İçeriğe geç

Tarih Tıbbı Konuşturdu 2 Kitap Alıntıları – Talha Uğurluel

Talha Uğurluel kitaplarından Tarih Tıbbı Konuşturdu 2 kitap alıntıları sizlerle…

Tarih Tıbbı Konuşturdu 2 Kitap Alıntıları

Talha Uğurluel kitaplarından Tarih Tıbbı Konuşturdu 2 kitap alıntıları sizlerle

Tarih Tıbbı Konuşturdu 2 Kitap Alıntıları

saraydan gelecek haberlere kulak kesilmişti. Beklediği haberin gelmesi gecikmedi. Pazar günü sabah saatlerinde Dolmabahçe Sarayı’nın duvarlarında yankılanan çığlık kısa sürede bütün İstanbul’da duyulacaktı! Kanlar içindeki padişahı gören görevlilerin duyurması üzerine Abdülaziz Han’ın odasına giren annesi Pertevniyal Valide Sultan ile Mabeyinci Fahri Bey dayanılmaz bir
manzara ile karşılaştılar. İki bileğinin kol damarları kesilmiş ve padişah durmadan, Allah, Allah! diye inliyordu. Tutuklu padişah son anlarını yaşarken, Hüseyin Avni Paşa, çoktan karşıya geçmiş ve olay mahalline gelmişti. Soğuk bir emirle, oğlunun başında ağlayan ve akan kanı durdurmaya çalışan anneyi sürükleyerek dışarıya çıkarttı. Ardından oradaki askerlere, hala hayatta olan
padişahı kaldırıp bahçedeki karakol binasına taşımalarını emretti. Bu
Karakolun alt katında, erlerin oturup kahve içtikleri yer minderleri üzerine uzatılan padişah burada ruhunu teslim edecektir.
Sultan Abdülaziz Han, Osmanlı ordusunun ve donanmasının yenilenmesi için ciddi çaba sarf etmiştir. Onun döneminde donanma, dünyanın en güçlü üçüncü deniz gücü haline gelmiştir. Kara ordusuna çeki düzen verip en modern teçhizatlada donatmış tır. ·
Onun bu gayretleri yabancı devletlerin hiç de hoşuna gitmemiştir. Osmanlı’nın yeniden diriliyor olması, sömürgeci güçleri son derece rahatsız etmekteydi.
Sultan Abdülaziz, Avrupa Seyehati sırasında Fransa’daki fuara uğradı, buradaki eğlence salonunu gezerken, insandaki gücü yumrukla ölçen aracın önünde durdu; kuvvetle ilgili sporlara düşkün olması dolayısıyla bu aracın nasıl çalıştığını sordu. Meşin topa vuruluyor, sonra top karşı diske çarpıp arkadaki şeridi gücün oranına göre yükseltiyordu.
Hoşuna gitti ve bu aracın adını sordu. Yanındaki yetkililer suspus oldular. Kimse bu ismi söylemek istemiyordu. Nihayetinde zorlanarak da olsa söylemek zorunda kaldılar. Batılılar bu araca ‘Türk Kafası ismini takmıştı. Sultan Abdülaziz Han bozulsa da belli etmedi. Yanın da, kendisinden de endamlı olan Ali Paşa vardı. Paşaya dönerek, Bir vur bakalım paşa, ne kafası imiş bu öğrenelim!
dedi. Ali Paşa’nın yumruğunu meşin topun üzerinde vurması ile birlikte top arkadaki platforma çarptı ve vuruşun etkisi ile
şerit yükseldi. O kadar şiddetli vurdu ki şerit hareket ettiği yivin sonuna kadar gelip üstteki engeli kırıp havaya yükseldi
ve düştü. Herkes hayret için de kalmıştı. Abdülaziz Han son derece keyifli idi. Lafı ge-diğine koyma zamanı gelmişti. Yanındaki gazetecilere dönerek ibret levhası şu sözleri söyledi, Hayret ki bir vuruşta dağıldı. Bu Türk Kafası değil, Avrupalı Kafası olsa gerek!
Onun kırdığı rekor dünyanın en anlamlı rekorudur.
Yarın saat önce, biz kazanacağız derken yarım saat sonra hezimet içinde Boğaz’dan çekilişimizi anlayamıyorum!
Vücudumuz o kadar harika şekilde dizayn edilmiştir ki eğer geliştirebilirsek hem beynimiz hem de kaslarımız sınırları zorlayacak işler yapabilmektedir. Vatan sevgisinin oluşturduğu yüksek motivasyon ile insanoğlu kimbilir daha neler başarabilecek bir potansiyele sahiptir.
O, o zamandı paşam ‘
İnsanlar zulmeder, kader adalet eder.
Halkımın bu ilerlemeden istifade etmesi için sırtımdan bile geçirseniz razıyım! Sultan Abdülaziz
Kılıç, acemi ve dikkatsiz bir elde, toprak çanak gibi kırılır; kullananın bileğinin kuvveti ve yeteceğiyle de üstünlük kazanır. İşte bu bilek Türklerde vardır Tarihçi Lofyor
Avrupa’nın Ortaçağ karanlığını yaşadığı bağnazlık dönemi, İslam medeniyetinin zirveye oturduğu bir dönemdir. Bir çok ilimde olduğu gibi tıpta da çağını aşan çalışmalar yapılmaktadır.
İlaç ile zehir arasında belirleyici olan şey dozdur
Tabiatta bulunan zehir aslında diğer bir bakış açısıyla Yaratıcı’nın insana bahşettiği bir şifa idi. Çünkü nice zehirli madde, az ve yerinde kullanıldığında şifa yerine geçebiliyor.
Dinamit ya da çeşitli bomba türleri gibi güçlü bir patlayıcı, bir basınç dalgası oluşturarak barotravmaya yani bir vücuda etki eden atmosferik basıncın değişmesine bağlı olarak vücutta hasarlar oluşmasına neden olur. İç organlarla gövdenin dış yüzeyi arasındaki basınç farkı iç organlarda yaralanmalara yol açar. Patlamaya ne kadar yakın olunursa vücudun etkilenmesi o kadar yüksektir. Böylesine büyük bir patlama sonucu insan vücudunda pulmoner kontüzyon (akciğer ezilmesi, yaralanması) gastrointestinal kanama (mide-bağırsak kanaması) hatta beyin kanamaları meydana gelebilir. Göğüs duvarlarına çarpan enerji dalgasının pozitif basıncı sonucu akciğerlerdeki alveoller gerilip yırtılabilir. Enerji dalgasının alveol duvarlarındaki alveokapiller yüzeye (alveol ile kılcal damarların bir arada bulunduğu yüzey) çarparak bu ortak yüzeyi yırtması sonucu kan akciğerlere boşalmaya başlar. Böylece akciğer içinde ödem (sıvı toplanması) ve hemoraji (kanama) oluşur. Bu durum sonucunda kişide nefes alma güçlüğü ve hipoksi (oksijen azalması) meydana gelir.
Hayatı boyunca 42 kez suikasta uğrayan bu adam en sonunda ölmüştü
Rus orduları Berlin’e girerken Hitler, aynı şehrin ücra bir kö­şesindeki sığınağında sevgilisi Eva ile ayrı odalarda intihar etti.
Askerlik yaşı geçmiş ve kaçak durumuna düşmüştü. Tutuklandı ve askerlik için Avus­turya’ya gönderildi. Ancak burada yapılan muayenede askerliğe elverişli olmadığı söylenerek askere de alınmadı.
Avusturyalı olmasına rağmen Al­manya’ya ve Alman ırkına hayrandı.
Atatürk’e ne biyopsi ne de otopsi yapılmıştır. Bu yüzden onu ölüme götüren hastalığın sebebi için kesin yargıya varmak müm­kün değildir.
Çeşitli kaynaklarda Atatürk’ün gün­ de 10-15 fincan kahve ve 40-50 adet sigara içtiği ifade edilmiştir.
Sofrası sanki arkadaşları ve dostları ile tartışma ve eğlence yerini bir­leştiren bir köprü görevini görüyordu . . . Fakat burası hiçbir zaman bir içki ve cümbüş bayağılığına inmemiş, bir sohbet ve tartışma meclisi olarak kalmıştır.
Sofrası, çoğu akşamlar bir edebi sohbet meclisi halini alırdı. En çok tarih, politika, sanat konuları görüşülür , anılara değinilirdi. Günlük olaylar üzerinde de durulur ve tartışılırdı. Sanat ve musiki görüşmeleri de yapılırdı. . .
Atatürk sabahları erken kalkmazdı. Geceleri çok geç, çoğunlukla şafak sökerken yattığı için, gündüz saat on bir , on ikiye doğru kalkar, zile basardı. Hemen bir fincan kahveyle o günkü gazeteleri götürür­düm. Kahveyi orta şekerli içerdi
İngiliz Generallerinden;

Yarım saat önce, biz kazanacağız derken yarım saat sonra hezimet içinde Boğaz’dan çekilişimizi anlayamıyorum!

Vatan sevgisinin oluşturduğu yüksek motivasyon ile insanoğlu kimbilir daha neler başarabilecek bir potansiyele sahiptir.
Seyit Onbaşı’nın Çanakkale’de bu büyük ağırlığı kaldırmasında maddi olduğu kadar manevi konsantrasyonunun da büyük etkisi vardır.
İtilaf devletlerine göre, Osmanlı’yı de­virmek bir mumu üflemek kadar kolay olacaktır
Patlak veren I. Dünya Savaşı’nın en önemli sebebi dünyayı paylaşamama kavgasıdır.
Erişkin bir insanda alyuvarlar ke­mik iliğinde yapılır ve ömürleri 120 gündür. Yaşlanan alyuvarlar karaciğer, dalak ve lenf bezlerinde parçalanırlar.
Ancak o hiçbir zaman birilerinin Kızıl Sultan diyerek yaftalamaya çalıştığı gibi bir padişah olma­mıştı.
II. Abdülhamid Han, bir zamanlar kendisini de Avrupa seyahatinde yanında götüren ve yeğenlerine karşı son derece ilgili olan bu vefakar amcasının intihar etmediğini düşünüyordu. 1881 yılında kurdurduğu Yıl­dız Mahkemesi’nde hadiseyi inceleterek yargıya taşıdı. O günün mahkemesi, elindeki delillere dayanarak Sultan Abdülaziz Han’ın intihar etmediği, öldürüldüğü yönünde karar verdi. Hatta bu ci­nayetin içinde olanların İngilizlerle derin bağları da ortaya çıkarıldı.
Hani bir adam varmış, oğluna devamlı, Sen adam olamazsın, dermiş. Oğlan okumuş ve paşa olmuş. Sonra da vazife yaptığı baş­ kente, taşradaki babasını bir merkep üzerinde zahmetli bir şekil­ de getirtmiş. Karşısına almış ve, Baba bak, sen adam olamazsın diyordun ama ben hangi makamlara geldim, demiş. Yaşlı baba, paşa rütbesindeki oğluna, Ben sana paşa olamazsın demedim ki oğlum, adam olamazsın dedim, ikazında bulunmuş.
Seni tahttan indirdiler
Beş çifteye bindirdiler
Topkapı’ya gönderdiler
Uyan Sultan Aziz uyan
Kan ağlıyor bütün cihan.
Ama unuttukları bir şey vardı: Hesap yapanların üstünde daha büyük hesapların yapıldığı büyük bir makam!
30 Mayıs sabahı çok erken bir saatte Dolmabahçe Sarayı , Hü­seyin Avni Paşa’nın emriyle Süleyman Paşa ve askerleri tarafından basıldı. Saray görevlileri direnemediler. Sultan Abdülaziz, çarpışa­bilir ve yanındakileri de bu konuda teşvik edebilirdi. Ancak kan dökülsün istemedi. Teslim olmayı tercih etti.
Sarayburnu’ndan geçecek olan (bugün hala kullanıl­makta) ray sistemi için Alman mühendislerin kendisine endişe ile, Efendim tren hattı evinizin (Topkapı Sarayı) bahçesinden geçe­cek, uygun mudur? diye sormaları üzerine şu ibret dolu sözleri söyler, Halkımın bu ilerlemeden istifade etmesi için sırtımdan bile geçirseniz razıyım!
Sultan Abdülaziz, Avrupa seyahati sırasında Fransa’daki fuara uğradı, buradaki eğlence merkezini gezerken, insandaki gücü yumrukla ölçen aracın önünde durdu; kuvvetle ilgili sporlara düşkün olması dolayısıyla bu aracın nasıl ça­lıştığını sordu. Meşin topa vu­ruluyor, sonra top karşı diske çarpıp arkadaki şeridi gücün oranına göre yükseltiyordu.
Hoşuna gitti ve bu aracın adı­nı sordu. Yanındaki yetkililer suspus oldular. Kimse bu ismi söylemek istemiyordu. Nihaye­tinde zorlanarak da olsa söyle­mek zorunda kaldılar. Batılılar bu araca ‘Türk Kafası ismini takmıştı. Sultan Abdülaziz Han bozulsa da belli etmedi. Yanın­da, kendisinden de endamlı olan Ali Paşa vardı. Paşaya dö­nerek, Bir vur bakalım paşa, ne kafası imiş bu öğrenelim! dedi. Ali Paşa’nın yumruğunu meşin topun üzerinde vurması ile birlikte top arkadaki platfor­ma çarptı ve vuruşun etkisi ile şerit yükseldi. O kadar şiddetli vurdu ki şerit hareket ettiği yi­vin sonuna kadar gelip üstteki engeli kırıp havaya yükseldi ve düştü. Herkes hayret için­ de kalmıştı. Abdülaziz Han son derece keyifli idi. Lafı ge­diğine koyma zamanı gelmişti.

Yanındaki gazetecilere dönerek ibret levhası şu sözleri söyledi, Hayret ki bir vuruşta dağıldı. Bu Türk Kafası değil, Avrupalı Kafası olsa gerek!

Östrojen hormonu üreme ile ilgili görevlerinin yanı sıra, kemik üzerine de koruyucu etkilidir.
Tek bildiğimiz şey, dünya üzerinde en acı şe­yin evlat acısı olduğudur.
Osmanlı toplumunda bir kişinin yüzüne yumruk atmak yoktu. Kavgada, kişinin haddini bildirme, ona ders verme adına yüksek sesle ikaz, yetmiyorsa da hafifçe bir tokat yeterliydi.
Osmanlı ordusunun da piri, kahramanlığı ve bilge­liği ile Hz. Ali’dir. Ancak Delilerde durum farklıdır. Onlar cesa­ret ve gözükaralığı dolayısı ile Hz. Ömer’i kendilerine pir olarak seçmişlerdir.
Aslında Osmanlı ordusunun içindeki en küçük birimlerden biri olan Deliler, nedense bu karizmatik duruşları nedeniyle Av­rupa halklarının gözünde Osmanlı ordusunun temsilcisi olarak kabul edilmişlerdir.
Osmanlı ordusu, dünya savaş tarihinin gördüğü en sistemli ve en teferruatlı ordularından biridir.
Evlerde karbonmonoksit zehirlenmesi ile ilgili alınması gereken bazı ön­lemler şunlardır:

• Bulunduğunuz yerde karbonmonoksit gazı zehirlenmesi şüpheniz olursa hemen temiz havaya çıkın.
• Yatmadan önce sobaya yakıt koymayın ve sobalı odada kesinlikle uyu­mayın.
• Eğer yatmanız gerekiyorsa sobanın söndüğünden emin olup sonra uyu­yun.
• Sobalı odaları mutlaka havalandırın.
• Lodoslu havalarda soba yakmayın. Eğer soba yanmaktaysa söndürdükten sonra yatın.
• Banyoda şofben kullanıyorsanız mutlaka bacaya bağlı olmalıdır. Ayrıca şofbenli yere mutlaka temiz havanın girmesi sağlanmalıdır.
• Güvenlik için karbonmonoksit sensörleri kullanılabilir. Bu cihazlar kar­bonmonoksit gazını algılayınca alarm vererek ev halkını uyarmaktadır.

Günümüzde de madencilik, iş kazaları ve meslek hastalıklarının en fazla görüldüğü sektörlerdendir. Kömür madenierindeki kaza nedenleri arasında, grizu patlaması, göçük, yangın, sel, karbonmonoksit zehirlenmesi, nakliyat sırasındaki çarpma kazaları sayılabilir.
Madenierde önemli bir ölüm nedeni de grizu patlamalarıdır. Eski dönem­lerde grizu patlamalarından ölümleri önlemek için tehlikeli bir yönteme baş­ vurulurdu. Amerika’daki madenlere sabah hiç kimse girmeden bir işçi girer ve metan gazının olup olmadığını test ederdi. Bunun için elinde bir alevle dola­şırdı. Benzeri uygulama Zonguldak’ta da uygulanmıştır. Bunun için bir amele sırtına ıslak bir çuval sarar, ucu gaza batırılmış bir top bez sarılı uzun bir sırıkla madene girerdi. Sırığın ucunda yanmakta olan bez ile bacalar kontrol edilir, eğer metan gazı birikmişse bir miktar patlamalar olurdu. Ufak yaralanmalarla bu uygulama atiatılsa da zaman zaman ölümcül kazalara da yol açardı.
Ülkemizin kömür maden­lerinde uzun yıllar yabancı iş­letmeler etkin olmuştur. Bun­lar arasında İngiliz, Fransız, Rus, Ermeni, Rum, Alman, İtalyan ve Çinli firmalar sayı­labilir. Madenlerde çok sayı­da yabancı işçi de çalışmıştır.
Osmanlı döneminde yurdun herhangi bir bölgesinde maden bulunduğuna dair ha­ber alındığında, bundan bir örnek getirtilir ve darphane­lerde maden incelenirdi. Eğer uygun bulunursa işletmeye açılırdı. O bölgenin köylüleri maden işçisi olarak maden­lerde çalışırdı ve bu işçiler vergiden muaf tutulurdu.
Osmanlı’nın son 300 yılında en yoğun maden çıkarma böl­geleri arasında Bilecik, Gümüşhane, Kastamonu, Ergani, Divriği, Maraş, Bosna, Sırbistan, Üsküp, Sofya gibi daha birçok yer sayı­labilir.
15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı’nın maden çıkarma teknikleri de Avrupa’dan ileriydi. Osmanlı topraklarını gezen seyyahlar Os­manlı’nın maden teknolojisinden hayranlıkla söz etmektedirler.
Tarihçi Lofyor, Kılıç, acemi ve dikkatsiz bir elde, toprak çanak gibi kırılır; kullananın bileğinin kuvveti ve yeteneğiyle de üstünlük kazanır. İşte bu bilek Türklerde vardır, demiştir.
Biz zaferlerimizle kılıçlanmızı parlak tuttu­ğumuz müddetçe düşmanın yüzü hep yerde olur.
Ne zaman zaferler yerini hezimetlere bırakır, kılıçlar karam, o zaman bu keferenin yüzü yerden yukarı kalkmaya başlar.
Türkler tarihin eski devirlerinden beri kılıcı en iyi işleyen kavimlerden biri olagelmiştir.
Verem sadece bir hastanın sorunu değildir. Veremli hasta, çevresinde bunan herkese mikrobu bulaştırabilir. Bütün toplum risk altındadır. Verem, bu nedenle bir toplum sağlığı sorunudur.
Bulaşma hava yoluyla olduğundan, kişi farkında olmadan mikrobu ala­bilmektedir. Konuşma, nefes alıp verme ve öksürme sırasında etrafa saçılan mikroplar havada asılı kalmakta; hastayla aynı kapalı mekanda bir arada bu­lunan sağlam kişilerin akciğerlerine nefes alırken gidip yerleşmektedir.
MS 980-1038 yılları arasında yaşamış olan İbni Sina, Avrupalılardan yüzyıllar önce verem hastalığının in­sandan insana bulaşabileceği tezi­ni ortaya koymuştur.
Av­rupa’da bir ara verem tedavisinde taze insan kanı içmenin şifa olacağı kanısı yaygınlaşmıştır ki o dönemde kaçırılan çocuklar olmuştur.
Güya kutsal elleriyle Hz. İsa gibi şifa vereceklerdi!
Ama değil şifa vermek, bu akılsızca dav­ranışları dolayısıyla nice Avrupa kralı bu hastalıklara yakalanarak vefat etmiştir.
Beyazların Amerika’ya göçü her an­lamda burada yaşayan yerliler için felaket olmuştur. Sömürgeci Avrupa­lıların bu toprakların asıl sahibi olan yerlileri birtakım kitle imha silahlarıy­la katletmeleri yanında, getirdikleri hastalıklar da bu insanlara ölüm saçmıştır.
ilkçağ anlayışında başa gelen musibet ve hastalıklar, ya ilahi bir ikaz ya da kişinin günahından kaynaklanan bir cezalandırıl­ma olarak kabul edilirdi.
Domandy, Beyaz Veba kitabında, veremin yayılmasında hava kir­liliği, nüfusun artması, göç ve sürgünlerdeki olumsuz yaşam şartları ve yetersiz beslenme gibi birçok neden saymaktadır.
Rekabet ve birbirine üstün gelme, güçlü olma ve gösteriş, insanı arayışa itmiş, nice saldırı ve savunma sistemleri icat edilegelmiştir.
ilaç ile zehir arasında be­lirleyici olan şey dozdur, yani ilaç, tedavi edici dozların üzerinde alındığında zehir etkisi gösterebilir.
Tabiatta bulunan zehir aslında diğer bir bakış açısıyla Yara­tıcı’nın insana bahşettiği bir şifa idi. Çünkü nice zehirli madde, az ve yerinde kullanıldığında şifa yerine geçebiliyor.
Osmanlı pa­dişahları, yemek yoluyla zehirlenmye karşı yanlarında devamlı çeşnicibaşı denilen görevliler tutarlardı. Bunların görevi padişahtan önce yemeğini tatmak ve böylece sultanın zehirlenmesini önle­mekti.
Fatih Sultan Mehmed, sadece Venedikliler tarafından 20’nin üzerinde zehirle suikasta uğramış ve hepsinden de kurtulmasını bilmişti.
Devir, Emeviler dönemidir. Hz. Ali’den sonra haksız güç kullanarak yönetimi ele geçiren Emeviler, kavmiyetçi­lik yapmaktadır. Mekke ve Medine’deki sahabe çocukları, devrin en yaşlı alimleri olarak hala dimdik ayaktadır ve Emevi yöneti­ mini kabul etmemektedirler. Peygamber Efendimiz’in lt;s a s gt; biricik torunları Hz. Hasan’ı, karısını kandırarak bizzat onun eli ile ze­hirleyenler, suyuna elmas tozu attırıp ciğerlerini parçalatmış, Hz.
Hüseyin’i Kerbela’da şehit etmişlerdir.
Dost gibi görünen düşmanların elinden zehirlenen ne çok insan vardır tarih sayfaları arasında.
Tarihte zehir, sadece intihar ve intikamlarda değil, meşru in­fazlarda da kullanılmıştır. ilkçağın ünlü düşünürü Sokrat, devrin önde gelenlerinin ayaklarına bastığı için idama mahkum edilir.
esir düşmektense özgürce öl­meyi tercih eder
Tarihte hiçbir Osmanlı padişahı parmağındaki yüzükte zehir taşımamıştır.
Fransız edebiyatçılarından Rabelais, taşrada parasız kaldığın­da, Paris’e dönebilmek için muzipçe bir plan yapar. Kaldığı han odasında üç cam şişe hazırlayıp üzerlerine, Kral, kraliçe ve prens için zehir yazar. Odayı toplayanlar bu yazıyı görüp şikayet ede­cek, tutuklanan Rabelais, polis eşliğinde Paris’e getirilecektir. Tet­kik sırasında şişedekilerin zehir olmadığı anlaşılır ve salıverilir.
Kabil’in gerçekleştirdiği ilk cinayetten bu güne onbinlerce insan bir­birinin kanına girmiş, üç günlük dünyalarını ve ahiretlerini berbat etmişlerdir.
Kalıtımla epilepsiye yatkınlık aktarılabilmektedir. Epilep­silerin %50’sinde genetik faktörler rol oynar. Tedaviyle kontrol altında tutu­labilen bir hastalık olmakla birlikte bazen ölüme de neden olabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir