. Çünkü ilgilenilen şey üzerine sebat ve sadakat yok; tüketiliyor her şey ve bıkılıyor.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“Gözü gönlü harab olanlar, güneşin ışığına tahammül edemezler.”
O hazinenin anahtarı seninle açılmaya başlandı. Dolayısıyla sufi edebiyatında besmelenin ‘be’siyle “hakikat-i Muhammediye” arasında irtibat vardır. ‘Be’ başlatır, ‘Elif’ sükûndadır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bugün modern düşüncelerde insanın tanımı yapılamadığı, insana bir yer biçilemediği için varılan son nokta, bir soru işareti ve meçhuldür. Bunun insan psikolojisindeki uzantısı da intihardır. Çünkü modern insana hayattaki belirli ıstırap ve acıların onun eğitimi için olduğu bilinci verilmemiştir.
Tevâcüd deniz kenarına gitmek, vecd denize girmek, vücûd ise denizde boğulmaktır.
Yolculuk üç tanedir: 1. Seyr-i ilâllah: O’na doğru seyir. 2. Seyr-i fillah: Allah’ta seyir. O’nun sıfatları ile sıfatlanıp ahlakıyla ahlaklanarak beşerî, kötü vasıflardan kurtulmaktır. 3. Seyr-i anillah: O’nunla olmak. Bu seyir artık yeryüzünde Tanrı’nın gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olmaktır.
Tenden cana geçiş, Hakk’ın isimleriyle oluyor.
Zannediyorsunuz ki Konya’da sadece bir derviş semâ ediyor, oysa bütün kâinat semâda.
Mecazi aşk, ilâhî aşkın binlerce derece soğutulmuş şeklidir. Eğer o ilâhî aşk olmasaydı zaten biz kendi içimizde de aşkı bilmezdik. Sevgi nedir bilmezdik.
Allah Teâlâ’ya rahmet gözüyle, ariflerin bakışı ile baktığımız zaman, sıcak, her an bize yakın, günah işlesek bile her an elimizden tutacak bir Tanrı anlayışı ortaya çıkar.
Oluşum içten dışa, yani bâtından zahire doğrudur. İç, birliğin ve bütünlüğün yeri iken dış, ayrışmaların ve farklılıkların yeridir.
Maneviyat, tüketim çarkına girmeyen bir insan modeli çıkarır ortaya. Hayatın anlamını nesnelerde değil kendisinde arayan insanlardır bunlar.
Matematikçilerin hesaba katmadığı şey, daha önce bilkuvve bulunan fakat iki unsurun diğer iki unsurla birleşmesinden açığa çıkan artı değer in yarattığı sinerjinin, toplamın değerini değiştirmesi vakıasıydı.
Bunun anlamı, sosyal hayatta, bilimden farklı olarak 2+2 gt; 4 dür.
Sosyal hayat ilhamların, sezişlerin, arzuların, gelişi güzellerin, rastgele hareketlerin, ferdî iyi niyetlerin, ferdî iyi davranışların, zekâ hamlelerinin, aksiyon adamlarının keskin görüşleriyle ileriye atılmalarının dünyasıdır. İçtimai (toplumla ilgili) hadiseler dünyası, ilmî ve tecrübi izahlara imkân vermeyen bir anti-determinizm (belirlenimden uzak) âlemidir. Binaenaleyh bu âleme ait hadiselerin müsbet ilimlerin metodolojisi ile hiç bir surette alakası yoktur.
Pascal’a göre insan kalbi, kalbî hislerle evrensel ve değişmez hakikatlerin algılandığı yerdir. Fakat bedeni arzularla örtülü vaziyette olduğu zaman işlemez.

Ortada en azından matematiksel ve sezgisel olmak üzere iki akıl vardır. İnsan salt mantığın asla anlayamayacağı muammalar taşıyan bir varlıktır.

Fizikî dünya bir ruhun, bir iradenin somutlaşmasıyla oluşur. O ruhun, bu fizikî alem içerisinde, en mükemmel düzeydeki yansıması insandır.
Ne arıyorsan osun sen.
Maneviyatı merkeze alan insan, modern-kapitalist tüketim anlayışı çarkının içine âdeta bir çivi sokar. Hayatın anlamını nesnelerde değil, kendisinde arayan insanlardır bunlar.

Psikolojik olarak sıkıntıdadır çağdaş insan. Kalpleri ancak O’nu anmak tatmin eder. yasası durmadan çiğnenmektedir çünkü.

Seyrü süluk helezonik bir yolculuktur. Başlanılan yere daha yüksek bir makamda dönülür. Âlemlerin iç
içe olması gibi, “ben”in içinde de matruşkalar gibi iç içe dürülmüş “ben”ler vardır. Hadis-i şerifte
bildirilen yetmiş bin perdenin her on bin tanesi bir âlemdedir, nefsin yedi mertebesinden birinde.
Allah göklerin ve yerin nurudur..
Şeiratın hakikatine eren kimse, dinin yoluna girmeye yaklaşır. Kabuğa dayanır. Dinin merkezine
ulaşmayı hedefleyen kimse yolcu, yani salik adını alır. Yolculuk süresi farklı da olsa sonunda oraya ulaşır.
Tasavvuf başlamaktır. Başlayan bir gün son noktaya erer, seyrü sülukta süre önemli değildir. Hızlı giden
maksuda çabuk ulaşır. İhlasla, samimiyetle, muhabbetle kalbî bağlantısını sürdüren insan, muhakkak
hedefe ulaşır. Yolcu hiçbir zaman şoföre veya berbere niye yolla veya sakalımla arama giriyorsun demez. Şoföre,
berbere mutlak teslimiyet vardır. Bu teslimiyet, şöförün veya berberin işini iyi bilmesinden kaynaklanan
bir güven sonucu oluşur. Ustanın o ilimdeki bilgisine güvenerek ya teslim olur sonucu görürsünüz ya da
teslim olmaz ve bir şey elde edemezsiniz
Kendi iç güneşini doğuran kişide karanlık olmaz.
Yükselişte çöküşün tohumları vardır. Yükseliş de çöküntüden doğar.
Aşk, muhabbetin seveni kavraması, bütün vücuduna yayılması âdeta onu sarmaşık dalları gibi kucaklamasıdır. Aşk, her durumu ve hâliyle insanı Hakk’a götüren yoldur. Hakikate mecaz köprüsünden ulaşıldığı için mecazi aşk da kulu er geç Mevlâsına kavuşturur.
İbn Arabî Hazretleri diyor ki: Hakk, bana: ‘Nuru’l-vücûd’da seni bulan Ben’i bulmuştur dedi. Bu âlemde Tanrı insanların dilinden konuşur. Ancak kesif, yoğun bedenler nura perdeli olurlar. Işık bedenler, nura perde olmaz. Eğer Ben’i bulursan Ben’i göremezsin der, O. Görmek şuhûd yani ikilik ister. Oysa O’nu bulmak birlik demektir. Hiçbir kesrete yer bırakmayan bir tevhide ermektir. Beni kaybedersen beni görürsün/ Benim yokluğum vücûdumdadır. Benim varoluşum yokoluşumdadır. Varolmak, vücûd sahibi olmak istiyorsan kendini yokluk denizine atmak zorundasın. O dersi geçmelisin.
Hakikati arayış yataydı. Bulduktan sonra ise dikeydir. Bu, maden aramaya benzer. Bulana kadar yatay bir şekilde ararsınız bulduktan sonra dikey bir şekilde onu çıkarmaya çalışırsınız.
Tasavvuf, biz Tanrı’ya ulaşamayız O’na uzağız, anlayışına pek hoş bakmaz. Tanrı eğer bizden bir an dahi ayrılsaydı biz olmazdık der İbn Arabî. O kadar bizimle ve zuhuru o kadar kuvvetli ki biz O’nu göremeyiz. Tıpkı gece karanlığında el fenerini yüzümüze tutan birinin yüzünü göremeyişimiz gibi.
Açıklamalar arasındaki bazı farklılıklar, o konuya farklı mertebelerden bakılmasından dolayıdır. Mertebeler arasındaki farkı bilmeyen kişi kendi bulunduğu mertebenin yegâne mertebe olduğunu zanneder; herkesin mutlaka o mertebede olması gerektiğine inanır.
Hayatın anlamını nesnelerde değil kendisinde arayan insanlardır bunlar
Ne arıyorsan osun sen
Ben Sanırdım Âlem İçre Bana Hiç Yâr Kalmadı
Tasavvuf ilmi, aşk ilmi olduğu için ve aşka sınır, hudut çizilemediği için ve aşkın
mantığı da olmadığı için, aşk bineğine bindiğimiz zaman bizi nereye götüreceğini bilemeyiz.
Sufi geçmiş ve gelecek kayıtlarından kurtulmuş kişidir,
“ibnü’l-vakt”tir.
Geçmişte ne oldu, gelecekte ne olacak endişelenmekten berî, âna bakmaktır,
ânın hakkını vermektir sufilerin tüm çabaları. Ve bu bakışları onları bizim hayal
bile edemediğimiz mertebelere taşır..
Dıştan içe baktığın zaman göremezsin ama içten dışa baktığın zaman görürsün..
13. Fenâ ve Bekâ
Lügatte fenâ; yok olmak, yokluk, geçip gitmek; bekâ ise devam, sebat, evvelki hâl üzere kalmak
demektir. Tasavvufta fenâ; kişinin kötü sıfatlardan arınması, bekâ güzel sıfatların insanda bulunmasıdır.
Kişide kötü sıfatlar fânî olursa onda güzel hasletler belirmeye başlar. Bunun tersi de mümkündür.
Tasavvufta varlık bekâ ile başlar. Arızi varlık, varlık değildir. Cem makamı dışındaki makamlar hep
zıtlıklarla ifade edilir. Burası şehadet âlemidir. Asli özelliği fenâ oluşudur. Bekâ aranmaz. Bu âlemde
tasavvuf paradoksal bir dil kullanmak zorundadır. “Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)
Şah damarının mecazî olarak ifade ettiği anlam, bir şeyin tam kendisi demektir.
Her mertebenin bir rengi ve kokusu vardır. İlk mertebenin rengi farklı bir siyahtır. Mertebelerde
yükseldikçe o mertebenin rengi salike açılır. Mertebelerin remizleri vardır. Şehadet âleminde irfanla
uğraşan kişinin kullanacağı dil paradoksaldır. Tek bir dille hakikât ifade edilemez..
Fakr, suret ve mana fakirliği diye ikiye ayrılır. Suret fakirliği mal mülk, servet sahibi olmamaktır.
Tasavvufta aslolan mana fakirliğidir. Manevi fakirlik, dünyadan, topyekün mâsivadan hiçbir şeye gönülde
yer vermeyerek, malik olunan şeyleri Hakk’ın rızasına sunmaktır. Manen fakir olan beşerî sıfatlardan
sıyrılıp kendini bir şeye malik görmeyen kimsedir. Bunlar sayısız mal mülke sahip olsalar bile hiçbirine
gönül bağlamazlar, yani sahip oldukları mala kul olmaz onu kendilerine kul yaparlar. Hiçbir aidiyyete
malik olmayan mutasavvıflar da görülür. Üzerlerinde para bulunmaz; derviş torbası veya keşkül taşırlar.
Bunlar daha çok taşrada gezerler; halkın o torbaya ne koyup koymadığına bakmazlar. Bunun sakıncaları da
vardır. Zaten pek yaygınlaşmamıştır. Esas tavsiye edilen fakirlik sahip olunan şeye kalpte yer
vermemektir. Büyük zatlar bir şeylere sahip olmuşlar fakat gönül hanelerinde onlara yer vermemişlerdir..
11. Gaybet ve Huzur
Gaybet, lügatta “kaybolmak”, huzur ise “hazır olmak” manalarına gelir. Tasavvufta gaybet, Hak ile
meşgul olarak halktan uzaklaşmadır. Halkın huzurunda olan Hakk’ın gaybıdır. Hakk’ın huzurunda olan
halkın gaybıdır. Halk ile haşır neşir olan Hakk ile haşır neşir olamaz. Tasavvufta ileri derecedeki
kişilerde gaybet neredeyse ortadan kalkar hep huzur olur. Bu çok az kişiye nasip olur. Bu gaybet ve huzur
bilgisi de dikey bir bilgidir. Tatmayan bilmez. Kendi iç güneşini doğuran kişide karanlık olmaz. Her sufi
bu makama kolay kolay erişemez..
Tasavvuf, talip olma ile başlar. Yolun orta hâlleri ve ileri hâlleri vardır; sonu yoktur. Orta hâllerden biri
de kabz ve basttır. Bunlar birbirinin peşi sıra gelir. Âlemde Hakk’ın tecellisi bazen kabz bazen bast
şeklinde olur. Buna mevcler yani dalgalanmalar denir. Her fiilin iç katmanlarında bir kabz bir de bast
yaşanır. Bu cemal ve celâlin birbirini tamamlaması gibidir. Bunlar sayesinde âlem ayakta durur. Hak,
âleme teneffüsünü gönderip çekmektedir. Bu o kadar süratli olur ki biz ne kabz görürüz ne de bast. Âlemde
duruyor gibi görünen şeyler aslında hareket etmektedir. Bunu birbirinin peşi sıra gelen her şeyde görmek
mümkündür. Bunu görmek ancak seyrü sülukta orta yola gelince mümkündür. İlerideki hâllerde ne kabz ne
bast görülür. Bunun tecelli hâlleri o hâlde olanların gününün günlerine uymaması, bir gün ibadetlerinde
sıkılırken bir gün kuş gibi olmasıdır..
Bazı şeyler kafa gözünün gördüğü gibi, bazı metinler ilk okuyuşta anladığımız gibi değildir, mana bunların altındadır, derine inmek gerekir.
Modern insana, sahip olduğu şeyle anlam veriliyor; Sen, neye sahipsen osun deniliyor. Oysa geleneksel anlamda kişiyi insan yapan, sahip olduğu bilgilerle ne kadar tekâmül ettiğidir, neyin peşinde olduğudur. Mevlâna Ne arıyorsan osun sen der.
Maneviyatı merkeze alan insan, modern-kapitalist tüketim anlayışı çarkının içine âdeta bir çivi sokar. Maneviyat, tüketim çarkına girmeyen bir insan modeli çıkarır ortaya. Hayatın anlamını nesnelerde değil kendisinde arayan insanlardır bunlar. Kendisine asli ve değişmez olanın zevki tattırılmadığı sürece insan, bozulan ve her gün değişen şeylere bağımlılığını artıran bu çark içerisinde öğütülmeye devam etmektedir.
gerçekliğin siyah ve beyaz olarak parçalayıcı bir yaklaşımla ele alınması yerine hem siyah ve hem de beyaz olabilen gri gerçeklik alanlarının olduğuna daha sık dikkat çekilmektedir.
Günümüzde adı konmuş olsun ya da olmasın, insanın anlam aradığı bir dönem iyiden iyiye belirmiş durumdadır.
“Bazı şeyler kafa gözünün gördüğü gibi, kulağın duyduğu gibi değildir, bazı metinler de ilk okuyuşta anladığımız gibi değildir. Mana bunların altındadır, derine inmek gerekir”
Almanya, insanları tedavi etme hakkını tıp doktorlarının tekelinden çıkaran bir maddeye imza attı. Buna göre maharetini ispatlamış bir filozof, bir psikolog, bir teolog da belirli imtihanlardan geçmek suretiyle kendi alanlarıyla ilgili konularda insanları tedavi etme hakkına sahip bulunmaktadır
Ruhsal hastalıkları tedavi için reçeteye sadece Zirax yazarak baştan savmak ciddi psikiyatristler tarafından şiddetle tenkit edilmektedir.
Psikolojik olarak sıkıntıdadır çağdaş insan. “Kalpleri ancak O’nu anmak tatmin eder” yasası durmadan çiğnenmektedir çünkü. Modern insana, sahip olduğu şeyle anlam veriliyor; “Sen, neye sahipsen osun” deniliyor. Oysa geleneksel anlamda kişiyi insan yapan, sahip olduğu bilgilerle ne kadar tekâmül ettiğidir, neyin peşinde olduğudur. Mevlâna “Ne arıyorsan osun sen.”der.
Bir çiçekle konuşan, bir çiçeği koparırken dahi içi titreyen insan tipinden, ne kadar uzaklaştık.
Psikolojik olarak sıkıntıdadır çağdaş insan. “Kalpleri ancak O’nu anmak tatmin eder” yasası durmadan çiğnenmektedir çünkü. Modern insana, sahip olduğu şeyle anlam veriliyor; “Sen, neye sahipsen osun” deniliyor. Oysa geleneksel anlamda kişiyi insan yapan, sahip olduğu bilgilerle ne kadar tekamül ettiğidir, neyin peşinde olduğudur. Mevlana “Ne arıyorsan osun sen.”der.
Varolmak, vücud sahibi olmak istiyorsan kendini yokluk denizine atmak zorundasın. O dersi geçmelisin.
Alem hiçbir zaman boşluk kaldırmaz; sizin hatıranızda Hakk yer almazsa muhakkak orayı başka güçler doldurur.
“Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen” Galib Dede
Bize şöyle geliyor: “Modern zamanda mümkün değil köşeye çekilip Mevlevi olmak, şimdi uzaya gidiyor insanlar”
Uzaya gitmeyelim, demiyorum ama her şeyin başı, kendi uzayını keşfedebilmektir.
Önce dille zikredilir çünkü dil zikri, fikrin başka tarafa kaymasına engel olur. Dil bir şeyle meşgul edilirse düşünce ona uymaya başlar.
Modern çağın en büyük tahribatlarından biri konsantrasyonu ortadan kaldırmasıdır. İnsan çevreden fazlaca tesir almaktadır; televizyondan, medyadan olduğu gibi. Kişinin önem ve ehemmiyet verdiği konular vardır. Bu tesir sebebiyle mühimler ehemme, ehemler mühimme dönüşür ve bir kargaşa oluşur.
Sen haklısın. Sen de haklısın. Ama ben de haklıyım. – Nasreddin Hoca
İnsan yapbozların doğru tamamlanması gibi kendine verilen emaneti doğru yere teslim ettiğinde sıkıntı ortadan kalkar. Buna tasavvufta “huzur hali” denir.
Tanrı bilgisi, zaten kişide kodlanmış fakat nefsin perdeleri ile perdelenmiştir. Ancak bu perdelerin kaldırılmasıyla “insan-ı kamil” olma yolunda adım atılır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir